Siyah beyaz
Gülümseyerek küçük kıza yaklaştı. "Seni anne ve babanın yanına götüreyim mi?" dedi. Küçük kız olur anlamında başını salladı, öksürdüğü sırada ağzından gelen kanı elinin tersiyle silerken. Küçük kızın elinden tutup ayağa kaldırdı ve daha önce hiç dinlemediği bir masala doğru yürümeye başladılar. Yürüdükçe silindiler silindiler silindiler.
Yabanıl bir sesle başlıyordu masal. Ormanla rüzgârın göğüs göğüse geldiği; rüzgârın, ormanın seyrelmiş saçlarını bir sağa bir sola hafifçe yatırdığı yerde. Ses ormana mı yoksa rüzgâra mı ait, güçtü kestirmek. Rüzgârın mı ormana, ormanın mı rüzgâra gebe olduğunu kestirmek güçtü. O kulübe de ormanla rüzgârın tam göğüs göğüse geldiği yerdeydi. Masaldaki varoluş nedenine uygun olarak ufacık, sevimli bir kulübeydi. Kırmızı başlıklı kızın anneannesinin kulübesiydi belki. Biraz sonra ağaçların arasında, kolunda sepetiyle Kırmızı Başlıklı Kız görünecekti. Ama değildi. İçeride gencecik, pek sevimli bir kız yatıyordu. Uykusu öksürük nöbetleriyle bölünüyordu. Hastaydı galiba. Pamuk Prenses'ten başkası değildi bu kız. Olaylar, Pamuk Prenses masalının ilerleyişine uygun olarak gelişiyordu. Öncesini bilmiyoruz ama muhtemelen kötü kalpli cadının verdiği elmayı yemesi sonucu uykuya dalmıştı. Biraz sonra da beyaz atıyla iyi kalpli Prens gelecek, dudağına kondurduğu öpücükle onu uyandırıverecekti. Cüceler de vardı masalda. Ama görüntüleri oldukça mat olduğu için ne yaptıkları, nerede oldukları tam seçilemiyordu.
Rüzgâr ormanın saçlarını taramaya devam ederken ve yabanıl ses kıvılcımlar halinde ağaçların arasına yayılırken masalın bazı yerleri matlaşıp bazı yerleri netleşiyordu. Ağaçların arasında öten tarla kuşu ve aşağıda onu yemek için pusuda bekleyen tilki mesela. Tilki tam kuşun üzerine atılırken silikleşiyor, sarmaş dolaş yok oluyorlardı. Ağaçların arasındaki patikada atını dörtnala süren Prens ise en net görüntüydü. İşte Prens'i getirdi alnındaki akıtmadan öptüğümün atı. Prens, kara yağız, sırım gibi bir delikanlıydı. Başka türlüsü olamazdı zaten. Atından indi ve görevini yapmak için kulübeye yürüdü. Pamuk Prenses öksürmeye devam ediyordu ciğerleri sökülürcesine. O sırada ağaçların arasında bir adam göründü. Masal dışı bir insan... Ama masalın bütünlüğünü bozacak kadar değil. Görünüp kayboldu sadece.
Prens, Pamuk Prenses'i öpmek için eğildi. Öptü dudaklarından. Bir daha öptü. Bir daha... Üzerindekileri çıkardı Pamuk Prenses'in. Ona sahip oldu. Eti seğirdi, kasıkları acıdı Prenses'in. Bu masal değil, gerçek... Tekrar masala uyanmalı bu acı gerçekten. O da uyandı. Ejderha gibi yükselen binaların arasında. Bir cadde üzerinde. Kaldırımın kenarında. Bir kız. Küçücük. Utangaç. Ayakları çıplak. Soğuktan morarmış ellerinde kibrit kutusu.
Evet. Kibritçi Kız.
"Kibritlerim var." diyordu. Ancak sesi insanların kulaklarına ulaşamadan donuyor, ufalanıp yere dökülüyordu. Masalın ilerleyişi icabı oradan geçenlerin hepsi kötü adamlardı. Sözgelimi içlerinden birisi "Yavrum bu soğukta işin ne, al şu parayı da evine git." dese masalın büyüsü bozulur; masal olmaktan çıkardı. Zaten oradan geçenlerin de öyle bir kaygısı yoktu. Burunları havada, aceleyle gelip geçiyorlardı Kibritçi Kız'ın önünden. Ayrıca Kibritçi Kız'ın az ötesinde, yanından geçenlerin kokudan yüzünü ekşittiği bir çöp kovası vardı. Biraz mat da olsa görünüyordu. Ona birisi çöp atmayacaktı. Birisi takılıp düşmeyecekti de. Çöp kovası masal için gereksizdi. Ama sokak için gerekliydi. Kibritçi Kız çok üşüyordu. Üşüdükçe üzerindeki kırmızı paltoya daha da sarılıyordu ama o bile üşümesini engellemiyordu. Üzerindeki kırmızı palto özel olarak seçilmişti. Masalın en önemli imgesiydi. Onun dışında, masaldaki her şey siyah beyazdı. Bütün masallar siyah beyazdı.
Annesi almıştı Kibritçi Kız'a kırmızı paltoyu. Annesi masal olmayan bir yerlerdeydi. Çok uzaklardaydı belki. Belki çok yakında. Onu görmüyordu. Göstermiyorlardı. Saçlarını deli rüzgârlarda doru bir kısrağın ipek yeleleri gibi savururdu annesi. İçindeki tüm boşluklar onun berrak, şırıl şırıl sesiyle dolardı. Kekik kokulu göğüslerine yanaklarını yaslarken yüzüne yayılan tebessüm, gamzelerinin sevimli çukurunda küçük bir tomurcuğa dönüşürdü. Babasını da görmüyordu. Sırtında yüce bir dağ taşırdı babası. Dağ gibi bir kalbi vardı. Güvenliydi o dağın arkası. Bazen kalbi tatlı bir tebessüme dönüşür, yanaklarında donup kalırdı. Annesi ve babası ne zaman aklına düşse rüyalarına bir serinlik çöker, ağzına tuz tadı gelirdi. Bu tuzun gözlerinin mavi denizinden süzüldüğünü, dudaklarının sevimli, ince kavisine çarpıp kırıldığını... Bilemezdi.
Masala uyanmalıydı bu acı gerçeklerden. Rüyaya uyanmalıydı. Gerçekten daha sahiciydi masallar. Acı yoktu. Üzülmek yoktu masallarda. Annesinin yanakları gibi yumuşacıktı. Alınyazısı gibi bir şeydi gerçek. Bedenini zehirli bir yılan gibi sarıyordu. Çaresizce alnını yırtıyordu tırnaklarıyla. Tırnaklarının arası gerçek kırıntılarıyla doluyordu. Gerçek o denli gerçek oluyordu ki hayatın üzerinde bir masallık bile boşluk bırakmıyor, masallar kendine yalnızca rüyalarda yer buluyordu. Uyanmalıydı bu gerçeklerden. Uyandı, tekrar masala döndü.
"Kibritlerim var, almaz mısınız?"
Öksürüyordu Kibritçi Kız. Ciğerleri sökülürcesine. Parmaklarını soğuktan hissetmiyordu. Eve gitse zalim babası kibritleri satamadan geldiği için dövecekti onu. Eve gidemezdi. Kibritlerden birini yaktı. Parmakları ısındı. Ne güzel, ne tatlıydı ısınmak. Bedenine yeniden hayat suyunun yürüdüğü sırada, alevin aydınlığında bir ev gördü. Bu, kendi evleriydi. Annesi tatlı kızını dizine yatırmış, masal anlatıyordu. Anlattığı Kibritçi Kız masalıydı galiba. Salondaki siyah beyaz televizyonda da masal vardı. Anlaşılan masallar bu yüzden siyah beyazdı. Her yerde masal vardı. Babası da kanepeye uzanmış gazete okuyordu. O sırada kibrit söndü. Bir kibrit daha yaktı. Evlerini askerler basıyordu. Babasının çığlıkları duyuluyordu. Yapamazsınız! Ama onu kimse dinlemiyordu. Babasından sonra annesinin kollarına kelepçe... Kibrit yine söndü. Bir kibrit daha... Bir kız çocuğu gördü. Kendisine benziyordu. Eline kendinden büyük bir çanta tutuşturup penceresiz bir minibüse bindiriyor, kendisi gibi yüzlerce çocuğun olduğu bir yere... Kibrit söndü.
Kibritçi Kız'ı tatlı bir uyku bastırdı. Biliyordu ki uyuduğunda tüm sıkıntıları dinecek, üzüntü ve soğuğun olmadığı başka bir masala uyanacaktı. Tam uykuya dalacağı anda bir önceki masalda ortaya çıkan masal dışı insan yeniden göründü. Kibritçi Kız'a tatlı bir tebessüm gönderip kayboldu. Yine orman, yine rüzgâr... Hazan yaprakları bir rüyanın dekoru olduklarının farkında olmadan bırakmışlar kendilerini deli rüzgârların tatlı esrikliğine. Rüzgârın öfkesini göğsünde yumuşatan ağaçlar ılık bir esinti bırakıyor alt taraftaki sürgün ve çalılıkların üzerine. Bütün görüntüler net. Sağa sola salınan ağaçlar, ağaçların arasında altındaki toprağı incitmekten çekinircesine ağır ağır akan dere, derenin tatlı şırıltısı, orman güllerinin mayhoş kokusu ve üst tarafta bu dekoru tamamlayan güneş...
Küçük kız hangi masalda olduğunu anlamak için sağa sola bakındı. Şiddetli öksürük nöbetleri yine yakasını bırakmıyordu. Az ötede onu bu masal ülkesine getirerek görevini tamamlayan telaşlı bay tavşanı gördü. Harikalar Diyarı'ndaydı. Her şey harikaydı. Koca masal onu mutlu etmek için emrine amadeydi. Ama o mutlu değildi. Evet, mutlu değildi. Ne Bay Fare, ne Aceleci Tavşan, ne de Sırıtan Kedi... Hiçbiri mutlu etmiyordu onu. İçinde masalların dolduramadığı bir boşluk vardı. Küçük kız bunları düşündükçe masaldaki görüntüler matlaşmaya başladı. Her şey yavaşça siliniyordu. Önce uzaktaki ağaçlar silindi. Sonra ağaçların arasında akan dere, otlar, rüzgâr... Güneş de silinmeye, masal karanlığa gömülmeye başladığı anda küçük kız, diğer masallarda gördüğü masal dışı insanı yine gördü. Onun da görüntüsü silinmeye başlamıştı. Şeffaf bir toz bulutu halinde görünüyordu.
Gülümseyerek küçük kıza yaklaştı. "Seni anne ve babanın yanına götüreyim mi?" dedi. Küçük kız olur anlamında başını salladı, öksürdüğü sırada ağzından gelen kanı elinin tersiyle silerken. Küçük kızın elinden tutup ayağa kaldırdı ve daha önce hiç dinlemediği bir masala doğru yürümeye başladılar. Yürüdükçe silindiler silindiler silindiler. Yabanıl bir sesle başlıyordu masal. Ormanla rüzgârın göğüs göğüse geldiği yerde... O ağacın altında... Küçük bir bedeni gömmek için açılmış mezarda... Çekik gözlü adam, küçük kızı kırmızı kabanından tutup mezara bırakırken diğer çekik gözlü adama "Bu da mı salgından ölmüş?" diye sordu. Evet anlamında başını salladı o da. Toprağa saplanan küreklerin sesi, yabanıl sese karışıyordu.