Sonsuz ağaç
Hikâye ağacının gövdesinde rastladığım bir budağa yaslanıp tırmanışıma ara verdim. “Ebü’l Hasan’ı acımasız buluyorsunuz değil mi?” diye sordum. “Acımasızlığından ziyade bunun sebebini anlamaya çalışıyorum. Onu seçim yapmaya zorlayan neydi acaba?” Bir bıçak keskinliğiyle “taht kavgaları ve isyanlar” diye yanıtladım sorusunu.
Francisco Pradilla Ortiz sergisinin afişini gördüğümde içimde kim bilir ne zamandır uyumakta olan hikâye tohumunun çatladığını hissettim. Çoğunlukla böyledir, hikâyenin ekilişinin farkında olunmaz. Fakat filizlenmenin başladığı o eşsiz an bütün haşmetiyle sarsar kişiyi. Sonrası malum; hızla fışkıran sürgünler, dallar, budaklar, yapraklar ve gücü ölçüsünde yıllara direnebilmesi için kalın bir kabuk. Müze, tiyatro, sinema, konser ya da sergi fark etmez, sahnedekiler pek az ilgimi çeker. Dikkatimin çoğu eserlere yönelen bakışlardadır. Sorularla dalgalanıp -şansları varsa- yanıtlarla durulan onca bakış. Asıl sergilenenler onlardır. Tam da bu yüzden sanat galerisinde görece tenha bir köşe bulup beklemeye başladım. Bir yandan parmağıma bol gelen yüzüğü çeviriyor, diğer yandan beni buraya getiren o tablonun, Mağriplinin Son İç Çekişi’nin kapanına yakalanacak bakışı kolluyordum. Düzinelerce kişi, üstünkörü duraksamalarla gelip geçti. Avcumun içine döndürdüğüm yüzüğün irice taşını okşamak bile huzur vermez olmuştu ki... O geldi.
Soluk hâki yeşili pardösüsü, boynunda zarifçe salınan bordo şalı ve kahverengi botlarıyla dışardaki sonbaharı içeri taşıyarak geldi. Hiçbir tablonun önünde vakit kaybetmeden, yıllarca bunu beklemiş gibi, susuzluktan ha kırıldı ha kırılacak bir bedevinin vahaya gelişi gibi geldi. Mağriplinin Son İç Çekişi’nin önünde durup derin bir nefes aldı. İspanyol ressam Francisco Pradilla, Gırnata’nın düşüşüyle Mağrib’e sürülen Emir Ebû Abdullah’ın maiyetiyle birlikte ayrıldıkları kente tepenin üzerinden son kez dönüp bakmalarını tasvir etmiş, eserine de bu sebeple El Suspiro Del Moro yani Mağriplinin Son İç Çekişi adını vermişti. Detay yüklü tuvalin her bir santimini; tepeye çıkan atların adalelerindeki devinimi, kafiledekilerin belli belirsiz yüzlerindeki mahcubiyeti, rüzgarla savrulan entarilerin eteklerini, sırtındaki sazıyla diz çökmüş ak sakallı saray müzisyenini, baldırı çıplak siyahi kölenin sağ ayak bileğindeki pirinç halkayı ve daha nicesini uzun uzun seyretti. Tabii ben de onu.
Sol kaşının üzerindeki kahverengi beni, alt dudağının tam ortasındaki oluğu, kirpiklerinin yukarı doğru yaptığı tatlı kavsi, çenesinde ara sıra beliren titremeyi... Tablolarımızın hakkını veriyorduk. Nihayet eserin kalbine, ucunu yere yasladığı kınındaki kılıcına yaslanmış Gırnata’ya bakan Ebû Abdullah’a sabitledi gözlerini. Gözleri, bitimsiz bir bahar gibi yemyeşildi. Kökleriyle onu sarmaya başlayan hikâyenin emanet edilme vakti gelmişti. Bir ceylana yaklaşır gibi süzüldüm yanına. Boğazımı temizleyip söze girdim: “Emirin yüzü resmedilmemiş. Buna rağmen yüzündeki hüznü görebilmek ilginç.” Cesaret bulduğum bir tebessümle “Bana kalırsa ilginç değil” dedi. “Sonuçta El Hamra’yı kaybetti.” Gülümseme sırası bendeydi. “El Hamra’yı kaybetmedi ki” dedim. İtiraf etmeliyim, gülümsemem biraz bilgiçlik kokuyordu. “Sarayı onun yanındaydı.” Yarım saatten fazladır tabloda gezdirdiği gözlerini ilk kez ayırarak yüzünü bana döndü.
Öyle sanıyorum, saçmaladığımı düşünüyordu. Haksız da sayılmazdı hani. Çatılmış kaşlarıyla “Nasıl?” diye sordu. “Tepeden baktığının düşen kenti Gırnata olduğunu bilmek için tarih okumuş olmaya pek gerek yok.” “Tarih, nadiren gerçekleri söyler,” dedim “çoğu zaman iyi anlatılmış bir hikâyeden fazlası değildir.” Artık yalnızca yüzü değil vücudu da bana dönüktü. Söylediklerim ilgisini çekmişti belli ki. “Evet kent teslim edilmişti fakat Ebû Abdullah’ın gözünü arkada bırakan Gırnata ya da El Hamra değildi. Mağrip’teki ölümüne kadar geçen yıllar boyunca bir kişinin adını sayıklayıp durduğu söylenir. Yusuf. Yahudi kuyumcu çırağı. Asıl adı Joseph ben Ezra. Üstelik emir, onun abisi olduğunu bilmiyordu bile.” “Abisi mi?” dedi şaşkınlıkla. Yanıt beklemeden cılız bir toparlanışla itiraz etti: “O dönemde emirlerin farklı cariyelerden doğma birçok çocuğu vardı.” Yine de anlatmaya devam etmemi istediğini anlayabilmek için –mütevazı olmayacağım- benim gibi bir ifade avcısı olmaya gerek yoktu. “Başka bir cariyeden değil. Özbeöz abisi. Kendisinden yedi dakika büyük, annesinin diğer yumurtasına döllenmiş ikizi.” Tablo, o ve ben dünyanın geri kalanından soyutlanmıştık artık. “En baştan başlasam daha iyi olacak galiba” dedim. Duraksamanın sırası değildi. Hikâyenin köklerine basarak tırmanmaya başladım:
- “Tan vakti ağarırken saray ebesi iki koluna aldığı iki bebekle Ebü’l Hasan’ın huzuruna geldiğinde emir, gece içtiği şarabın esrikliğini henüz üzerinden atamamıştı. Cariyesi Âişe’nin ikiz doğurduğunu, üstelik ikisinin de erkek olduğunu müjdeleyen ebe, bu güzel haberi aracılara bırakmadan bizzat kendisi vermek istemişti. Böylelikle emirin ihsan edeceği hediyeleri de kimseye bırakmamış olacaktı. Fakat kurduğu hayaller emirin gözlerinden süzülen yaşlarla pencerede birikmiş tozlar gibi yıkanıp gitti. Emir, art arda ebenin sağ ve sol kolundaki bebeklere baktı. Ağlamasına hıçkırıklar eşlik etmeye başlamıştı. En güvendiği vezirini çağırttı. Gecelik entarisiyle, apar topar gelen vezirle fısır fısır konuştuktan sonra ebeye yaklaşmasını emretti. Sol kolundaki, diğerine göre daha gürbüz olan bebeğe dokunup vezirine döndü. Onayladığını belirten bir baş hareketiyle yanıtladı vezir. Veliaht belirlenmişti.”
Acımasızlığından ziyade bunun sebebini anlamaya çalışıyorum. Onu seçim yapmaya zorlayan neydi acaba?
Hikâye ağacının gövdesinde rastladığım bir budağa yaslanıp tırmanışıma ara verdim. “Ebü’l Hasan’ı acımasız buluyorsunuz değil mi?” diye sordum. “Acımasızlığından ziyade bunun sebebini anlamaya çalışıyorum. Onu seçim yapmaya zorlayan neydi acaba?” Bir bıçak keskinliğiyle “taht kavgaları ve isyanlar” diye yanıtladım sorusunu. “İkizler doğmadan birkaç ay önce emirin Zagal namıyla bilinen kardeşi Muhammed bin Sa’d, Meriye’de bağımsızlığını ilan etmişti. İstemeye istemeye oğullarından birini daha doğar doğmaz veliaht seçip diğerini uzaklaştırmış olması çok normal.” “Tarihin gerçeklerle arasının pek iyi olmadığını söylemiştiniz.” dedi kaşlarını kaldırarak. “Sizin gerçeklerinizi dinlemeyi tercih ederim.” Açıkça hikâyeyi sürdürmemi istemesi hoşuma gitmişti. “Hay hay” dedim gülümseyerek. Bastığım budaktan güç alarak tırmanışıma devam ettim:
- “El Hamra’nın kıyısındaki Yahudi mahallesinin meşhur kuyumcusu Ezra, karısı ile birlikte vezirin emaneti olan çocuğa Joseph adını verdiler. Kendi evlatlarıymış gibi büyüttüler. Joseph’in yedisine bastığı gün kuyumcu dükkanına bir saray muhafızı geldi. Emirin, haremi için mücevher sipariş ettiğini söyledi. Sırrı bilen altı kişiden biri olan Ezra bunun ne anlama geldiğini biliyordu. Emir ve cariyesi oğullarını görmek istiyorlardı. İşte Joseph’in koparıldığı El Hamra’ya ilk dönüşü böyle oldu. Parça, farkında olmasa da bütününü arzular her zaman. Tam da bu yüzden, cümle kapısından içeri adımını attığı anda El Hamra’nın büyüsüne kapılması Joseph’in kaderiydi. Yeryüzündeki cennet bahçesi olarak da bilinen sarayın, ziyaret eden herkesi etkilediği, içine alıp da değişmeden dışarı bıraktığı bir tek kimsenin olmadığı doğruydu. Fakat Joseph’in tecrübe ettiği durumun sözcük olarak tek bir karşılığı vardı, o da aşktı. Öyle bir aşk ki Züleyha’nın Yusuf’a duyduğundan geri kalmaz.”
Tabloya döndü bir anda. Aradığını hızlıca buldu. Ebû Abdullah’ın ve tabii Joseph’in annesi Âişe. “Bir anne oğlundan yedi sene nasıl ayrı kalabilir?” diye mırıldandı. “O günden sonra sık sık gördü ama” diyerek teselli etmeye çalıştım. “Joseph mücevher alma bahanesiyle sürekli saraya çağrılır olmuştu. Onun da işine geliyordu tabii. Kapısından çıktığı anda El Hamra’yı özlemeye başlıyordu çünkü.” Ağacın ortalarına varmıştım. Sık yaprak dokusunun ardından zirvedeki dalı görebiliyordum artık. Hemen üstümdeki dalı tutup yukarı çektim kendimi:
- “El Hamra’ya gele gide kendini sevdirdi Joseph. Tüm saray efradı tarafından hanedandan biriymiş gibi muamele görüyordu. Kimse adını olduğu gibi söylemiyordu ama. Dışarda Joseph olmaya devam ederken El Hamra’nın Yusuf’u olmuştu. Saraya bunca girebilme ayrıcalığına rağmen sevgilisinden ayrı geçirdiği her bir saniye cehennem gibi geliyor, Joseph diye çağrıldığı her bir gün yoksunluk hummasına tutuluyordu. Yine böyle tahammül ipinin iyiden iyiye inceldiği bir gün, usta babasının atölyesine girdi. Sandalyeye oturup masanın üzerindeki mücevher işçiliğinden artakalan değerli taş zerrelerine takıldı gözleri. Baktı baktı baktı... O baktıkça zerreler zihninde toparlanıp dizilmeye; güneye ve kuzeye, doğuya ve batıya, yukarıya ve aşağıya doğru birleşmeye başladı. Kararını vermişti. Bir yüzük dövecekti. Aylar günleri, yıllar da ayları önüne katıp süpürdü.
- Tam yirmi yıl boyunca Joseph, yüzüğünü dövmeye devam etti. Gümüş muhafazasını bitirdiği sene kardeşi olduğunu bilmediği Ebû Abdullah yönetimi ele geçirmişti. Babasının sırrından sızan tedirginliğin devasa neticesi gibi babasını bertaraf ederek oturmuştu tahta. Kişi ihanet bıçağını bir kez kullandı mı ömür billah ucunun kendine yönelmesi korkusunu taşır içinde. Ebû Abdullah da bu korkunun pençesine düşmüş, kuşku ve güvensizliğinin şiddeti günbegün artmıştı. Saraya giriş çıkışları alabildiğine kısıtlamış, emirin çocukluk arkadaşı olan Yusuf bile bundan nasibini almıştı. El Hamra’nın hasretiyle kamçılanıyordu Joseph. Yemiyor, içmiyor, uyumuyor, doludizgin yüzüğünü işliyordu. Akikten yakuta, zümrütten kehribara, elmasa, firuzeye, safir ve opale, akuamarine, ametiste ve tanzanite hükmediyor, en arif simyacıların bile yüzyıllardır sırrını çözemediği bir teknikle her bir zerreyi birleştiriyor, inşa ediyordu.
- Güvensizlikle karardığı yetmiyormuş gibi Kastilya kraliçesi Isabel’in Aragon kralı Fernando ile evlendiğini işiten Ebû Abdullah’ın düşünceleri katrana dönmüş, emiri içine hapsetmişti. Zayıfladığı herkesçe malum Gırnata’nın düşmesinin artık an meselesi olduğunu biliyordu. Yusuf kadar olmasa da Ebû Abdullah da hayrandı El Hamra’ya. Onun elinden alınacağı düşüncesi gündüzlerini ve gecelerini bir kurt gibi kemirmekteydi. Çaresizdi. El Hamra’yı sonsuza dek kaybetmemek için bir yarışma düzenlemeye karar verdi. Gırnata’nın tüm mahallelerinde tellalların davudi sesleri yankılandı. Emir, sanatı ne olursa olsun El Hamra’yı en güzel şekilde tasvir eden sanatçıya hazinesini açacak, istediği mücevheri seçmesine izin verecekti. Bunu duyan emirliğin en usta sanatçıları, dillere destan Endülüs hazinesinin hayaliyle vakit kaybetmeden çalışmaya koyuldular.
- Mürekkebini El Hamra’nın kızıl kiliyle karan hattatın ‘Lâ galibe illallah' yazısı, şairin eşi benzeri bulunmayan bir vezinle kaleme aldığı şiiri, nakkaşın bakılan açıya göre farklı şekillere bürünen minyatürü, balina kemiğini ipek kumaş gibi işleyen Hristiyan heykeltıraşın El Hamra maketi... Haklarını vermek gerek, her biri sanatının zirvesiydi. Fakat Ebû Abdullah’ı tatmin edememişti hiçbiri. Bütün eserler biricik sarayının donuk, ölü birer yansımasıydı. Emir ise bütün imkansızlığına rağmen El Hamra’nın nefes almasını istiyor, nereye giderse gitsin yanında taşıyabileceği canlı bir suretini arzuluyordu. Korkuyla beklenen gün gelip çatmış, Hristiyan ordusu Gırnata’yı muhasara altına almıştı. Kent günden güne ölüyordu. Sokaklara yığılmış açlıktan ölen cesetlerin kokusu El Hamra’ya kadar ulaştığında Ebû Abdullah, dayanacak güçlerinin kalmadığını anladı. Teslim şartlarını konuşmak üzere bir ulak yolladı.”
Hemen yandaki tabloya bir bakış attı. “Evet,” dedim “Francisco Pradilla o anı tasvir etmeyi ihmal etmedi.”Granada’nın Teslimi en az Mağriplinin Son İç Çekişi kadar görkemliydi. Ağacın zirvesine ulaşmak üzereydim. Dinleyicimin onayını beklemeksizin devam ettim:
- “El Hamra’ya dayanılması güç bir matem havası hakimdi. Buna rağmen uşaklarla hizmetçiler koridorlarda mekik dokuyor, Mağrib’e götürülecek ne kadar değerli eşya varsa sandıklara yüklüyorlardı. Son kez oturduğu tahtının kollarını bütünleşmek istiyor gibi sımsıkı saran Ebû Abdullah’ın kulağına gözü yaşlı kapıcısı tarafından kuyumcu çırağı Yusuf’un huzura kabul edilmek için beklediği fısıldandı. Yıllardır görmediği Yusuf’un hâlâ çırak olmasına şaşırmıştı emir. Zira çöken bütün kentlerde sadakate pek ender rastlanır. Taht odasının çift kanatlı devasa kapısı açıldı. Yusuf tek bir söz etmeden ağır adımlarla yürümeye başladı. Muhafızlara aldırmaksızın emirin yanına kadar geldi. Parmağındaki yüzüğü çıkarıp Ebû Abdullah’a uzattı. Emir de ikizi gibi susuyordu. İtiraz etmeden aldı yüzüğü. Gümüşündeki ovalliğin muntazamlığı, işlemeleri ve irice taşındaki renk geçişleriyle nice mücevher ustasını kıskandıracak bir yüzük tuttuğunun idrakindeydi. Yusuf’a bakıp gülümsedi. Yusuf gülümsemiyordu ama. Put gibi donuk bir ifadeyle yüzüğü işaret etti. Bu kez daha dikkatli bakmaya başladı emir. Yüzüğün taşına dikti gözlerini. Baktı, baktı, baktı ve bir anda yerinden sıçradı. Taşın içinde Darro nehrinin sol yakasındaki Sebîke tepesini ve adını aldığı kızıl duvarlarıyla tepenin üzerinde yükselen El Hamra’yı görmüştü çünkü.
- Hayretle Yusuf’a döndü. Ne diyeceğini bilemiyordu. Konuşmayı unutmuştu sanki. Suskunluğu bir tercihken aniden zorunluluk haline gelmişti. Yusuf’un yüzünde en ufak bir değişiklik yoktu. Yüzüğü işaret etti yine. Hiç düşünmeden itaat etti emir. Yüzüğün içindeki tepeyi tırmandı gözleriyle. Bir vakitler halkının dertlerini dinlediği Adalet Kapısı’nı aralayıp sarayına, El Hamra’ya girdi. Sarnıçlardan geçti. Yeryüzü ekseninde katlanmış korkunç simetrisiyle Havuzlu Avlu’ya yansıyan silueti seyretti. Askerlerin koşuşturmalarını, seyislerin dizginlerinden çekiştirdiği atların kişnemelerini, hizmetçilerin bağırışlarını işitti. Haremindeki cariyelerin soluk yüzlerindeki siyah peçeyi dalgalandıran rüzgarı hissetti teninde. Mersin ve portakal ağaçlarının kokusunu içine çekti. Dalından kan kırmızısı bir nar kopardı. Kız Kardeşler Salonu’nun duvarlarına nakşedilmiş İbn-i Zamrak şiirlerini okudu yüksek sesle. Aslanlı Avlu’daki fıskiyeden başlayan su kanalcıklarını izledi. Dantel gibi oyulmuş revakların görkemi başını döndürdü yine. Taht odasının önüne geldiğinde kapıcısını yere çökmüş ağlarken buldu. Yavaşça içeri süzüldü. İlerledi, ilerledi, ilerledi... Karşılaştığı manzarayla bir anda buz gibi kaskatı kesildi. Tahtına oturmuş Ebû Abdullah’ı, kendisini görmüştü çünkü. Hayret dolu gözlerle elindeki yüzüğe bakıyordu.”
Zirvedeki dala ulaşmıştım nihayet. Anlattığım hikâyedeki emir gibi kaskatı kesilmiş, yeşil gözlerini kırpmadan bana bakıyordu. Hızlıca etrafı kolaçan ettim. Kırmızı kuşağın üzerinden atlayıp daha da yaklaştım tabloya. Ebû Abdullah’ın kılıcının kabzasında kavuşturduğu ellerine dokundum işaret parmağımla. “İşte bu yüzden” dedim “emir El Hamra’dan hiç ayrılmadı.” Gösterdiğim emirin yüzüğündeki bakışları yavaşça benim elime, oradan da alaca taşlı yüzüğüme sabitlendi. Dehşete kapılmış gibiydi. Susuzluktan yapışmış dudakları aralandı hafifçe. Yüzüme baktı. Elime baktı. Sonra yine yüzüme ve yine elime. Yüzüğü çıkarıp “sizin olabilir” dedim.
Tıpkı Ebû Abdullah gibi konuşma yetisini yitirmişti sanki. “Yusuf emire, ben de size hediye ettim” diyerek avcuna bıraktım yüzüğü. Hava almak için çıktığımız galerinin önünde dikilirken uzun zamandır süren sessizliğini “ama neden?” diyerek sonlandırdı. Avcundakine bakıyordu. “Bu soruyu Ebû Abdullah da Yusuf’a sormuştu” dedim tebessümle. “Yusuf ise sol elinin işaret ve orta parmağını şakağına, sağ elini de kalbinin üzerine götürmekle yetinmişti.” Aynı hareketi tekrarladım. Yusuf’tan farklı olarak bir cümleyle birlikte: “İnsanlar gibi eşyaların da varlığı hikâyelerine bağlıdır.” İçeri giriyorken gözleri, galerinin kapısının iki yanına asılmış afişlere takıldı. İranlı meşhur astrofotoğrafçı Mohammad Aynulhunermendî’nin dolunay fotoğraflarından mülhem sergisi Çehârdehom’un gelecek ay galeride sergileneceği haberini veriyordu. Kaç gün kaldığını hesaplamak istemiş olacak, saatine baktı.
Kadranın üst yarısındaki ay göstergesine oturmuş dolunayı gördü. Bir anda durdu. O durdu fakat yelkovan bir adım ilerledi. Bu sırada akrebin hamlesiyle çatladı saatin camı. Yelkovan bir adım daha ilerledi ve akrep bir kez daha çarptı cama. Yelkovanın üçüncü adımıyla saatten fırlayan akrep, tıkır tıkır hikâye ağacının en üstteki dalında yürümeye başladı. Dalın ucundaki kozalağın dibine kadar gitti. Kıskacıyla tek hamlede kopardı sapını. İçindeki tohumlarla birlikte yere düşen kozalağın farkında mıydı bilmiyorum. Ama bu kez ben... Ben hissettim.