Selma Türköz Emine Batar’a sordu
Rasim Özdenören’in sahicilik ile ilgili güzel bir yazısı vardır. Bir arkadaşı ona, yazdığı bir öyküyü (roman da olabilir) getirir ve okumasını ister. Özdenören okuduktan sonra “inandırıcı değildi,” der. Karşısındaki yemin eder: “Gerçekten yaşandı bu olay.” Rasim Özdenören, “yaşanmış olabilir ama sen inandırıcı anlatamamışsın,” der.
Kendi öykü çizginizi üç kelime ile tarif eder misiniz?
Samimiyet, sahicilik, sanat: Yazarken, kendim olup olmadığımı düşünürüm. Acaba başkası mı olmaya çalışıyorum? Yoksa derinlerime kaymış ve bana bile varlığını unutturmuş ben, kendini yazıyla mı ortaya çıkarıyor? Hangi yazarın sözüydü hatırlamıyorum: “Yazmak, insanın içindeki yabancıya ulaşmasıdır,” diyor. Bu söz, kendini yeniden keşfetme konusunda insanı kışkırtıyor ve yolculuğa başlamak için adım atmaya zorluyor. O yabancıyı ararken kendime karşı ne kadar dürüst olduğumu düşünmek zorundayım. Ruhuma ait olmayan cümleleri, sırf okuru etkilemek için yazarsam içimdeki yabancıya asla ulaşamam.
Rasim Özdenören’in sahicilik ile ilgili güzel bir yazısı vardır. Bir arkadaşı ona, yazdığı bir öyküyü (roman da olabilir) getirir ve okumasını ister. Özdenören okuduktan sonra “inandırıcı değildi,” der. Karşısındaki yemin eder: “Gerçekten yaşandı bu olay.” Rasim Özdenören, “yaşanmış olabilir ama sen inandırıcı anlatamamışsın,” der. Sahicilik, bir yapıta gökyüzü olma özelliği kazandırabilir. Sahici olmayan yapıtları, bir kere yağıp ortadan kaybolan bulutlara benzetirim.
Elbette sanat boyutu benim için çok önemli. Samimiyet ve sahiciliği öykünün bedeni olarak düşünürsek sanatı ona giydirilmiş elbiseye benzetmek aykırı olmaz sanırım. Bedenden önce elbiseyi görürüz, bedeni de elbiseyle tanır ve tanımlarız.
Yazma eylemi bir “derdin” sonucu mudur?
Sanat insan için olmalı. Bir yarayı iyileştirmeli veya en azından o yarayı göstermeli. Alberto Manguel, Kelimeler Şehri kitabında hikâye için şunları söyler: “Hikâyeler her şeyden önce bize halimizi hatırlatabilir, şeylerin yüzeysel suretini yarıp geçebilir, altında yatan akımların ve derinliklerin farkına varmamızı sağlayabilirler. Hikâyeler bilincimizi besleyebilir ve dolayısıyla kim olduğumuzu değilse bile olduğumuzu bilme yetisine bir başkasının sesiyle yüzleşmenin getirdiği temel bir farkındalığa yol açabilirler.” Yazmak eylemi her zaman bir derdin içinde doğmuş ve gelişmiştir.
İnsan, içine kapanıyor, hikaye de öyle. Düğün Daveti’nde daha çok iç sese ve bireysel yaşamlara kulak verdim.
Sizi öykü yazma konusunda tetikleyen unsurlar nelerdir?
Beni tetikleyen şey, bazen bir cümle oluyor, hatta bazen sadece bir kelime, bazen bir eylem. Kitapta sanırım iki öykümü gerçek bir olaydan yola çıkarak yazdım. Diğerleri kurgu. Ama yazarken, ne gerçek tamamen gerçektir, ne de kurgu sadece kurgudan ibarettir. Artık bambaşka bir şey olurlar. Yazar nasıl anlattıysa ‘o’dur. Yeniden şekillenmiştir ve kendi gerçeğini oluşturmuştur. Birbiriyle ilgisi olmayan kısacık an’lar aynı öykü içerisinde vücut bulabilir. Anlatacağınız şey ile bütünleşmeniz, karakterin ruh halinin bedene yansımasını iyi tahlil etmeniz gerekiyor. Eğer bunu yapamazsanız sahici bir dil yakalayamıyorsunuz. Bu da okuyucuya yansıyor. Yazdıklarınızın bir ruhu olmalıdır. O ruhu kelimelerle vermek zorundasınız. Ses yok, görüntü yok. Sadece kelimeler var. Kelimelerinize canlılık katacak, inandırıcı yapacak şey budur: Hikâyeyi ruhundan yakalamak.
Ne anlattığınız mı, nasıl anlattığınız mı önemlidir?
Anlattığım şeyi önemsiyorum. Fakat neyi anlattığımı önemli yapan, nasıl anlattığımdır. Küçük bir ayrıntı bazen büyük olaylardan daha çok etkiler insanı; eğer o ân’ı anlatımınızla iyi verebilmişseniz. Yaşam kabadır, biz onun içindeki anları alır, sanatla yontarız. Yeni bir şekil veririz. Çünkü bunun için fırsatımız vardır. Kelimelerimizi düzeltme ve en iyi şekli verme hakkımızı kullanırız. Konuşurken bunu yapamayız. Ağzımızdan çıkanları silemeyiz, değiştiremeyiz ama yazdığımız bir şeyi silip defalarca düzeltebiliriz.
Anlattığımız “şey” merkezdedir, elbette ki önemlidir. Ama onu asıl görünür yapan, nasıl anlattığımızdır. Dilin olanaklarını iyi kullanmamız ve anlatıma uygun beden ve ölçülerle onu kuşatmamız gerekir. Bunu yaparken anlattığımız şeyi parlatır veya söndürürüz.
Eğer yazmak bir algılama hiyerarşisi ise, bu piramidin tepesini kendi algımız mı okuyucunun algısı mı oluşturuyor? Siz hangisini daha çok önemsiyorsunuz?
Sözcüklerimizi okuyucuya göre seçersek, eser bütünüyle bizim olmaz. Ismarlama olur ki bunu samimi bulmuyorum. Okuyucunun algısını şurada önemsiyorum: Yazar tamamen içine kapanır ve kendi ruhunun çeperlerinden kurtulamaz, bütün anlattığı kendisidir ve sadece kendinin anladığı bir dil kullanır. Böyle bir durumda okuyucunun yakınmaya hakkı olabilir. Okuyucunun algısı ön planda tutulduğunda, yazarın yazma özgürlüğünün kısıtlanacağını düşünüyorum. Kalemine gizli bir el müdahale eder. Özgür düşünemez. “Okuyucu ne der,” sorusuna takılır durur.
Toplumu bir organizma olarak tanımlarsak, bedaret-hadarat ilişkisi çerçevesinde, sizce yazma eylemini “kemâli” bir ihtiyaç olarak tanımlayabilir miyiz?
Sanırım kimse zengin olmak gayesiyle yazmaz. Yazının hobi olarak görülmesini de doğru bulmuyorum. İçsel bir ihtiyacın sonucudur. Birçoğu için yazmak eylemi boş iş olarak tanımlanır. Hatta yazarı, “Derdi yok, kafası rahat da yazıyor,” diye yaftalayanlar olur. Oysa en büyük eserler zor zamanlarda ortaya çıkmıştır. Üstelik yazarlar o eserleri şimdiki gibi bir konfor içinde ortaya koymamışlardır. Aslında gelişmişlikle birlikte insan ruhu tembelleşmeye ve kendindekini keşfetme konusunda zayıflamaya başlamıştır.
Yazarken, içindeki insanı tanırsın. Bir insanı tanımak bütün insanları tanımanın yolunu açar. Artık bu durdurulamaz bir istek ve ihtiyaç haline gelir. Sessizce ve incelikle konuşmak isteyenlerin seçtiği bir yoldur yazı.