Sesimi duyan var mı?
Yazar önce bir karakter yaratıyor, kurguluyor, sahnenin orta yerine bırakıp uzaktan izlemeye başlıyor. Kısa tiratlar, özgün ama bir yerde de bildik kadınlar, erkekler; bir oyun izliyormuşuz hissi uyandırıyor esasen. Bilhassa "Ağabeyim Bir Fesleğen Mi" adlı öyküde kısa film esintileri seziliyor.
Şengül Can"ın yeni kitabı Devamsız, 2019 yılının Aralık ayında Can Yayınları etiketiyle raflardaki yerini aldı. Toplamda on altı öyküden oluşan kitap "Kelimelerin ana yurdu büyükanneme" diyerek başlayıp "Bir kareye sıkışıp kalmak. Kaçtığın hikâye kimin hikâyesi? Kendi hikâyesini bırakabilir mi insan? Bırakırsa. Ama kalabalık? Ya hikâye" diyerek bitiyor. İlk öykü "Bahçede", köyde yaşayan Bedia, Bedia"nın evi, Bedia"nın tavukları ve Bedia"nın gözleriyle kendine bakmak isteyen bir öğretmenin hikâyesini anlatıyor. "Başkasının gözüyle kendine bakma" durumu öykülerin genelinde karşımıza çıkıyor diyebiliriz. Tıpkı bir sahne gibi. Yazar önce bir karakter yaratıyor, kurguluyor, sahnenin orta yerine bırakıp uzaktan izlemeye başlıyor. Kısa tiratlar, özgün ama bir yerde de bildik kadınlar, erkekler; bir oyun izliyormuşuz hissi uyandırıyor esasen.
Bilhassa "Ağabeyim Bir Fesleğen Mi" adlı öyküde kısa film esintileri seziliyor. Televizyon açık, bir baba koltuğunda, gazetenin üzerinden olan biteni izliyor. Anne mutfakla salon arasındaki eşikte; bir elinden sular damlarken, öteki elini önlükteki lekeli havluya siliyor. Bu olanlar sabit, ana karakter ise evin dört bir yanında koşturup, konuşup, oturup, kalkıp duruyor. Bütün yaşadıklarını tek başına yaşıyor sanki. Öykülerdeki bir diğer unsur ise "taşra" diyebiliriz.
Yazar bilhassa tasvirlerde maharetini göstermiş. Taşraya, köye, Anadolu"ya bir aşinalık olduğu gayet açık. Taşra duygusu ancak "tanıdık" ve "hasım" olunduğunda bu kadar net ve doğal bir şekilde verilebilir zannediyorum. Kitabını kelimelerin ana yurdu olan büyükannesine ithaf eden yazar, daha en başında bazı mesajlar veriyor.
- Öykülerde çok sık geçen "babaanne" karakterinin anlattığı hikâyeler, masallar, sırlar aralardan derelerden bizi takip ediyor. Taşrada yaşayanların "günlük" sayılabilecek fakat biraz deşildiğinde aslında daha derinlere kök salmış olan dertlerini ortaya çıkarttığını görüyor, hatta bugün bir kısmı ekrana yansıyan fakat çoğunlukla üzeri örtülen bazı meselelere dokunduğunu, sesinin yankılarının geldiğini duyuyoruz.
Hem tanıdığımız hem de o bize -kentin ortasında yaşayan ve baştan ayağa artık kentin ta kendisi olanlara- yabancı gelen kimselerin hayatlarına şahitlik ediyoruz. Bunların yanı sıra kitabın tamamına hâkim olan başka bir husus ise: Hız. Sık sık bilinç akışı ve monolog tekniklerini kullandığı diliyle oldukça akıcı metinler ortaya koymuş yazar. Kısa, kesik cümleler. Bazen. Art. Arda. Gelen. Tek. Kelimeler. Bunlarla. Sağlanan. Hızlı. Olay. Akışı. Bir noktadan sonra okuru yoracağı düşünülebilir fakat beni rahatsız etmedi.
Yine Anadolu ağızlarına hâkim oluşuyla da ara ara gülümseten, şöyle bir durup düşündüren, bazen altını çizdiren "farklı" kullanımlarla karşılaşıyoruz. Daha adından itibaren bu "yöresel" dil muhakkak kitabın müspet yönlerinden biri olarak gösterilebilir. Biraz dışarıya doğru seğirtip genel itibariyle muhtevaya baktığımızda ise; bir yerlerde sıkışıp kalmış-bazen kendi içinde-, gitmekle kalmanın tam ortasında duran, bağıran, bağırırken de temkinli olan, sesini arayan, gören ama susan, sustuğu için pişmanlık duyan, deveyi güdemeyen, diyardan gidemeyen; kısacası kendisiyle hesaplaşan insanların arasından geçiyoruz okurken. Sesimi duyan var mı diyorlar, sesimi duyan var mı?