Taziye Evi

Canım ablam, o da bilmiyor neler yapılacağını. Kaç kere taziye evinde bulundu ki?
Canım ablam, o da bilmiyor neler yapılacağını. Kaç kere taziye evinde bulundu ki?

Düşüncelere dalıp gittiğimi gören ablam ellerimi tuttu. Gözlerini benim gözlerimin içine dikti. Yanaklarımızdan zerre yaş süzülmedi, ama çok da seviyoruz annemizi (!) Ama yaş akmıyor da. “Neden abla?” diye soruyorum. “Nasıl? Niçin? Ne hakla abla, hangi hakla?”

Gerçek mi bütün bu olanlar? Bu insanlar, bu kalabalık, bu gözyaşları... Daha önce hiç görmediğim yüzler, gerçekliğine kâni olamadığım hüzünler, dualar, dilekler, temenniler, yardım uzatan bu eller, hızla yayılan bir virüs gibi ondan ona geçen hıçkırıklar... Ben neden ağlamıyorum? Bırakın ağlamayı, gülüyorum. Yanımda da kadîm bir dostum var Zibuna Evren’inden. Apartmanımızın önündeki sokağa belediyenin erkekler için kurmuş olduğu taziye çadırının hemen yanında, motosiklete oturmuş dostumla gülüyoruz. Ama nasıl kahkahalar atıyoruz bir görseniz... Denizlerde yaşayan bir adam bu kadîm dostum. Motosikleti ve elinde zıpkınıyla Kızıl Kule’den denize dalıp peşi sıra taktığı balıkları -tabii cebr ile değil onlardan izin isteyerek- cebine dolduran bir balıktan adam. Şu an bana, kuzeyde bir yerlerde nasıl balık avladığını anlatıyor. Söylediğine göre, ikamet ettikleri Rize Dağları civarında, kahve kokan ama çay içilen bir kafenin yanı başında akan ırmağa, gözyaşı olup düşüyor; oradan denize ulaşıp avlanmaya gidiyormuş. Sordum ona “Neden gözyaşı da bir su buharı yahut damlacığı değil? Çok mu hüzünlü bir yer Karadeniz?”

“Yok, kesinlikle öyle değil,” dedi. “Aksine çok eğlenceli ve humor kokan bir tabiatı var. Ama bilmediğim bazı şeyler varmış hayatımla ilgili. Koca Dağlar: ‘Bunları öğrenince, bu gözyaşından çok akıtacaksın,’ dediler ve ‘Madem balıktan adamsın, suya dalmadan kederli gözyaşlarını birazını bu şekilde akıt ki ileride çok kuruyup pul pul dökülme, solungaçların çok zeval görmesin,’ diye eklediler. Eeeeee! Ulu, heybetli bu kayaların sözünü dinlemek lazım, değil mi?” “Kesinlikle!” dedim. “Eeeee, devam et bakalım; anlat. Nasıl oluyor bu gözyaşı işi?” Dostum nikâh yüzüğünün takılı olduğu parmağını göz bebeğine dokundurdu: “Önce bu şekilde ağlıyorum,” dedi. “Sonra gözyaşı olup ırmağa karışıyorum, denize ulaşınca gidip balıklara soruyorum: ‘Benimle gelir misiniz? Bu akşam önemli dostlarım gelecek. Tabaklarda o muhteşem lezzetli halinizi almak istemez misiniz?’ Tatlı dil yılanı deliğinden çıkarır ya, hemen kabul ediyor keratalar; kıyıya kadar eşlik ediyorlar bana. Karaya çıkınca hepsini heybeme doldurup eve götürüyorum.”

Çok komik değil mi? Gülüyoruz dostumla, çok gülüyoruz; karnımıza ağrılar giriyor, fakat yine de gülüyoruz. Ayıplıyorlar bizi. Özellikle de beni. Evvela erkeklerin bulunduğu taziye çadırının içinden birtakım homurdanmalar kulağımıza geliyor. Akabinde apartmanımızın birinci katındaki kadınlara ait bölmeden -evimizin açık penceresinden- de sesler iniyor bizim bulunduğumuz tarafa: “Taziye evi burası... Şunun hâline bak. Annesi öldü diye neredeyse zil takıp oynayacak,” diyorlar. “Peki, bu kadın ölmeden önce neredeydiniz? Dirisine sahip çıkmadınız şimdi ölüsünü mü paylaşamıyorsunuz?” diye tam haykıracaktım ki kadim dostum ağzımı misinayla dikmiş. “Şşşşşşş!” diyor kadim dostum. “Sen,” diyor; “balıkların ruhlarını korumakla görevlendirildin. Ne çabuk unuttun?” Ve ardından misinanın ucuna taktığı balık iğnesini de kulağıma küpe yapıyor. Bakıyorum balık dostumun ayna gibi gözlerine: “Çok da yakıştı bana bu küpe ve misina. Teşekkür ederim,” demeye çalışıyorum ağzımı tam açamadan boğuk, anlaşılmaz bir sesle. O anlıyor ne demek istediğimi, ama maalesef ağzımı açıp da gönlümden geçenleri haykıramıyorum. Bilakis bunu denemeye her kalktığımda çok canım yanıyor. Dudaklarımın kenarları yırtılıyor, kanıyor; ama hiçbir şey diyemiyorum.

Bu esnada yukarıdan ablam sesleniyor. Balık adam dudaklarımdaki misinayı çözüyor ve “Sakin ol Ufo Kafa!” diyor. “Seni anlıyorum, ama yapacak bir şey yok. Bu gerçeklik böyle...” Usulca apartmana doğru süzülüyorum. Nasıl sakin olabilirim? Bir trajikomik perdesi açılmıştı evimizin sokağına. Bizim eve kadar uzanıyordu sahne. Maskeler ardında bir tiyatro, âdetâ bir maskeli balo... Benim altı üstü kırık, kurgusal hataları olan, fantastikten bozma büyülü gerçekçiliğe yakınlaşan hikâyelerimden dahi daha gerçekdışı ve gerçeküstü... Mevzu annem. Buna nasıl katlanacağım?

Evin kapısına geldiğimde Kerih dayım ve eşi Zehrâlûd yengem; Fitnâmiz dayım ile eşi Aymaz yengem ve altı yüz altmış altıncı evliliğini yapmış olan Şenâat dayım ablamla hararetle neler yapılacağını konuşuyorlardı. Canım ablam, o da çok heyecanlı. O da bilmiyor neler yapılacağını. Acısını mı yaşayacak, çay mı dökecek, kuru pastaları mı dağıtacak, yoksa yarına ne pişeceğini mi düşünecek, gelen misafirleri taziye evine ayakkabıları ile mi yoksa ayakkabısız mı sokacak? “Yapılması gerekenleri bir kâğıda mı yazsam?” diye geçiriyordur eminim aklından şu an, çünkü unutacak. Kaç kere taziye evinde bulundu ki? Kökümüzden, tarihimizden, geleneklerimizden, örf ve adetlerimizden kopartılanlardan o da... Ama bizim gibiler de var bu sokaklarda. Biliyoruz, görüyoruz, tanıyoruz onları... Ama durun, durun bir dakika ya! Hızla geçmeyelim bu mevzuyu. Neden böyle oldu ki? Ne yaptılar bize ya? Biz neyiz, biz kimiz? Bu soruları Gül Yetiştiren Adam şu şekilde cevaplamıştı sanırım: Ama savaşarak neyi ortadan kaldırmak istemişlerse, savaştan sonra o gelmişti. Tuhaf bir kader.

Peki, ama niye gelmişti? Niçin gelmişti? Kim getirmişti onları? Amaç neydi? Kimler inandırdı bunları bize? Peki, biz ne zaman inandık? Nasıl inandık? Taceddin Dergâhı’nda duvarlara kanlı tırnaklarla kazılanı neden anlamadık ve anlatamadık yahut yanlış anladık ve yanlış anlattık? Nasıl göremedik beyaz bir duvarın siyah olmadığını? Hiç o duvara dönüp baktık mı ki? Yahut bakarken mi göremedik? Bu yüzden mi bize bir yabancı gibi davranılması? Düşüncelere dalıp gittiğimi gören ablam ellerimi tuttu. Gözlerini benim gözlerimin içine dikti. Yanaklarımızdan zerre yaş süzülmedi, ama çok da seviyoruz annemizi(!) Ama yaş akmıyor da. “Neden abla?” diye soruyorum. “Nasıl? Niçin? Ne hakla abla, hangi hakla?”

“Çünkü biz güçlüyüz, çünkü biz gerçeğiz,” diye ablam, dayılarım ve yengelerimin zehirli bakışları üzerimize sabitlenmişken kulağıma eğilip fısıldamaya başlıyor. “Ve onlar aşağıların aşağısında aşağılık fikirleriyle medeniyet kurmuş aşağılıklar,” diyor. “Bize olması gereken yeni gerçekliğimizi anlat(a)mayanlar, tanıt(a)mayanlar yahut yanlış anlatan ve tanıtanlar yahut saptıranlar onlar; bizi yalnız başımıza makûs kaderimizle baş başa bırakanlar onlar. Bize yardım eli uzatmayıp bizi hor görenler onlar. Biz açlıktan otobüslerde bayılırken, otobüs parası olmadığı için okula gidemezken bütün kapıları yüzümüze kapatan, kapılarını açmayan alçaklar onlar. Bin bir türlü tacizin, sapıklığın mülevves elleri akl-ı beliğ olmadığımız zamanlarda vücudumuzda gezinirken, bütün bu olanları görmezden/bilmezden gelen alçaklar onlar. Bu yüzden ağlamıyoruz ablacığım bu yüzden.” Ve onlar, toplumun göremediği karanlıklarda her türlü sapkınlığı ve iğrençliği yapmış olmalarına rağmen, ablamla beni bu fısıldaşma hadisesinden ötürü “Toplum içinde kulaktan kulağa da neyin nesiymiş?” diyerek ayıplıyorlar.

Ablam mutfağın balkonuna gitmemi, oraya uzay mekiğiyle inen dostlarımızı balkondan içeriye -eve- almamı yine kulağıma fısıldıyor. Ben de bir çocuğun hayırlı yahut hayırsız bir evlat, vatansever yahut vatan haini yetiştirilmesinde ailenin oynayabileceği rolleri aklımda tasnif ederek, hayatları boyunca bize bir pul dahi yardımı dokunmayan bu alçakların; yani bu dâhili bedhahların içinden, kulaklarımı tıkayıp, gözlerimi kapatıp ve gövdemi siper edip hızlıca geçiyor ve evin içine dalıyorum. Mutfağa doğru seğirtiyorum.

Ve işte küçük mutfağımız... Karışık, sıkış tıkış bir mutfak... Mutfağın ortasında beyazlığını kaybetmiş bir yemek masası; masada üstüne yağ, salça bulaşmış tuzluk ve karabiberlik; içinde esmer ve beyaz küp şeker ile ölmüş karıncalar -bazıları yaşıyor sanırım- olan kapağı kırık bir şekerlik; sapları kararmış şeker kaşıkları; masanın etrafına dizilmiş kırık dökük sandalyeler; masanın karşısında uzun zamandır temizlenmemiş pis bir fırınlı ocak; hemen üstünde fırınlı ocaktan iki üç kat daha kirli bir davlumbaz; uzun zamandır ovulmamış beyazımsı bir mutfak tezgâhı; rengi kararmış ve kireç bağlamış damlatan bir musluk; lavabonun karşısında kaplaması solmuş, yer yer paslanmış bir buzdolabı; mutfak tezgâhının üstünde muhtemelen iki üç senedir içi temizlenmemiş cam kapaklı bir yüklük; tahtaları çürümüş, tozlu, yağlı ve isli mutfak dolapları ilk göze çarpanlar.

Bu görüntü kocasının umursamazlığı, vurdumduymazlığı, ilgisizliği, tembelliği, iş görmezliği, kadına ve kumara düşkünlüğü, sapıklığı, sapkınlığı, terbiyesizliği, gevezeliği, hayasızlığı, boş boğazlığı daha neleri neleri yüzünden bütün yaşama sevincini kırklı yaşlarında kaybetmiş epey hassas, kırılgan, alıngan, hastalık hastası, melankolik, manik depresif, aşırı bencil, hayatı boyunca büyük bir yalnızlık ve ölüm korkusu yaşayan bir annenin çocuklarına mirası... Görüntüyü ve bu görüntünün oluşturduğu düşünceleri süratle aklımdan silip gelenleri karşılıyorum. Ancak ne acı değil mi insanın gözünün önündeki gerçekliği görmezlikten gelemeye çalışırken sürekli onunla yüzleşmek zorunda kalması? Uzay mekiğinden dört kişi iniyor balkona. Cânımihr, Erda, Anime ve Gülşen adlarını taşıyan dört kadın... Hangi evrenden geliyorlar, ne türü sembol ediyorlar bilemiyorum o an, ama hani derler ya “Allah iyi insanlarla karşılaştırsın.” İşte o iyi insan sıfatını taşıyan kişiler bunlar. Tanımasam da görür görmez anlıyorum. Hepsi mutfağa girerek bir işle meşgul olmaya başlıyor.

Çay, yemek, misafirlere servis, bulaşık... Birkaç kez mevzu açmaya çalışıyorum, ama pek konuşkan değiller. Aslına bakılırsa işime geliyor bu halleri ve odaya Güneş’imin -eşimin- yanına gitmek için bir girişimde bulunuyorum; ancak koridorda elinde kahve kupasıyla işte abim karşınızda. Evimizin en mağduru... Lakin kendini mağdur etmeyenlerden... Genç yaşta Özgürlük Evreni’ne seyahat etti. Uzun zamandır ruh ikiziyle orada yaşıyor. Her zamanki gibi akıllı, sinirli ve kibirli... Sağa sola sağlam laflar çarpıyor. O lafları yiyen bir sinek gibi duvara yapışıyor. Güçlü, haklı, sivri dilli... Durdurmak imkânsız... Zaten başa çıkmak da mümkün gözükmüyor. Beni görünce “Kahveyle ve kalabalıkla ilgili birkaç problemim var,” diyor. Herhangi bir siham-ı kazasına uğramamak için gıkımı çıkarmıyorum. Hüzünlü mü, kayıtsız mı; seviyor mu nefret mi ediyor; zorunluluk mu gereklilik mi... Ne hissettiğini çözmek imkânsız. Haklı bir his/sizlik...

Peki, onca yaşanan? Abim elinde bardağıyla çevresindeki insanları küçümseyen ve onlara tiksinen bir nazarla bakarak konuşmaya başlıyor: “Dostoyevski: ‘Bence insan, yakınlarını sevmek olanaksızlığıyla birlikte doğar. Akrabalar arasındaki sevgi bu bakımdan iğrençtir. Hak edilmemiştir çünkü. Sevgiyi hak etmek gerekir,’ diyor.” Etraftaki insanlardan bakışlarını benim üzerime çeviriyor: “Mezarlığın yakınındaki lounge’da kahve içiyor olacağım. İyi kahve... Namaza çağırırsın,” deyip elinde bardağı ve her zamanki karizması, ukalalığı, umursamazlığıyla evden çıkıyor; apartmanın merdivenlerini yavaş yavaş iniyor. “Adam haklı,” demekten ötesini yapamıyorsunuz. Hem konu abim olunca yapmazsanız sizin için çok daha iyi olur. Bense eşimin bulunduğu odaya varmak, onu görmek için yaptığım teşebbüse geri dönüyor ve tekrar odaya doğru harekete geçiyorum.

Kapı kapalı, çalıyorum açmıyor; bir daha çalıyorum yine açmıyor. Meraklanmaya başlıyorum. Kapının altındaki boşluktan geçmeyi planlıyorum, ama ev çok kalabalık. Bir anda o kadar küçülürsem herkes bizi Ecinnilerden sayar, Tanrısını Kaybeden İnsanı Ele Geçiren Cinler başlığı altında yakmaya kalkışır Alimallah. Zaten niyetliler... Banyoya gidip küçülmeyi kimseye görünmeden duvar dibinden içeriye sızmayı planlıyorum, ancak ceplerimi karıştırdığımda minik iksir şişelerini yanıma almadığımın farkına varıyorum. Ansızın kulağımda Dostoyevski’nin sesi: “Kitaplıktaki Alice Harikalar Diyarı’ndaya bir göz at bence.” Çok güzel bir fikir bu... Bu fikri kabul etmeden önce Dostoyevski’nin Avrupa’daki çağdaşlarını okuduğuna şaşırıyor, bu dâhiyane fikri -Alice Harikalar Diyarı’na göz atma fikrini- kabul ediyor ve ona teşekkür ediyorum. Bizim bu kabul kararını bir şekilde öğrenen Varvara Petrovna: “Harika!” diyor.

“Önce soylu kararlılığınız, sonra da özel ilişkilerimizde pek kulak vermediğiniz mantığınızın sesini dinlediğiniz için.”Varvara Petrovna’nın ne demek istediğini hiç anlamıyorum. “Peki, sizin düşünceniz nedir Varvara?” Ve ses kayboluyor. Bense kitaplığın bulunduğu odaya doğru ilerliyorum. Ne güzel ki o oda, taziye evi olarak kurgulanmış bu apartman dairesinin kullanılmayan tek odası. Hemen odaya dalıyorum, kimsecikler yok; kapıyı kapatıyorum ve kilitliyorum. Kitaplıktan kitabı alıyor, sayfalarını açıyorum. Alice’den yardım istiyorum. Üç kere art arda: “Beetle Juice, Beetle Juice, Beetle Juice...” diyorum. Alice sayfaların arasından başını çıkartıyor: “Küçülme iksiri tavşanda gizli. Çıkar şapkadan tavşanı, al bakalım iksiri,” diyor ve kayboluyor. Sayfaları hızlı hızlı geziniyorum. Tavşan yok. Sesleniyorum, cevap yok. Bir daha sesleniyorum. Yine cevap yok. “Sıkıldım bu işten Şapkalı Tavşan. Her zaman olduğu gibi soytarılık peşindesin,” diyorum.

Sonra fark ediyorum ki harflerin ardına saklanmış. Tuttuğum gibi kulaklarından çıkarıyorum harflerin arasından o koca kafasını. Çok öfkelendiğimi görüyor. Her zamanki gibi panik ve korkak “Lütfen, lütfen kızma bana. Sadece eğlenmeye çalışıyordum. Ne kadar çok öfkelisin,” diyor. “Annem öldü lan benim! Uğraşamam seninle ve saçma şakalarınla. İksiri ver. İksir nerede,” diyorum kızgın bir şekilde. “Ben mi öldürdüm sanki, bana neden kızıyorsun? Sen öldürdün! Sen! Kabul et bunu. Bıraktın gittin kadını. Sahip çıkamadın annene. Perişan oldu kadın bu evde. Bakımsızlıktan, pislikten, mikroptan öldü. Senin için hayatını tüketti, en çok senin için bir şeyler yapmaya çalıştı. Karşılığı bu muydu?” O kadar çok öfkeleniyorum ki Şapkalı Tavşan’ın boğazını iki elimle sıkıyorum. Gözleri yuvalarından fal taşı gibi fırlıyor. “Hiçbir şey bilmiyorsunuz,” diyorum. “Hem de hiçbir şey. Gördüğünüz ve işittiğiniz kadarıyla her şey tozpembe. Gerçekleri ne sen bilebilirsin ne de ben yazabilirim. O kadar iğrenç ki?”ŞapkalıTavşan’ın yüzünün rengi giderek morarıyor.

“Tamam, tamam!” diyor. “Sıkma boğazımı daha fazla, yalvarırım! Al, al bu anahtarı. Pandoranın kutusu içinde. Kutuyu aç, iksiri al. İç iç küçül; sonra fidan gibi süzül,” diyor. Bir cevap almamın şaşkınlığıyla, “Ne kutusu? Nerede bu kutu?” derken gevşettiğim parmaklarımın arasında kayıp gidiyor Şapkalı Tavşan. Elimde anahtar kalakalıyorum. “Benim anahtara değil, iksire ihtiyacım var,” diye ardından bağırıyorum. Ancak o, kitabın satırları arasında çoktan kayboluyor. Artık onu bulmak imkânsız... Onu bulmak için çocukluğumun kâbuslarına ve çığlıklarına dönmem gerekiyor ki bunu yapmamı hiçbiriniz istemezsiniz. Ama yine de sığınağımdın benim Alice! Ah, Lewis Carol! Evlatlarını çektiğin o fotoğrafları ilk gördüğüm zamanlar ben de sanmıştım ki sadece bize değil o yaştaki herkese yapılıyor demek ki bu? Normal bir şey yani? Offfff, yine düşünsel Back To The Future yaşamayım dedikçe kayboluyorum geniş zamanın içinde. Asıl konumuz neydi? Hah, pandoranın kutusu...

Kutunun nerede olduğunu anlamak için zihnimi zorlamaya başlıyorum. Kütüphanedeki tüm kitaplarda düşüncelerimi ve hafızamı seyahate çıkarıyorum. Şimdi bir tahattur edelim. Hmmmm! Ömer Seyfettin’in, Beyaz Lale’sinde mi saklıydı bu pandoranın kutusu? Hani Serez’in yağmasını, ahalinin katliamını intizam ve usul dairesinde idare etmek için tayin edilen, bedbaht Rumeli müslümanlarını soykıran Binbaşı Radko Balkenski’nin çete üyelerinin -Dimço Kaptan hariç- ceplerinde taşıdıkları kutuda mı? Hayır, hayır... Onlar kutu değildi. Çetecilerin hepsinde çanta vardı. Tamam, o zaman Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Bir Tren Yolculuğu’nda mıydı yoksa? Hani zavallı Zeynep’in dramatik ve trajik hikâyesi... Trene binmek üzere olan trup vardı. Onlara, Jandarma Kumandanı, ölen Zeynep hakkında elinde bir telgrafla bir şeyler soruyordu. Trupun yanlarında manevra sandıklarına benzeyen küçük tahta bir kutu vardı. İşte kesin o kutu bu kutu olmalı. Neredeydi o kitap? Offf bulamıyorum, neredeydi yaaa?.. Bir dakika, bir dakika!..

Yok ya, bu da olamaz. Çünkü o kutunun ne kurguyla ne de Zeynep’e olanlarla bir ilişkisi var. Zeynep’in zaten benim hayat hikâyemle de bir ilişkisi yok demek isterdim, ancak onun çektiği tarz bir dram benim dramım. İçimde büyüyen ve asla içimden atamayacağın bir korku, bir his, bir düşünce, bir iğrenç... Neyse!.. Ayrıca şimdi aklıma geldi; hikâyedeki de bir kutu değildi; o bir çekmeceydi. Evet, o zamaaaaaaaaaaaaaaaan, bir göz atalım şöyle kitaplığımıza. Hmmmmmmm!.. İhsan Oktay Anar, olabilir mi? Puslu Kıtalar Atlası mesela, Uzun İhsan Efendi’nin limanda saklandığı kutu olabilir mi? Ama o da bir kutu değildi ki! O bir fıçıydı. Devam et düşün. Füruzan, Parasız Yatılı; Dönüşüm, Aylak Adam... Yo, yo, yo, bunlar da değil. Bilge Karasu; Diz Boyu Papatyalar... Eeee, nerede bu lanet olası kutu? Haaaaaaaaaaaaaaaaa, evet şimdi buldum! Sait Faik’te. Hani vardı ya, bir adamı vapurda dikizliyordu; adamın yanında bir paket, paketin içinde ne olduğunu tahmin etmeye çalışıyordu, ama hangi hikâyeydi bu? Önce hikâyeyi hatırlamak lazım... Dur bakalım. Hmmm...

Alemdağ olamaz, Mahalle Kahvesi de değil, şuna bakalım. Mahalle Kahvesi içindeki öyküler, evet bunlar değil. Ahaaaa, Lüzumsuz Adam’da!.. Burada da değil yahu. O zaman Son Kuşlar. Evet, evet, Son Kuşlar. Hikâye hangisiydi? Bu değil, bu muydu? Bu dursun; bu değil, bu değil... Evet, evet! O atladığım; evet buldum, buldum, buldum. Bulunamayan. Hani vardı ya vapur seyahatinde yanında paketi olan bir adam. İşte pandoranın kutusu o kutu olmalı. Ahhh, hınzır adam seni! Bu adam hesabına fazla şeyler yüklemeden, elbisesine bakıp temiz bir adam olduğunu, güler yüzüne bakıp iyi adam olduğunu tahmin etmek güç değildir. Ama mesela yanına koyduğu garip şekilli, sicimlerle sıkı sıkı bağlanmış paketin içinde ne olduğunu anlamanız imkânsızdır. Adamı vapurun ucunda yakaladım, yapıştım yakasına:

-Evet, ver bakalım şu kutuyu gizemli adam.

-Vermem...

-Ver dedim şu pandoranın kutusunu.

-Bu bir kutu değil.

-Yahu, versene iksiri!

-Bunun içinde iksir filan yok. Bu paketin içinde âlim teknesi var.

-Teknenin içindedir.

-Yok!

-Teknenin içindedir dedim sana, ver şunu.

-Dur! Çekiştirme kırılacak, çocuklar için bu.

-Benim bütün çocukluğum kırılmış. Bu tekne kırılsa ne olacak.

O arbede esnasında adamla yüz yüze geliyoruz. Bu gözler, bu yüz, bu nasırlı çatlak kirli siyah eller, bu pis kokan nefes, bu ses, bu tekne... Bu tekne? Bu tekne? Bu tekne?

-Yoksaaaaaaa sen! Çocukları! Bu tekneyle! Aman Allah’ım! İğrenç herif!

-Ne demek istiyorsun?

-Ver dedim şu tekneyi pis sapık.

Büyük bir nefret ve hırsla elinden çekip aldığım gibi uçlarından tutup, dizlerimle ortasından ikiye bölüyorum tahta tekneyi ve içinden iksir çıkıyor. Çocukluğum gibi ellerim, dizlerim, kalbim ve ruhum kanıyor. Umursamıyorum, daha doğrusu duyumsamıyorum. Öfkemden âdetâ bir boğa gibi soluyorum. Tam da elimdeki tekneyi adamın kafasına geçirecekken omuzumda ateş gibi sıcak bir el hissediyorum. Bir de dönüyorum ki arkama, Sait Faik, o kocaman mavi gözleriyle bakıyor derin derin. Bütün olanları izlemiş ve işitmiş. Ve bana “Gerçekten mi?” diye soruyor. “Gerçekten,” diyorum. İnanılmaz derecede üzülüyor. “Anahtarın vardı. Teknenin kapısını açmak için keşke onu kullansaydın,” diyor. “Aklımdan tamamen çıkmış,” diyorum. “Olmaması gerekirdi. Çok üzgünüm. Ama en azından başardın, iksiri buldun. Şimdi iç, sonsuz mutluluğuna ve eşine kavuş. Haydi, durma iç.” Yanakları ıslanıyor Sait’in ve mavi bir balık olup kayboluyor sayfaların arasında. Kitabı kapatıyorum ve ait olduğu rafa kaldırıyorum.

Önce, kilitlediğim odanın kapısını sessizce açıyorum, iksiri içiyor ve ardından küçülüyorum. Kapının altından geçiyorum. Holde dolaşan insanlara gözükmeden bir fare gibi duvar dibinden hızlıca Güneş’imin olduğu odaya giriyorum. Güneş’im yüzüstü yatakta yatıyor. Her zamanki gibi, bacaklarının dizden aşağısı yatağın dışına doğru uzanıyor. İksiri tekrar içiyorum ve uzuyorum. Ayaklarından öpüyorum. Ses çıkarmıyor, ama anlıyor benim olduğumu. “Yine o iksiri içtin değil mi? Oysa hepsini çöpe atmıştım. Yine nereden buldun?” diyor buruk bir sesle. “Kapıyı açmadın. Ne yapabilirdim?” diyorum. Yüzünü bana doğru dönüyor. Gözleri ağlamaktan kıpkırmızı, yanakları ıpıslak olmuş. “Bu evde çok acı var,” diyor. “Acı ve hüzün ve keder ve elem ve iğrenç ve kötü ve pis ve aşağılık ve kirli ve tiksinç ve hastalık ve umutsuzluk ve uğursuzluk ve Tanrısızlık ve...” Ayağa kalkıyor. “Aman Allah’ım! Tüm bu yaşananlar insanlık dışı. Neden anlatmadın? Neden? Nasıl bu kadar...” Kelimeler adeta boğazında düğümleniyor. “Aman Allah’ım, nasıl taşıdın bu yükü sırtında bunca sene? Nasıl?” Boynuma sarılıyor.

Güneş kokan saçlarını içime çekiyor ve incecik beline ellerimi dolayıp “Hem bu kadar yükü benimle taşımanı istemedim hem belki beni bırakıp gidersin diye korktum,” diyorum. Elimdeki iksiri alıyor ve içiyor. Çok şaşırıyorum, çünkü her türlü iksire karşıdır. Pembe bir kelebek oluyor. Ben de iksiri içiyor mavi bir kelebek oluyorum. Pencerenin aralığından süzülüp sıcak havada Güneş’imle rüzgârın bizi götürdüğü yere sürükleniyoruz. Tuz kokan sonsuz maviye ulaştığımızda bir soyunma kabinin içine giriyor tekrar içiyoruz iksirimizi. Ve adımlamaya başlıyoruz sahilin sarı sıcak kumlarını. Güneş tenimizde ve elim Güneş’imde. Sarı sıcak, mavi köpüklü beyaz sesler yükseliyor çakıl taşlarından; ayaklarımıza dolanan ıslak kum taneleri parmaklarımızı gıdıklıyor. Gülüyoruz. Güneşe bakıyoruz. Tekrar gülüyoruz. Güneş’ime bakıyorum tekrar gülüyoruz. Bana bakıyor Güneş’im, tekrar gülüyoruz. Bu sefer güneş bize bakıyor ve biz tekrar gülüyoruz. Ve annem geliyor aklım(ız)a ağlamıyoruz ama gülmüyoruz; ağlamıyoruz da. Ölüme ağlanmaz mı? Ağlamıyoruz. Ağlayamıyoruz. Yürüyoruz sahil boyunca Güneş’imle el ele, ayaklarımız çıplak değiyorken denizin dalgalarına. Ve yürüyoruz sahil boyunca ve varıyoruz sahilin bittiği ormanın başladığı patikaya.

Patikanın sonunda bir cami... Ezan sesi... İkindi vakti. İkindi namazını müteakip... Ezan sesini takip ediyoruz Güneş’imle; güneş, bizi takibi bir gölgelikte bırakıyor. Sese yaklaştıkça defin için gelen o insanları görüyoruz. Hani o gözyaşlarına ve hıçkırıklarına bir türlü inanamadığım kalabalık... Tabii uzay mekiğinden balkonumuza inenleri de. Ve diğerlerini de... Olması ve olmaması gereken diğerleri... Ve sessizce, görünmez adam misali içlerine karışıyoruz; görmüyor yahut görmezden geliyorlar bizi. Veya gerçekten görünmez de olabiliyor bizim gibiler kalabalıkların içinde. Abimi, ablamı ve beni gasilhaneye çağırıyorlar. Annemizi son kez görmek için... İçeri giriyoruz. Son kez, halatın morarttığı boynuna bakıyorum. Ağzı açık, kapkaranlık bir kuyu gibi, ipince dudakları mosmor, gözleri yarı açık, göz bebeği yukarı kaymış, bembeyaz skleradan başka bir şey gözükmüyor. Önce farkına varamıyorum, ama Güneş’im de gelimiş gasilhaneye. Annesini o halde görünce üzülüyor. Ufak gözyaşı damlaları...

Gayet normal, karşısında kayınvalidesinin ölüsü var. Lakin sonunda onun da dikkatini çekiyor. Hafifçe yaklaşıyor ölüye, gözleri fal taşı gibi açılıyor; annemin boynundaki morluğu fark edince çığlık atarak dışarı çıkıyor. Ablam, “Çoğu şeyi anlatmamışsın kızcağıza.” diyor. “Hiçbir şey anlatmadım,” diyorum. “Annem bunu yapmaz,” diyorum. “Yapamaz; ölümden, yalnızlıktan dehşetle korkan bir kadın bunu yapamaz.” Ablam annemin gözlerinin içine bakıp “Anneme o insanların, akrabaların çocukluğumuzda bana, sana ve abime neler yaptıklarını bildiğini bildiğimizi söyledim; bunun için hiçbir şey yapmadığını ve sırf tek başına başa çıkamayacağı, yalnız kalmaktan, daha fazla acı çekmekten korktuğu için bütün bu duruma seyirci kaldığını birkaç sene önce öğrendiğimizi söyledim,” diyor ablam. Nutkum tutuluyor. Şakaklarım zonklamaya başlıyor. Gasilhaneden çıkıyorum. Etrafımda bana anlamsızca bakan bir kalabalık... Ellerimde, ayağımda, her tarafımda hoş bir mayhoşluk ve karıncalanma... Sırtımdan bütün yük kalkmış gibi bir his... Dizlerimin bağı çözülüyor, yere çöküyorum ve hüngür hüngür ağlamaya başlıyorum. Ve gözyaşları içinde annem için, bizim için, onlar için gönülden duaya ve af dilemeye başlıyorum.

Rabbim, lütfen bizi ve onları bağışla!