Tanıdık ölümler ve çareler
Edebiyat/yazı, bir şeyleri -hatta sadece ve yalnızca güzel şeyleri- anlatmak adına aracı olarak kullanıldığında göze batmıyor. Fakat bir çirkini, kötüyü, kötülüğü anlatmaya kalkıştığında bariz şekilde diğerlerinden sıyrılıyor. Bunu yapmak ve yaparken de "çiğ"liği ortadan kaldırmak da şüphesiz maharet ister.
- "incecik omuzlarıyla taşıdığı geniş ovaların yükünü almıştı telli dastar..."
Ünzile Akkan'ın Telli Dastar'ı geçtiğimiz Ağustos ayında Şule Yayınları etiketiyle raflardaki yerini aldı. 17 ayrı hikâyeden oluşan kitapta okuru sarıp sarmalayan bir grilik, sisli ve puslu hava daha ilk öyküden itibaren hissediliyor. Bazı unsurların tekrarıyla karşılaşıyoruz. Örneğin okurken vızıldayıp duran bir kara sineği görür gibi oluyoruz, neredeyse her öyküde bir sinek figürü var. Kan, karınca, çamur, fare, ihtiyar, toprak, kömür yine sık geçen kavramlar. İhtiyarlık üzerinde çok durulmuş ve ihtiyar karakterler kullanılmış. Bu ihtiyarın genelde erkek olması bizi bir yerde "baba" figürüyle de baş başa bırakıyor. Bir de soyut anlatım eklendi mi, bahsettiğim grilik yavaşça siyaha dönüyor diyebiliriz. Yazarın değindiği meselelerin temelinde bir şeyleri "dert" edinme ve bunu edebiyatla ifade etme kaygısı olduğunu görüyoruz. Nitekim kitabın ilk öyküsü olan "Lekeli Hikâye" son cümlesine kadar insanın yakasına yapışıyor.
Sonrasında 13 Mayıs 2014 yılında meydana gelen ve bu millete mensup herkesin içinde bir yerlerde yara olan Soma faciasından bahsettiği "Saydım" öyküsünü okuyoruz; boğazımızda bir yumru. "Taşra"dan taşıp Akkan'ın öykülerine misafir olan meseleler, köyde ve köylerin meydanlarında -bazen ormanlarında- vücut buluyor. Anadolu motifleriyle işlenmiş bir hikâyeye şahit oluyoruz aslında. Kitabın adından da anlaşılacağı gibi köy yerlerinde kızların omuzlarına atıp kınaya, düğüne gittiği telli dastar, bu motiflerden yalnızca bir tanesi. Zaman zaman klişe konularla karşılaşsak da yazarın kullandığı dil itibariyle bu klişelik kırılarak başka bir hâl alıyor ve genelde de öyküler vurucu bir sonla bitiyor. İlk etapta tahayyül etmekte zorlandığımız görüntüler varken öykülerin ortalarına doğru konu hâsıl oluyor ve hiç beklemediğiniz bir sonla bitiyor.
Yazarın bunu bir teknik olarak kullandığını söylesek, zannediyorum yanlış bir tespit yapmış olmayız. Ritimde zaman zaman duraksamalarla, "olmasa da olurmuş" dediğimiz kısımlarla karşılaşıyoruz. Fakat bütün bunları bir kenara bırakmamızı sağlayacak bir şey yapıyor yazar; bizi rahatsız ediyor. Evet, rahatsız olduk.
Şöyle ki en başında da bahsettiğim sinek, karınca, fare gibi insana aslında rahat vermeyen hayvanların sağında solunda gezdiğini hissedebilir okur. Kanlı bir el, karıncaların davetkârı olurken bir yandan sineklerle dolu ölü fareleri görüyoruz. İlk etapta anlamakta zorlandığım ve hatta 'neden?' diye sorduğum bu kullanım nihayetinde yazarın yapmak istediği şeyi başarılı bir şekilde hayata geçirdiğinin ispatı aslında.
Edebiyat/yazı, bir şeyleri -hatta sadece ve yalnızca güzel şeyleri- anlatmak adına aracı olarak kullanıldığında göze batmıyor. Fakat bir çirkini, kötüyü, kötülüğü anlatmaya kalkıştığında bariz şekilde diğerlerinden sıyrılıyor. Bunu yapmak ve yaparken de "çiğ"liği ortadan kaldırmak da şüphesiz maharet ister. Çirkin olanı dile getirirken sonuna kadar hissettirmek, "çirkinin estetiği"yle bizi baş başa bırakmak Ünzile Akkan'ın Telli Dastar'ını ve içinde bulunan 17 hikâyeyi de olduğu yerden alıp başka bir güruhun arasına -hatta yukarılara- taşımış.
Bu anlamda acıya, kedere, farelere, kanlara ve sineklere; çirkine, aykırıya ve ötekiye; rahatsıza ve huzursuz ve huzursuzluğa da yer vermiş ve cesaret gerektiren bir şeyleri başarmış diyebiliriz.