Sevgili Ester
Sana bu satırları yazarken devasa bir böbrek gibiyim. Bir şeyleri kirden arındırmaya çabalarken nefritleri tıkanan bümbüyük bir böbrek. Büyüdükçe kimliğini unutan bir ülkeye benziyorum. Hangi eyaletler katıldı bana zamanı içtikçe. Hangi hücreler yenice eklendi beynime?
Böbreklerim sancıdığında sağ yanıma yatarak kıvranırım. Sağ dirseğim eksenim olur, usul usul dönerim etrafımda. Böbreklerim sancıdığında, bir uzantıyımdır. Kolları bacakları, midesi kalbi filan olan devasa zonklayan bir böbreğimdir. Kendi içimden doğacakmışım gibi ellerimi sıkarım.
Hastahanede sayıklıyor adam. Sevgili Ester. Ateşi çıkıyor. Kıvrılıyor arasıra, öğürmeye başladığında hemşireler yetişemiyor. Suratı asık. Ama hastalığından değil de bir şey düşünür de bulamaz gibi asık. Doğru kelimeleri arar gibi. Sevgili Ester. Sana bu satırları.
Sevgili Ester.
Sana bu satırları yazarken devasa bir böbrek gibiyim. Bir şeyleri kirden arındırmaya çabalarken nefritleri tıkanan bümbüyük bir böbrek. Büyüdükçe kimliğini unutan bir ülkeye benziyorum. Hangi eyaletler katıldı bana zamanı içtikçe. Hangi hücreler yenice eklendi beynime?
Bir kalem ve bir kâğıt istiyor kendine geldiğinde. Veriyorlar. Kaleme şöyle ne yazacağını bilmez gibi bakıyor. Aklı sıra sorguluyor onu. Bir kaleme ne kadar uzun bakarsa öyle yüksek ihtimalle dile gelir sanıyor. Mümkün değil. Pes ediyor. İllâ yazacaksa bir yerden başlamak gerekiyor.
Yerde duruyorum. Herhangi bir yerde. Zihnimle gülümseyerek. Vücudum ise sancıyor. Büyüyerek. Usulca kıvıl kıvıl çırpınan çok bacaklı bir solucan gibi. Bu kaçıncı gün, bilemem. Ellerimi yanaklarıma götürdüğümde sakallarımın uzadığını farkediyorum. Her şey bana benziyor. Büyüyor ve genişliyor. Her şey aynı anda. Ufacık elleri ve ayaklarıyla küçücük burnuyla, miniminnacık gövdesiyle bir bebek ne tatlıdır. Yeniliğin damgasını vurmuşlar alnına, o sebepten. Her şeyin aynı anda büyümesi ve o kadar büyümesi ki belli etmesi artık yaşını. Ne çirkin. Kalçası genişliyor dünyanın.
Üçüncü paragraftan sonra ellerine bakıyor sonra aklına ayaklarına bakmak geliyor. Elleri de ayakları da şişmiş. Böbrek rahatsızlığı var. Öyleyse bu normal. İşini yapamayan böbrekler sebebiyle su topluyor ayakları. Derisinin altında bir okyanus -okyanusun ortasında eğri büğrü dağlar kasları. Böbrekleri tökezledikçe ayakları büyüyor.
Her şeyin aynı anda büyümesi diyorum. Tanıdık ruhlar dolanıyor çevrede. Birlikte gezdiğimiz adada, çobanın yaşadığı dağın eteklerinde, dünyayı öncekine göre çok büyük gören ve bu yüzden renkleri gittikçe solan hayaletler dolanıyor. Biz bu orantısızlığın farkına tek başımıza varamazdık. Biz ne kadar büyüyorsak dünya da o kadar büyüyor çünkü. Herkeste var bizdeki bu hastalık. Ölülerin ve çocukların gözleriyle baktım kendime. Ölüleri mezarlarda buldum. Çocukları okullarda. Konuşarak anlaşabildik.
Ama adam hastahaneye delirdiği için yatırıldığını düşünüyor. Ester’in ölümünün ertesi günden sonra hiçbir şey hatırlamıyor. Uçuk saçık resimler belki. Alfabesiz bir sözlük gibi kelime fotoğrafları. Dağınık. Karmaşa. Bulantı. Çelişki. Aklın kendisine yönelip, artık kendisine güvenemeyeceğini anladığını an. Mektubuna koymaktan çekineceği bir delilik. Tedavi edilmesi gereken bir hafıza- yahut içine yeni ihtimalleri katacak bir gerçek.
Böbreklerim sancıdığında, o taşları dökebilmek için koskocaman olmayı dilerdim. Güya gepgeniş kanallardan aşağıya inecekti sevimli kalsiyum taneleri. Bir gün bu isteğim bana bahşedildi. Ancak, üzülerek gördüm ki, taşlarımın da peşisıra büyümesi öyle çok gecikmedi. İşe yaramayan bir duaydı benimkisi. Israra lüzum var mıydı. Ama ne malum işe yaramadığı değil mi?
Büyüyorum. Evrenle birlikte. Zihnim ne kadarını kaplarsa, o kadar genişliyor dışarısı. İçimdeki kir de benle birlikte büyüyor. Varolmakta, eskisinden daha fazla var olmakta ısrar ediyor her şey. Böbreğimin kanalları Kızıldenize benziyor. Böbrek taşlarım bir ada. Üzerinde yürüdüğümüz. İlk kez elele tutuştuğumuz adaya benziyor. Kıyısında bir deniz feneri var. İçinde mağaralar var. Dikitler. Sarkıtlar. Uçuşan martılar bazen mağaralardan içeri girip yumurtalarını oraya bırakıyorlar. Sen çıplak ayaklarına taşların batmamasına dikkat ederek yumurtaların yanına gidiyorsun. Bana gösteriyorsun onları. Acıktın mı? dememe gülmüyorsun.
Büyümek kelimesini defalara kullanması neye yorulabilir? Özlüğünün büyümeyen tarafı filan diye saçmalayalım mı? Henüz yeni tanıştığımız birinin çocukluğuna mı inelim? Oysa gerçek daha basit -bu yüzden daha karanlık. Neyi yanlış anladığını bilmiyor adam, aklının hangi şarampole yuvarlandığını anlayamıyor. Işığı açıyor. Masaya yatırıyor aklını. Eğiliyor haritalarına zihninin bir büyüteçle. Ya kendi hatasını bulmak, yahut hatanın gerçeğin suçu olduğunu göstermek için.
Ne kadar oldu? Ben burada büyümekte olan bir urum. Birisi beni kesip alana kadar büyümeye devam edeceğim. Başkaca bir şey bilemem. Mağaranın en karanlık yerinde dudaklarımız birleşeli ne kadar oldu? Yumurtalara bir kez daha dönmüştük sonrasında. Yeryüzünde ilk şahitlerimiz bu kuşlar demiştin. Bilemezsin demiştim. Şimdiye kadar kırılan tüm martı yumurtalarından martı çıktı diye, bunlardan da martı çıkacağına emin olamazsın. Minik bebekler doğacaktır. Bir duyduğunu bir daha unutmayan küçük bebekler. İnsan yavruları. Belki yine kanatlı. Ama ellerinden tutup onları mağaranın dışına götüren olmadıktan sonra öğrenemezler uçmayı.
Dinleyebilir. Hatırlayabilir. Ve umursayabilirler. Beyinleri genişleyerek tüm evreni kapsamaya yeltenebilir. Evren ise böyle bir küstahlığa gelemez. Silkinir. Aşkımız orada durur. Akılları yettikçe bize özgülüğünden koparırlar yaşananları. Kendilerinin birer martı yumurtasından çıkmasına bakmadan, bizim zamanında elele martı yumurtalarına gülümsemiş olmamızı saçma bulurlar.
Adam şöyle hatırlıyor: Ester’le bir adada karşılaşıyorlar. İlk gördüğünde aşık oluyor adam, kız da ondan nefret etmiyor. Beraber adada geziyorlar. Çoğunlukla elele, kayalara dikkat etmelerinin gerektiği zamanlar haricinde. Mağaralara giriyorlar, içinde martı yumurtaları olan yuvalar görüyorlar. Mezarlıkları geziyorlar.
Devasa bir ada saklı içimde. Seninle gezdiğimiz her yeri hatırlıyorum derdim ama bu da tamamıyla o adadan ibaret. Büyüyen ve genişleyen zihnim içerisine o adadan bir tane daha üretme derdinde. Zihnimde kırılan yumurtalar o adanın tepelerine öykünüyor, toparlandıkları zaman aralarında gereken çukurları da bırakarak. O adada yürüyorum. Kıvranmayı seçmediğimde. Ellerimi yumruk yapmazsam senin ellerini hissediyorum içinde. Büyümemeyi seçtiğimde hatırlıyorum ellerinin küçüklüğünü. Büyümeyi seçtiğimde evren bir istiridye oluyor. Zaman kaplanıyor zihnimin üzerine.
Neden gitmiyorum. Fenerin önündeki evi. Tek odalı pansiyonu. Mezarlığı. Bomboş ve virane bulurum diye mi? Metalin metale çarptığı mağaralarda daha kolay yankılanır diye mi? Ayaklarım beni taşımaz diye mi? Yolda bir böbrek olarak doğuveririm, cesedimi ikinci bir ada kaplar diye mi? Kalkamayacağına emin olurum diye mi? Niçin? Niçin yürümeyeyim aynı yollarda, tek başıma. Mezarın için düşündüğüm yeri niçin ziyaret etmeyim. Merhaba. Demek hâlâ değilsin burada.
Gece olunca civardaki bir çobanın evinde konaklıyorlar. Çoban onlara martı yumurtası pişiriyor. İki odalı ev, çoban kapısını çekiyor gecenin on iki buçuğunda. Sarılarak yatıyorlar. Çobanın horlamasını duyup gülüşüyorlar bazen. Sabaha kadar saçma sapan sebeplerle gülüyorlar. Mutluluk bahanesi sohbetleri Güneşin doğmasıyla kesiliyor.
Mutlaka biliyorsundur, söylemişlerdir sana. Benim delirdiğimi düşündürmüştüm insanlara. Ölürsem demiştin bana. O adada, yaprakların uçuşup bir çitin kenarında yığıldıkları yere gömülmek isterim. Oysa tamamıyla saçmaydı elele tutuşmamız. İnanılacak gibi değildi. Tanışık olmamız bile. Bana bunu gerçekten söyledi demiştim. İnanmazsanız, oradaki çobanı çağırırım. Bizi görmüştü. İskandinav kökenli. Jakobson adı.
Emin misin demişlerdi. Henüz büyümemiştim. Öyle bir soruya nasıl bakılır bilmiyordum. O adada karşılaştık dedim. Ne işin vardı orada dediler. Onlara rüyalarımdan bahsedemezdim.
Metalin metale çarpma sesi. Bir adanın dış çeperine sürtünürken çıkardığı ses. Yağmur sesi. Nefeslerimizin yankılanması. Kalbin atma sesi. Hıphızlı büyüyen ağaçların ve eklemlerin çatırdaması. Rüyaların bitiş müziği. Jakobson’ın söylediği şarkılar. Hiç koyun yokmuş o adada. Martılar bile yılın sadece iki haftasında uğrarmış. Sessiz sedasız bir ada.
Metal metale çarpıyor. Ne demek bu? Bir trafik kazasında ölüyor Ester. Eziliyor aracın içinde. Kafatası unufak oluyor. İçine mi doğuyor bilinmez hastahaneye koşuyor bizimki. Sorgulayan-dışlayan yabancılayan gözlerle bakıyor ona Ester›in yakınları. Sen de kimsin? Anlatıyor oradaki maceralarını. Şaşırıyorlar. Kaza iki hafta önce olmuş. Ester iki haftadır yoğun bakımda yatıyormuş. Bu sabah ölüvermiş.
Jakobson ne çobanıydı? Mağaralar kulakları mıdır toprağın? Duydu mu ada, millerce ötede kırıldığında kafatasın? Metal metale çarptığında sanki bu kazaya kendi sebep olmuş gibi ürktü mü? Gelip ondan öç alacağımı mı düşündü? Büyüdüğünde bizi küçümseyecek ve martı yumurtalarının içine saklanan bebeklerini öldüreceğimi düşündü mü? Nedendir bilinmiyormuş. Martılar yuva yapmazmış o adaya. İki hafta uğrar, sonra kıyıya geri dönerlermiş. Jakobson ne yapıyordu o yumurtaları oraya koyarak? Nereye gidiyordu düştüğünde, en içteki bir çukura? Çukur bir anlığına ondan daha hızlı büyümüş olabilir miydi? Senin arabanın bir anlığına şeritten daha hızlı büyümüş olması gibi? Ne çok isterdim. Her şey oranlarla ve orantılarla alakalı olsun. Basit bir matematikle açıklasam kederimi.
Ama Jakobson’ın gerçekten var olmadığını nasıl açıklayabilirim? Hangi ölünün mezarında uyuduk ev sanarak? Nasıl bir pansiyondu toprak? Henüz taşınmadığın bir şehirde ilk geceni geçirdin demek. Hangi martı yumurtasının içine gizlenmeliyim? Döngüsel zamanda, bir kez daha gelip, ellerinle bana dokunman için. Kimi bulmalıyım, beni o kabuğun içine. Sonra da, o dikitlerin arasına koysun. Gelip çıplak ayaklarınla bastığın taşlardaki şapırtıyı duyayım.
Daha ne kadar büyürsem buradan çıkabilirim? İçimden. İçerden.
Ne zaman geri dönersin? Ne zaman? Ne zaman? Ne zaman?
Gerçek ve hayal. İkisi de Ester’in ölümüyle bitiyor. İkisi de aynı derecede hazin. Gerçi birinde sevilmek ihtimali var adam için -diğerinde aklın boş,beyaz duvarı. Kendine bakışını yakınlaştırıyor, içindeki tüm acziyetleri, yırtık izlerini, yapıştırıcıyla yeniden tutturulmuş kibir köşelerini izliyor adam. Jakobson hiç doğmamış. Martılar yok. Koyunlar o adaya hiç uğramamış. Ama Ester’in varlığı -tanışıklıkları değil, ama sadece bir zamanlar yaşamış olması- adam için bu yaşadıklarının en keskin kanıtı oluyor.
İçimdeki adada rüzgâr esiyor. Amacım martıları engellemek değil. Bir hayal kurmanın bir amacı olmaz Ester. Bir mektup yazmanın da. Hele bir adres yazmayacaksan zarfa.
İçimdeki rüzgâr engelleyemiyor beni. Tüm adayı biliyorum. Bir martı yumurtasından çıkmışçasına biliyorum. O vericinin yanına konmuş, kendini boşluğa bırakmış, tam yere değecekken kanatlarını çırpmış, süzülmüş, adanın her bir yanını gezmiş kadar biliyorum. Uçamama hakkım yok. Kabuğa girmemem de imkânsız. Sana da geri dönmek düşüyor sevgili Ester. İşbölümünün keskin matematiği. İşe yarar mı geri çağırmak için seni?
Not: Jakobson’la oralarda karşılaşırsan, tavasını çaldığım için beni affetmesini söyle.
Bir zaman sonra adaya martı yumurtası aramaya gidecek. Bulursa ne âlâ, bulamazsa büzüşüp bir yumurtanın kabuğuna girmeyi bile kabul edecek de, tüm bunların sadece kendi hayali olduğunu kendine yediremeyecek. Sicilya nüfus kayıtlarında Jakobson adlı bir İskandinavın izini sürecek, belediye arşivlerinde 40-50 m2’lik bir müstakil ev arayacak. Ama Ester’in son günlerinin o güzelim adada değil de, serumlara ve cihazlara bağlı bir şekilde geçtiğine kendisini inandırmayacak.
Emre Ergin’in oyun öyküleri hâlâ mı dikkatinizi çekmedi? Burada küçük çaplı bir destan yazılıyor ha! (AE)