Tahkiye

Belki yarın yine yollarımız ayrılacak, başka formlar bulacağız, kim bilir.
Belki yarın yine yollarımız ayrılacak, başka formlar bulacağız, kim bilir.

Doğu da Batı da kendi hikâyelerini yüzyıllardır farklı biçimlerde anlatıyor, anlatmaya da devam edecekler. Tahkiye dün onlarda mitler, romanslar biçimindeydi; bizde destanlar, halk hikâyeleri, masallar, meddah hikâyeleri ve mesneviler biçiminde. Bugün onlar da öykü ve roman formuyla tahkiye ediyor, biz de.

İnsan hikâye eden bir varlıktır. Böyle beylik bir lafla söze başlamamı mazur görürseniz, sebebini anlatayım efendim. Yıllardır sürdürdüğümüz “öykü mü hikâye mi?” polemiğinin merkezinde tam da tahkiye kavramı yatıyor. Arapça “hakeye” fiilinden dilimize geçen hikâye, “taklit etmek, bir nesnenin kopyasını çıkarmak” anlamlarını taşıyordu. Tam da bu nedenle klasik İslam filozofları Yunanlıların “mimesis” kavramını tercüme ederken “muhâkat” terimini tercih etmişlerdi. Gün dönüp vakit eriştiğinde hikâye, anlatma, benzetme, tarih, destan, kıssa, masal, rivayet gibi anlamları da ihtiva etmeye başladı. Tahkiye de bir hikâyeyi barındıran bir anlatma biçimi olarak karşımıza çıktı. Öykünün tahkiyeye dayalı, modern bir edebi tür olduğunu söylemek polemiği çözecekti ki, araya ideolojik tercihler girdi. Fakat bunları çabucak geçelim.

Tanzimat sonrasında öykü, roman ve tiyatro gibi tahkiyeye dayanan Batılı anlatı biçimlerinin edebiyat atmosferine girmesiyle, avazeye yeni sesler salınması kaçınılmaz olmuştu. Klasik edebiyatın içerisinde, özellikle mesnevilerin tahkiyeli metinler olması nedeniyle bizim romanlarımız mesnevilerdir diyenler mi dersiniz, gazellerde gündelik hayattan anekdotlar vardır efendiler, toplumsal eleştirinin mecrası gazellerdir diyenlere mi rast gelirsiniz? Elbette Doğu-Batı karşılaştırmasını dün aşamadığımız gibi bugün de bu kıyaslardan vazgeçemeyeceğiz. İliklerimize işleyen bu düşünme biçimi bize yalnız kısır döngüler getirecektir. O nedenle şurasını kabul etmekte fayda var.

Doğu da Batı da kendi hikâyelerini yüzyıllardır farklı biçimlerde anlatıyor, anlatmaya da devam edecekler. Tahkiye dün onlarda mitler, romanslar biçimindeydi; bizde destanlar, halk hikâyeleri, masallar, meddah hikâyeleri ve mesneviler biçiminde. Bugün onlar da öykü ve roman formuyla tahkiye ediyor, biz de. Belki yarın yine yollarımız ayrılacak, başka formlar bulacağız, kim bilir. O nedenle elbette öykü ve romanla karşılaşmadan önce de Doğu edebiyatında güçlü bir tahkiye geleneğinin var olduğunu, klasik edebiyatta manzum ve mensur biçimlerde karşımıza çıktığını ancak ecnebice ifadesiyle “narration”, yeni Türkçe ifadesiyle “anlatı”nın modern Türk edebiyatının bir unsuru olduğunu kabul edip buradan yola koyulalım.

Modern anlatı ile klasik edebiyatın tahkiyesi arasındaki farkı bu iki ayrı geleneğin edebiyata bakışlarında ve sanata yükledikleri fonksiyonda aramakta fayda var. Nitekim klasik edebiyatta, meddah hikâyeleri gibi esasen sözlü anlatılarda, aktarılan hikâyenin muhatabını hem eğlendirmesi, hoşça vakit geçirtmesi hem de bir ahlak ve insanlık dersi vermesi beklenir. Maksadın kıssadan hisse olduğunu Hazreti Mevlana’nın Mesnevi’sindeki yüzlerce manzum hikâyeden ya da Kelile ve Dimne, Bostan ve Gülistan gibi fablların didaktik tonundan çıkarmak mümkündür. Esasen, anlatının Batı’daki hikâyesine baktığımızda da benzer bir panoramayla karşılaşırız. Onlar da epik kahramanlık hikâyeleri anlattılar yetişmekte olan gençlere, Hazreti İsa’nın, havarilerinin ve azizlerin menkıbeleriyle dinî duygularını beslediler, onlar da fabllar anlattı çocuklara nasihat olması için. Hatta romanın yükselişiyle, bu yeni türün ahlaksız olduğu, edebiyatın ahlaki dersler vermesi gerektiği üzerine hayli çaplı bir literatür de oluşturdular. Fakat bugün öykü ve roman gibi tahkiyeli metinlerden bize ders vermesini, kalbimizi arındırmasını, hikemî sözler barındırmasını beklemiyoruz.

O nedenle, klasik ve modern edebiyattaki ürünlerin tahkiyeye dayanıyor olması üzerinden benzetmeler kurmaya çalışmak yerine, bunların bağlı oldukları zihinsel çerçevelerin, değer kümelerinin, metinlere yüklenen fonksiyonların farklı olduğunu idrak etmek gerek.

Şöyle bir karşılaştırma yapmama izin verin:

Tanpınar’ın Huzur’unda etten kemikten, döneminin anlam ve değer arayışının bir mümessili olan Mümtaz, Nuran’a aşıktır. Şeyh Galib’in mesnevisinde ise, fizikî varlıklarıyla değil yalnız temsil ettikleri kavramlarla Hüsn ve Aşk vardır. Huzur’da toplum baskıları, ne derler kaygıları ve Suat karakteri aşkın ve kavuşmanın önündeki engellerdir. Hüsn ü Aşk’ta ise ateş denizi aşılmalı, zatü’s-süver kalesinden kaçılmalı ve diyar-ı kalbe varılmalıdır.

İkisi de tahkiyeli metinler olmakla birlikte, Hüsn ü Aşk’ta zaman herhangi bir an, mekân da herhangi bir yer olabilir. Huzur’da olaylar İstanbul’da ve II. Dünya Savaşı’nın patlak verdiği günlerde geçer. Hüsn ü Aşk’ta ne Aşk’ın çocukluk sancılarını biliriz ne Gayret’in bireysel hikâyesini ama Mümtaz’ın öksüz ve yetim büyüyüşüne içlenir, o güzelim Nuran’ın hayırsız kocasına ileniriz. Huzur, devrinin panoramasını, dönemin insanlarının psikolojilerini, düşünme biçimlerini verir, Hüsn ü Aşk ise sözünü zamanlar üstü ilkeler katından yürütür. Elbette Huzur’un temsilî yanlarını görmüyor değiliz. Ancak klasik edebiyatta hikâye ders vermek için anlatılırken modern edebiyatta hikâye anlatılırken -belki- ondan çıkarılacak bir ders bulunur. Sözü Hazreti Mevlâna ile hitama erdirelim o zaman.

Maksat kıssadan hisse almaktır

Yoksa sana hikâye anlatmak değil.