Sen, Ben, Onlar

Dolaylama olur sana, dümdüz anlatım. Nasıl?
Dolaylama olur sana, dümdüz anlatım. Nasıl?

Bu düdük böyle ötmez, efendiler. Türk yurdunda, Türk’ü garip koymayız. Bak bak laflara da bak. Zannedersin 32. Gün’de köksüz devirgenlere ayar veriyor. Altı üstü yurt teşkilatının tebaası seni dinleyen. Zaten hepsinin kalbi küt Türk küt Türk diye atıyor bu gaz vermeler ne iş? Olsun, her an diri tutmalıyız sevda közünü.

*

Sen

Sabahları erken kalkıyorsun. Sigarayı aç karnına içiyor, kahvaltıyı adet yerini bulsunlara yapıyorsun. On dokuz yaşının uçarılığını kuytu yerlere saklıyor, kalabalıklara Nazi subayı pozları kesiyorsun. Yoklukları üzerine yakıştırıyor, eski usuldür deyip kestirip atıyorsun. Şiiri önemsiyor, yazıyı başkasından okumayı seviyorsun.

Kalıplarla düşünüyor, veciz sözler saklıyorsun dost meclislerine. Meclislerin vazgeçilmezi oluyor çay. En güzel ben demlerim, diyorsun. Çayı haşlamadan demliyor, oturması için altına iskemle veriyorsun. Küçük harflerle konuşup büyük harflerle gülüyor, ifadesiz susuyorsun. İtici bir görüntün var. Çerçeveden kaçmış bir sima, çatık kaşlar, kemerli burun, şakaklardan şişkince kafa, uzadığında kıvırcığa dönen sık siyah saçlar, gövdeye oranla kısa midilli bacaklar, ritimsiz adımlar… Mevsim geçişlerinde delme yelek, kışın örgü kazak giyiyorsun. Rüzgârlarda bir pardösü olarak geziyorsun. Hastasın. Hassassın. Belli etmiyorsun. Romatizma ihtiyar hastalığı, ateş bisküvi çocuğu âdeti senin için. Acı çekiyorsun, oruç bozduran ataklar geçiriyorsun. Kimse bilmiyor, tıknefesliğin ağır adamlığa yoruluyor, okul asmaların teşkilat işlerine.

Sahi adamım, derdin ne senin?

Kararsızsın. Yanmaktan korkuyorsun. Başkalarının yerine de korkuyorsun. Yumruklar ilk sana gelsin, aşağılayıcı reddolunmalar ilk sana çarpsın, çıkışmayan hesaplar seni bulsun, 14 Şubat’larda seni koparsınlar papatyaların yerine, FF’lere sen devam et, DD’leri duyan ümitvar baba olarak sen yıkıl, DC’leri senin ortalamandan alıp geçirsinler istiyorsun. Tabii bunların çoğu olmuyor. Her geçen gün sen gibi birileri katılıyor aranıza. Yalnızlığın içinde kalabalıklaşıyorsun. Sayınız arttıkça sesiniz daha bir gür duyuluyor. Marşlar okuyor, sıkılmış yumruklarla yeminler ediyor, özgürlükler kalesinde uygun adım yürüyorsunuz.

Adı Ertuğrul, yurda bugün gelen Artvinlinin. Bütün acemiler birbirine benzer, zaman mekân değişse de. Kendi acemiliklerini Ertuğrul’un ilk adımında temize çekmeye başlıyorsun. Burnu sivri kunduralar, kararsız adımlar, canlı cansız her şeye bakma ihtiyacı, gördüğün her erkeği hoca yapıp ardında namaza durmalar, sigara paketini masaya atıp ağalanmalar… Hepinizin ayrı hikâyesi var, belki de hayalleriniz birleştiriyor sizi. Hani şu dünyayı kurtaran adama yüklenen cinsten sorumluluklar, bu hayallerin kaynağı. Nedir ki? Zannedersin İstasyon minibüsüne binip iki durak ötede ineceğiz. Öyle olmuyor işte. Her durakta bir haşarat daha biniyor minibüse, lafa tutuyorlar derken yol uzadıkça uzuyor, mekân değişiyor, zaman içi boş bir gürz gibi sallanıp yaralamadan korkutuyor. Hikâye dallanıyor, anlatıcı yoruluyor.

Ben

Ertuğrul diyordum. Sarı Çağ,Tokatlılardan dilime eneke oldu bu çağ kelimesi. Çağ, genç çocuk demek bir yerde göbel. Bizim odaya aldık. Her zaman bir kişilik boş yerimiz vardır. Muhsin abimiz sağ olsun kırmaz bizi, temiz yüzlü çağları gönderir bize. Biz de bir güzel karartırız adamın dünyasını. İlk gelene sigara ikram edilir. Ketılda çay yapılır. Bisküvi, çekirdek, “CS”, “PS” oynamalar derken esas oğlan bakar ki bunlar on numara beş yıldız adamlar, tek kötü huyları sigara, o kadarcık da olsun canım. Akşam yemekleri fakülte yemekhanesinde topluca yenir. Hem ucuzdur, hem görüntü verilir, birlik dirlik derken varlığımız hissedilir, o biçim. Sonra kantine geçilir, sahibi Tuncay var adı bizden, biz olduğumuz için bizden, yarın başkası olsa onlardan. Cebinin derdinde deyyus.

Geçelim. Kantinin ortasında masamız hazırdır. Çay masaya gelir, misafirperverliğe ters, sen hiç misafire kalk kendin al diyen ev sahibi gördün mü? Oradan çıkıp Pala’nın kahvede çay içilir, koca kurdun gönlü alınır, polis abilere selam çakılıp özgüven pompalandıktan sonra yurdun yolu tutulur. Bu kadar çayın üstüne tam yolun ortasında idrar kesesi seğirmeye başlar tabii. Müsait yerde inelim. O bahaneyle teşkilat evleri teftiş edilir, nihayetinde yuvaya dönülür. Biraz yoğun; atladıklarımız var, unuttuklarımız var, dersler var, memleket var, hasret var, hayaller var, çarşı pazar var, futbol maçları var, bir de Mahbube var. İsme bak be. Sanki Ferit Devellioğlu’nun Osmanlıca Lügat’tinden fırlamış.

Bu şehrin en sevdiğim yanı ortasından ırmak geçiyor olması. Galiba şehri ikiye bölen ırmakla Mahbube’nin bir akrabalığı var. Irmak toprağı, Mahbube aklımı, fikrimi, zikrimi, göğsümü, yüreğimi… İkiye bölüyor. Ay dolunay, akıl başta, sinir harpteyken ben İstasyon Köprüsü’ne giderim. Iğıl ığıl akan suya düşen Ay’ın ışıltısı testi testi umut doldurur heybeme. İhtimal çitiler fikrim, ırmak boyunca. Huzur fısıldar şarkılar, işte sigara en güzel böyle anlarda yakışır Reis’in eline. Her nefeste kılcallarımdan katarlar uğurlanır. An memlekete, an Turan ellere, an Mahbube’nin düşlerine. Şarkılar ihtimallerle güzeldir, ihtimaller geceyle, gece dolunayla, ben hepsiyle güzelleşirim.

Tanıdık bir yüz, selam verecek bir cami cemaati, sigara ikram edecek bir deli ararım üst caddeye çıkıp. Yurdumun bütün caddelerinde gezerim mutlu zamanlarımda, kandaşlarım, kardeşlerim, dindaşlarım, hepiniz çok güzelsiniz, hepiniz çok cesursunuz, hepiniz soylu bir tarihin varislerisiniz. Üst cadde benim için nutuktur, titreyen ellerimde heyecan, gür sesimde davet, yürüyüşümde güvendir. Güzel haberleri, şanlı fetihleri, burçlara dikilen atlas sancakların mağrur dalgalanışı, nihayetinde akşamlı günün ilk ışıklarını burada karşılarım. Mahbube bunları bilmez. Bilmesin. Ben iki kişilik de yaşarım, hayallerimi.

Bu düdük böyle ötmez, efendiler. Türk yurdunda, Türk’ü garip koymayız. Bak bak laflara da bak. Zannedersin 32. Gün’de köksüz devirgenlere ayar veriyor. Altı üstü yurt teşkilatının tebaası seni dinleyen. Zaten hepsinin kalbi küt Türk küt Türk diye atıyor bu gaz vermeler ne iş? Olsun, her an diri tutmalıyız sevda közünü. Yok, bu ırmağın bu tarafındaki sevda. Biraz önce dedik ya ikiye bölüyor filan diye. Lafa daldık Ertuğrul’u aşağı yurtta unuttuk iyi mi? İlk gece zor olur. Aslında ilklerin güzelliği zorluğuyla ters orantılıdır. Aşağı yurtta sıcak yemek çıkmıyor, bir telefon edelim de güvenlikten arkadaşlar devriye arabasıyla buraya yollasınlar.

Onu diyordum. Arkadaşlar nizam, kendimizle başlayacak, odamız, oda arkadaşlarımız, koridor, katlar, yurt, derken inşallah demir yumruğumuzu bütün soysuzlar enselerinde hissedecekler. Herkes bulunduğu mıntıkanın reisiyle birebir irtibatta olacak. Telefon zincirine bütün arkadaşlar eklensin. Okul içinde, yurtlarda hır çıkmayacak, sizler bize ailelerinizin emanetisiniz ne de olsa. Hem ilk görevimiz de öğrencilik. Bunu asla unutmayın. Kapılardan girerken göğsünüze sığmayan yüreklerinizi dışarıda bırakacaksınız. Bırakacaksınız ki içerde şer odaklarının tahrikleri sizleri, kendine çekmesin. Bu günlük bu kadar yeter. Sabah dersi olan arkadaşlar odalarına geçebilir. Biz bir müddet daha buradayız.

Gel Ertuğrul, iyi ettin ben de böyle deli manyak gibi kendi kendime konuşup duruyordum. Nasıldı yemekler? İyidir iyi, Sadettin Usta’nın yemeklerini evde bulmazsın, inan. Şimdi İrfanlara geçeceğiz, adet böyle Cumartesi kahvaltıları orda yapılır. Söylemesi ayıp menemenleri ben yaparım. Dersin ki Reis sen bırak bu işleri, otur evinde yemek yap. Söyle söyle artık evdeyiz. Unutma evde reislik biter. Makara kukara başlar. Olsun o kadar, akşama kadar gerdiğimiz hatlar azıcık rahatlasın yoksa otuzuna varmadan dede görünümünü alırız.

Bana bak Kürdo, bu sefer de çayı haşlarsan ben de seni haşlarım ucuz et niyetine aha bu tencerede. O kıllı ellerin az işe yakışsın artık bir senedir yanımızdasın. Ulan adamlar bir senede süpersonik ajan yetiştiriyor. Sen iki tıfılı kaybetmişsin geçen günkü olayda. Hadi geçtim o işleri yapamıyorsun, bari çayı adam gibi demle be. Çay yapmayı bilmeyen ocakcı mı olurmuş? Bu çağ da Allah’ın garibi işte. Kadir, herkes ona Kürdo diyor. Baba tarafı Kürt ana tarafı Türk. Şecereyi eşeleyip duruyor her mecliste. Sanki kendinden soy kütüğü soran var. Adı, turizm otelcilik okuyor. Adam daha çay yapmayı bilmiyor. Sektör yandı demektir, bizimki mesleğe atılırsa.

Dolaylama olur sana, dümdüz anlatım. Nasıl? Adam baca baca oksijenden çok karbonmonoksit soluyor, artık açığa çıkacak şeyi düşünemiyorum. Toparlanın gidiyoruz. Kahya atımı… şaka tabii Ertuğrul, at devri geride kaldı. Akbil var şimdi yetmiş kuruş şuncacık mesafe ama olsun. Karşıya geçeceğiz. El içine çıkacağız, takım elbise giyin. Gömlekleri ütüleyin, ayakkabılara cila atın, saçları yapıştırın varsa tabi. Bıyıkları sarkıtın, 11-11 maç yapanlar kessin komik olmayın, asabi bir yüze seyrek bıyık yakışık almaz, milleti kendinize güldürmeyin.

Oyunun adı “Nar Çiçeği”, şiir adı gibi değil mi? Sana yazılmış bir şiir gibi Mahbube. İhtimalleri tüketip pimi çekilmiş bir şair kaleminden çıkmış. Geçenlerde okudum, şiir son ihtimalmiş. Gözlerine yazılmış bir şiir, domurlarını patlatan narçiçeğiyle eş kirpiklerin, rengini şairin kanından alan munis bir patlamayla belirginleşiyor gözlerin. Sonrası ılık bahar yağmurlarına karışan leylak kokuları, çarkıfelekler, fesleğenler, hanımelileri… Koca bir sahnedeyiz, hayat bir oyun. Ben dekorum, ben zemin, ben figüran, ben dublör, Ertuğrul (konuşsana) suflör. Sessizlik. Açılan ışıklar. Sahne. Siyah bir ejderhanın ağzında ışığı siluetine toplayan aydınlığın. Sonra tüm aydınlıkları alıp giden kuru inadın. Yanan sigara. Ters yakılan dalgınlıklarım. Biten sigara. Tükenen paketler.

Mahbube, sen gürül gürül akan bir çavlan gibi, Mahbube tersine kulaçlarım, boşuna çabalarım, ıssız göl kenarlarım, kızmalarım, sakinleşmelerim, ikindi gölgeliklerim, yarpuz kokularım, bin yıllık ıtırım. En afili yanım, sırrım, kendimden kaçırtan gizim. Duy. Mahbube sağırdır, Mahbube kör, Mahbube dilsiz. Adını yazsam hikâye diye okurlar. Yazamam. Adında ölçü, adında ritim, bir açık iki kapalı, üç duraklı menzilim. Söyle. Yapraklar son baharda güzel, yıldızlar gökte. Mevsim bahar. Gök alaca. Yıldızlar yaprakların yerine ayaklarım altında. Kıyamam. Acır tabanlarım, tabanlarıma saplanır çelik uçları.

Tüm insanlığa, akan ırmaklara, ıssız dağ yamaçlarına, ilk yağmuru diril bir hasretle sarmalayan tohumlara, tüm sokaklara, caddelere, banklara, otobüs duraklarına, apartman kapılarına, yurt turnikelerine söylemek istediklerim var. Haykırmak, dişisini tipide kaybetmiş bir kurt gibi yalçın kayalara çıkıp ulumak, nihayetinde tüm duvarları sevgimle, hıncımla, politik, apolitik sloganlarımla donatarak söyleyeceklerim var. Oku. İşte böyledir Ertuğrul, hayat çoğu zaman oyundan ibarettir, çoğu zaman da hayata atılan bir kafadır oyun. Biz ne hayatı yaşarız ne de oyunda rol alırız. Şimdi sen her şey çok güzel olacak diye derin bir uykuya dalacaksın, deliksiz uyuyacaksın, uyandığında solmuş bir yaprak gibi duracağım karşında.

Uyu. Bana bak çocuk, ben hiç kimseye benzemem. Birine benzesem, bir mizaca uysa şu hâllenmelerim muhakkak birileri sever, birileri nefret ederdi. Ben hiçbir babaya benzemem kardeş. Babasını tanımayanlar ihtimal ki nasıl baba olacağını bilemezler. Adam olursun belki ama baba olmazsın. Hiç kimsenin babasına benzemezsin o sebep. Sonra ne olur? Sonra şu olur; hiçbir kız sende ayırt etmez turnusol heyecanlarını, korkularını, baskılarını, ötelenmişliklerini, kol kanat germeleri. Mesela bir liman olmaz senden, belki dalgakıran fırtınalı günlerde. Ya da bir çıpa olup motora dayılık yapamazsın, bırak onu urgan niyetine bağlamazlar seni kazığa, evet işte olsa olsa kazık olursun.

Biraz da sen konuşsana Ertuğrul. Hallolur desene. Hallolmayan şeyler, bir gün bir yol bulur kendine desene. Biraz önce rüyamda gördüm, beyaz atın üstünde yalınkılıç portakal bahçelerini dörtnala geçtin desene. Beyaz kısrak, galibiyet toprağına düşermiş, hayra yoralım desene. Konuşsana ulan, dilini mi yuttun? Kovsan gitmeyecek bir mülayimlik var yüzünde çocuk. Kapıdan paketlesen bacadan düşecek bir bıcırlık. Şimdi balkona çıkıp son tütünü de iç etmenin vaktidir. Son sigara yağmurlu bir bahar gecesine rastlamışsa ne ala.

Saat gece yarısını geçmiş, açlar uyumuş, toklar sızmış, aşıklar uzaklara dalmış, kontörler bitmişse o sigara dünyanın en cakalı sigarasıdır. Kibritle yakarsan tabi. Çünkü kibritte kükürt, biraz toprak ve acı bir odun tadı vardır; insana yaradılışı, yaşamı ölümü ve gideceğimiz yeri hatırlatır. İşte üçüncü tat üzeredir at arabalı çerçiler gibi “kav” kibritleriyle tıkır tıkır dolaşmam. Cossss. Yağmurun erik çiçekleriyle buluşması ne kadar da törensel değil mi çocuk? Yağmur yıkar, temizler, ak pak eder. Saflaştırır, gıcır gıcır eder. Nicedir yüzüm tıraşsız, şimdi yağmurlarla arınmayan gerilmiş davul gibi yüzüm. Kirli, deri altına işlemiş kalıcı lekeler bunlar. Sık sakallarım isyan ediyor.

Onlar

Onları birleştiren neydi? Cüzdanlarında vuslat niyetine sakladıkları semt pazarlarında anne baba fotoğraflarını birleştiren ucuz bir teknoloji miydi? Biraz hasret, biraz acı, biraz açlık, yarım yamalak fikir, takur tukur okuma alışkanlığı, kayısı dallarından kalma cesaret, ısmarlama alınmış kıyafet, yedek kıyafet, değişmeli kıyafet, ödemeli arama, kontör transferi 9696… belki de mecburiyetti.

Ertuğrul uyandı uyudu, uyandı uyudu derken vizelerden sonra aklı kesmedi okulu bitireceğine, bitirse ne olacaktı ki? Gitti. Kahverengi iskarpinlerini mavi dolapta unuttu. Kim bilir belki de bilerek bıraktı. Reis’i makasla kestiler, okuluna döndü, sarma tütüne başladı. Karşıya, üst caddeye tövbe etti. İki kişilik odaya çıktı. Yalnız kaldı. Yapamadı. Alilerin evine çıktı sonra. Menemeni acılı yapmaya başladı. İyi çocuk oldu. Alttan dersleri verdi. Hastalığına teşhis kondu. İyileşmedi. Normalleşti. Bilet alamadı. Memleketten getirdiği yün yorganı sattı. Kitapları sattı. Eve döndü.

Mahbube?

Nişanlandı. Bahar yaza döndü. Sonra güz geldi. Çok sonra duyuldu, kış hiç olmadığı kadar sert geçti. İnsanın kanı dondu.