Sözlü Kültürden Dijital Kültüre Hikâye Anlatıcılığının Dönüşümü
Dijital kültür ve hikâyeciliği 1980’li yıllarda gelişmeye başlamış ve 90’lara gelindiğinde bireylerin kendilerini ifade edebilecekleri alanların ortaya çıkışıyla hız kazanmıştır. Dijital hikâye, bireylerin üretim sürecinde yer aldığı bir teknoloji ürünü olup anlatının, sesin, görselin, müziğin bir araya geldiği hikâye odaklı öykülerdir.
Eski dönemlerden bu yana insanlar, kelimelerin büyülü bir güç içerdiğine, sözün aktarımıyla bu gücün harekete geçeceğine inanmışlardır. Mitolojiden efsanelere, yaratılıştan sürgün ve göç hikâyelerine günlük dil ile ifade edilip aktarılan sözün kutsanması, onun yaşayan ve devinim halinde olan yapısını göstermektedir.
Düşüncenin ifade edilişinde kullanılan sesin dil ile mutlak bir bağı vardır. Dil, sese o derece bağımlıdır ki insanların yaşadığı her yerde günlük hayatı belirleyen temel parametreyi oluşturmuştur.
İnsanın söze dayalı ilk edimi etrafında gördüğü nesnelere isim vermek olmuştur. Allah’ın Âdem’e eşyanın ismini öğretmesi (Bakara/31), insanın nesneleri tanıması kadar dile sahip olduğunu da gösteren bir öneme sahiptir.
Antropolojik çalışmalara göre Âdem öncesi varlıkların Âdem’den ayrılan fizyolojik özelliklerinden en önemlisi konuşma yetisi yani nesneleri isimlendirebilmesidir. İsimlendirme, insanın tanıdığı nesne üzerinde aidiyet hissetmesini sağlar. Çevresindeki eşyayı tanıyan insanın nesneler hakkında fikir yürütmesi, varlığını anlamlandırmaya çalışması ve günlük hayatını devam ettirmesi için dili kullanması kaçınılmazdır.
Sözün doğuşuyla birlikte insan anlatma ihtiyacı duymuş ve sözü kutsallaştırmıştır. Çevresini anlamaya çalışan, sorular soran, düşüncelerini aktarmak isteyen insanın hikâyeye sarılmasının bir nedeni varlığının anlamsız olduğunu kabullenememesinden kaynaklanmaktadır. Hikâye anlattığında, yaşadığı olayları efsanelere, mitlere, destanlara dönüştüren insan, yaşamın zorlu ve korkutucu gerçekliğinin üstesinden gelmiş, en azından onu kontrol altına almaya çalışmıştır.
Yazının icadına kadar insanların hikâyeyi aktarma biçimleri genellikle kulaktan kulağa olmuş ve bu aktarım için çeşitli metotlar kullanarak bilginin taşınmasını sağlamışlardır. Anlatılan hikâyenin taşınması ezbere dayalı olduğundan unutulup kaybolmaması için sürekli tekrar edilmesi gerekiyordu. Kalıplaşmış düşünme biçimleri kültürün aktarımını sağladığı kadar kişinin toplum içindeki statüsünü de belirliyordu. Bu sebeple belirli ritüeller eşliğinde yapılan etkinliklerde şaman ve ozan adı verilen kişiler, belirli zamanlarda bu kültürü topluma hatırlatma görevi görüyordu. Doğum, ölüm, av, şenlik gibi önemli zamanlarda geniş kitleler önünde yapılan etkinliklerde hikâye anlatımı toplumun birliğini sağlama gibi bir işlev de görmekteydi.
Ezberleme yetisi sözlü kültürde haliyle önemli bir yetenek ve nitelikti. Yazılı bir metinden ezber yaparken yanıldığımızda ya da geriye dönüp tekrar etmemiz gerektiğinde o kısma kolaylıkla göz atıp hatırlayabilmemiz mümkün olurken sözle aktarılan bir ezberde geriye dönme ve hatırlama şansımız daha kısıtlı olmaktadır. Özellikle uzun metinlerde, destanlarda ve hikâyelerde aktarımı kolaylaştırmak için belli metotlar uygulanagelmiştir. Bunlardan ilki hiç şüphesiz aktarılan ifadelerin bol tekrar edilişi ve benzer sözcüklerle yeniden söylenmesidir. Düşüncelerin belirli bir sırayla kelimesi kelimesine dizilişi hem anlatının ezberini zorlaştıracak hem de anlatının vereceği zevki azaltacaktır.
Az söze dayanarak aktarılan ve söylemden önce okumaya yönelik hazırlanan metinlerin çizgisel anlatımı yeni bir yöntem olup matbaanın icadından sonra yaygınlaşmaya başlamış bir yeniliktir. Uzun yıllar boyunca benzer sözcüklerle anlatının dönüştürülerek aktarıldığı hikâyelerde, ana omurga korunmakla birlikte yeni eklemeler ve doğaçlamalar ile hikâye yeni bir kalıba girmiş ve anlatı sekteye uğramadan devam etmiştir.
Müslüman Kırgızlardan olan Manas’ın putperest Kalmuklarla mücadelesinde halkını akınlara karşı koruyup bir araya getirişini ve verdikleri özgürlük mücadelesini konu alan Manas Destanı, bilinen en uzun destan olup altmıştan fazla anlatıya sahiptir. Kitlelere hitap ederek anlatılan hikâyenin kesintiye uğramaması ve akıcılığın devamı için doğaçlama ve uyarlama yapımı önemli bir gereklilikti. Bu sebeple kayıt altına alınmış bu destanın çok sayıda versiyonu olup uzunluğu Manasçıların dilinde beş yüz bin dizeye kadar çıkmaktadır.
Orta oyunundan operaya toplumların seyirlik amaçla bir araya gelip icra ettiği gösterilerde anlatının aktarımını kolaylaştıran önemli bir araç da müzik olmuştur. Sözlü anlatının hafızada yer etmesinde ve ifade edilmesinde kullanılan müziğin ritim ve tempo tutuşu, ezberin ve doğaçlamanın temelini oluşturmuştur. Modern dönemde yazılı metin üzerinden çalışılarak sahnelenen gösterilerin aktarımında doğaçlama yetisinin önemi yadsınamaz. Bu haliyle sözlü gelenek metotları günümüzde de kullanılmaya devam etmektedir.
Ritmin ve bedensel hareketlerin de ezberleme yetisinde önemli bir işlevi mevcuttur. Eski dönemlerde ozanlar anlattıkları hikâyeyi daha canlı aktarmak için yaylı veya vurmalı bir çalgıdan yararlanmışlardır. Yine aynı şekilde ezber yapan bir hafızın ileri geri salınımında tutturmuş olduğu ritim bize bedensel hareketlerin de ezberde önemli olduğunu göstermiştir.
Konuşma dilinin aksine yazı dili bir teknolojidir. Belirli bir kültür içine doğmuş her insan fiziksel, emosyonel bir engel teşkil etmediği sürece konuşma yetisine sahiptir. Yazılı söylem ise sözlü söylemden daha ayrıntılı ve sabit dil bilgisi kuralları içermesi nedeniyle doğuştan sahip olduğumuz bir yetenek değildir. Yazıyla aktarılan düşüncenin anlaşılır olabilmesi için dil bilgisi kurallarına uyulması gerekir.
Yazının icadı teknolojik bir ilerlemedir, bu doğru. Ancak modern insanın gelişimi düşünüldüğünde yazının bu denli geç bulunmuş olması da ilginç bir durumdur. Neolitik çağdan günümüze yaşayan insanın, yazıyı ve resmi çeşitli figür ve araçlarla kullandığını bilmemize rağmen bildiğimiz ilk yazı M.Ö. 3500 yılları civarında Sümer toplumunca kullanılmıştır. Sümer toplumu yazıyla yasalarını kayıt altına almıştır. Mevcut düşünceleri ve bilgileri koruma işlevi, yazıyla birlikte düşüncenin hatırlanabilirliğini artırarak zihin üzerindeki ezber yükünü de hafifletmiştir. Bu sayede soyut ve özgün düşüncenin önü açılmıştır.
Yazıya geçirilen metinlerle kültürün taşınması da hız kazanmıştır. Yazıyla birlikte taşa yontulan milli hafıza, o toplumun var olma içgüdülerinden birini oluşturmuş, gelecek nesillere kendi toplumlarının geleneklerini ve hikâyelerini aktarmada bir araç vazifesi görmüştür.
Yazının düşünce paradigmamız üzerindeki etkisi çok derin sonuçlar doğurmuştur. Nesilden nesle aktarılan bilgi kayıt altına alındıkça kümülatif bir etki ile birikmeye başlamış, bu da bilgi üretiminin önünü açmıştır. Artık insanlar felsefeden geometriye, astronomiden din bilimlerine kadar bilginin üretildiği ve depolandığı alanlar üzerinde çalışabiliyor, sanat ve estetik üzerine daha derin düşünebiliyorlardu. Toplumları şekillendiren, gelecek nesiller üzerinde kimlik inşası vazifesi gören anlatıların yazıyla birlikte evrildiği ve düşünce yapımızda değişiklik oluşturduğu da söylenebilmektedir.
Sözlü aktarımda mevcut olan canlı ortam yazıyla birlikte ortadan kalktığı için yazılanların sözlü aktarımdaki gibi kulağa hitap eden formu yerini görsele bırakmış, anlatı dili de görselliğin ön plana çıktığı bir kalıba girmiştir. Yazılan kitaplarda süslemeden ciltlemeye, kapak tasarımından yazı fontuna kadar oluşturulan tasarımlar, yazının bir sanat eseri olarak ortaya çıkmasına ortam hazırlamıştır.
Uzun dönem boyunca yazılanların topluluk karşısında okunuyormuş gibi kaleme alındığı bu geçiş döneminde verilen eserler sözlü kalıplarla düşünme biçimimizi gözler önüne sermektedir. Uzun anlatıların, destanların ve halk hikâyelerinin yazıya geçişinde kullanılan dil, sözlü aktarımdaki ses tekrarları, anlatımın yinelenmesi ve şiirsel dilin öne çıkışı gibi parametreleri göz ardı edemezdi. Ayrıca yazılan ve çoğaltılan eserlerin sayısının az olması da bu kitapların topluluk önünde okunmasını beraberinde getiriyordu. İşte bu sebeple yazılan metinler de yüksek sesle okunuyormuş izlenimi vermeye devam etmiştir.
Hiç şüphesiz yazının icadı kadar toplumların bilgi üretimini ve bilgiyi korumasını etkileyen diğer bir ilerleme de matbaanın icadıdır. Uzun yıllar boyunca insanlar çeşitli baskı tekniklerini kullanmışlardı. Tahtadan yontulan kabartmaların kullanımı ile basılan kitaplar 8. yüzyılda kullanılmaktaydı ama modern anlamda matbaanın icadı 15. yüzyılda gerçekleşmiştir. Metalden dökülen harfe dayalı sistem, baskı teknolojisi için büyük bir devrim oldu. Artık mevcut eserler büyük bir hızla basılıyor, yazılı metinlerin kopyaları ile okuma kültürü toplumda yaygınlık kazanıyordu. El yazması eserler yerini bir örnek metinlere, dizgisi ve mizanpajı tasarlanmış kitaplara bıraktı.
Toplumun kültürünü taşıyan birincil kişilerin yerini kitapların almasıyla birlikte hikâye anlatımı artık kolektif yolculuktan bireysel bir yolculuğa çıkmaya başladı. Kitleler önünde icra edilen seyirlik anlatılar yerini daha öznel okumalara bıraktı. İnsanlar kitaplarıyla baş başa kalarak okuma ve yazma sürecini takip ediyorlardı. Kitapların yazılmasıyla birlikte yazar kavramı da oluşmaya başladı.
El yazması eserlerin yazıldığı dönemde anlatılan hikâyeler, her ne kadar bir yazarın elinden kâğıda aktarılıyor olsa da anonim olduğu için topluma aitti. Bu yazarlar kitaplarını topluma sunarak bilgiyi ve düşünceyi aktarma işlevi görmüş oluyordu. Modern anlamda yazar kavramıyla birlikte fikirlerin ve hikâyelerin aidiyeti değiştiği için kıskançlık ve koruma duygusu da ön plana çıkmaya başladı.
Matbaa, toplumun bilinçlenmesinde ve modern anlamda bir okur kimliğinin oluşmasında büyük öneme sahiptir. Geleneksel yaşam biçimlerini değiştiren/dönüştüren modernleşme süreciyle birlikte hikâye anlatıcılarının yerini bireysel okuyucular almış, anlatı toplumdan bireye taşınmıştır. Artık insanların eline ulaşan ve onların bireysel yolculuğuna katılan hikâyenin dili de aktarım formu da değişime uğramıştır.
Hikâye anlatıcısının topluluk önünde anlatırken dinleyicilerle bir bağ kurması ve onları ses, görüntü, müzikal ile hikâyeye bağlaması, modern okurun ortaya çıkışıyla birlikte ortadan kalkmıştır. Yazılı metin üzerinden anlatılan hikâyeyi etkili kılmak için daha farklı teknikler denenmeye başlanmıştır.
19. yüzyılın sonu 20. yüzyılın başlarında gelişen teknolojiyle birlikte günlük hayata dâhil olan sinema, insanlara tanımadıkları dünyaları ve hikâyeleri kazandırdı. İnsanların günlük eğlencelerinden biri haline gelen sinema, televizyon ve internetle birlikte insanların yeni hikâyelere ulaşması ve yeni ürün oluşumuna katılımıyla hikâyenin dönüşümü de hız kazandı.
1980 sonrasında küreselleşen medyayla birlikte iletişim teknolojileri de dünyayı daha kolay ulaşılabilir ve keşfedilebilir bir yer haline getirdi. Geleneksel okur yazarlığın yanında dijital okuryazarlığın yer almasıyla insanlar, dijital ortamda üretilen ürünlerle hayatlarını şekillendiriyor ve üretim sürecine dâhil olmak istiyordu.
Dijital kültür ve hikâyeciliği 1980’li yıllarda gelişmeye başlamış ve 90’lara gelindiğinde bireylerin kendilerini ifade edebilecekleri alanların ortaya çıkışıyla hız kazanmıştır. Dijital hikâye, bireylerin üretim sürecinde yer aldığı bir teknoloji ürünü olup anlatının, sesin, görselin, müziğin bir araya geldiği hikâye odaklı öykülerdir. Televizyon ve sinemanın gerçeklik duygumuzu hızlı bir şekilde yapılandırdığı ve elektronik iletişimin kullanıma girdiği bu dönemde insanlar kendi hikâyelerini aktarabildiği gibi yeni içerikler oluşturabilmekte ve hikâyelerini topluma iletebilmektedirler.
Bu hikâyelerin aktarımı, geleneksel metotlarla oluşturulan/söylenen hikâyelerden bazı farklılıklar içermektedir. Öncelikle bu hikâyelerde hikâye anlatıcısıyla anlatının sesi birleşmekte yani hikâyeyi anlatan kişi genellikle kişinin kendisi olmaktadır. Yazılı kültürde hikâye anlatıcısı/yazar ile hikâyeyi dinlediğimiz anlatı kişisi/ kahraman farklı olabilmektedir. Anlatıma dâhil edilmeyen yazar figürü bu hikâyelerde aynı kişi olmaktadır.
Yeni medya ürünlerinin görsel kalitesinden sesin kullanımına, hikâyelerin gerçekçi oluşundan duyguların yakalanabilir olmasına kadar birçok özelliği bünyesinde barındırıyor olması, bireylerin daha sistematik ve kurgusal yöntemlere yönelmesini ve etkili iletim yapabilmeleri için çabalamalarını beraberinde getirmiştir.
Sosyal medya ve sosyal ağlar üzerinden aktarılan hikâyelerde bireyler, kendi düşüncelerinin ve hikâyelerinin değerli olduğunu göstermek istemektedir. Güven içinde olduklarını hissettikleri ortamlarda kişisel fotoğraflar ve videolar ile insanların beğenisini kazanmaya çalışmaktadırlar. Sosyal medyanın kullanıcılarına sunduğu enformasyon, bilgi paylaşımı, içerikten yararlanma, beğeni oluşturma ve yorum yapma, içeriğe katkı sunma gibi imkânları ve yapısı gereği uzak mesafelerdeki insanlarla ortak ilgi alanları doğrultusunda topluluk oluşturma özellikleri sayesinde eğitimde ve iş hayatında kullanımı artmaktadır.
Yaşadığı toplum ve kültürle ilgili fikirlerini ifade ettiğinde sosyalleşen ve toplumun bir parçası haline gelen bireyin, içeriğin oluşumu sürecinde uyguladığı metotlar da bireyin kişiliğini dönüştüren bir işleve sahip olmuştur. Sosyal ortamda karşılaştığı hikâyeler ve karakterlere benzemek isteyen, popüler insanların hayatlarını rol model kabul eden insanın yeni bir kimlik kazandığını söylemek mümkündür.
Toplumların yüzlerce yıl içinde deneyimleriyle oluşturduğu ve zaman içinde değişim ve dönüşümle yeniden biçimlendirdiği sözlü anlatıların, görselin ve görsel teknolojinin hayatımızın hemen her alanını kapsadığı günümüzde de kullanılıyor, üretiliyor, dönüştürülüyor olması, sözden ve hikâyeden vazgeçemeyeceğimizi göstermektedir.
- Kaynakça
- FULFORD Robert, Anlatının Gücü, Kitle Kültürü Çağında Hikâyecilik, Kolektif Kitap Yayınları, Ekim 2015
- LEİTCH Thomas, Wikipedia U, Dijital Çağda Bilgi, Otorite ve Liberal Eğitim, Hece Yayınları, Haziran 2016
- ONG Walter J, Sözlü ve Yazılı Kültür, Sözün Teknolojileşmesi, Metis Yayınları, Ekim 2013
- BÜYÜKASLAN Ali, KINIK Ali Murat, Sosyal Medya araştırmaları 3, Gözetlenen Toplumdan Gözetlenen Bireye, Çizgi Kitabevi Yayınları, Nisan 2016
- KÜNGERÜ Ayhan, Bir İfade Aracı Olarak Dijital Öykü Anlatımı, Abant Kültürel Araştırmalar Dergisi (AKAR), Cilt 1, Sayı 2, Ekim 2016