Seçilmiş
Ceketimden zarfı aldım, dosyayı masaya koydum. Önce “Sana inanıyoruz,” diyen kızı düşündüm. Ne güzeldi, güzel kızlar benimle yolda konuşmazdı. Acaba ne diye inanıyordu bana. Ne sandıysa artık. Hep siyah kravatım yüzünden, önemli biri zannediyorlar beni.
Benim adım Mahberg Cuskovski. Memurum. İsmimi okuyup Rus klasiklerinden iç sıkıntısıyla doğmuş bir karakter zannetmeyin. Gerçek adımı gizlemek zorundayım. Takdir edersiniz ki gizlilik önemli bir konu.
Standart memur öykülerinden değil benim öyküm. Türlü bunalımlar yaşayıp hayatı sorguladığım falan yok. Hayatımdan gayet memnunum. İşime tam vaktinde giderim, tam vakti dolunca da çıkarım. Dakika sektirmem. Amirlerime itaati onur sayarım. Uysal koyun da denilebilir benim için. Hiç şikâyet etmem, bana verilen görevi harfiyen yerine getiririm. Olur olmadık yerlerde gülmem. Amirlerim şaka yaparsa, kahkahayı patlatırım. Sistemi, memuriyeti eleştirmem. Hem eleştirirsem kendi başımı yemiş olurum. Çünkü memuriyet yek vücut olmaktır. Bunu memuriyete ilk başladığım yıl ilçe müdürü söylemişti. İlçe müdürü dediysem devlete bağlı bir kurumun ilçe müdürü yahu, bunu anlamayacak ne var. Yoksa ilçenin belediye başkanı olduğunu, kaymakamı olduğunu elbette biliyorum. Her neyse, ne diyordum. Hepimiz bu vücudun bir parçasıyız, sistemi eleştirmek kendi başımı eleştirmektir, akıllı bir insan kendi başını eleştirmez. Talimatları uygular, talimatlara karşı bir tavır oluşturmaz.
Anlattım ya iyi bir memurum, istenilen bir memur. Öykü anlatmak değil mi, kuramcı ağabey öyle söylüyordu, anlatıyorum işte sabredin, değişik şeyler olacak. Mesela türkü dinlemeye bayılırım. Meyhaneye gitmem, lüks lokantalara girmem. Esnaf lokantasına giderim, türkümü evimde, dolmuşlarda dinlerim. Ayağımı yorganıma göre uzatırım vesselam, çünkü büyük balık değilim, haddimi de bilirim. Yürümeyi mecburiyetten değil keyif aldığım için severim. Dolaşırken insanlara selam veririm, gülümsemeyi ihmal etmem. Mahallede dolaşırken, “Kapat şu müziğin sesini Muhittin abi,” diye sesler duyarım kafamın içinde. İzlediğim dizilerden çalarım böyle cümleleri. Zaten dizi izlemeye bayılırım, çünkü memuriyetin temel şartı budur. İzle ve düşünme. Düşünmem, düşününce de anlamam zaten. Arada sırada kitap okumayı ihmal etmem. Eski asker bir ağabey var, onun kitaplarını okurum. Tamam, Türkiye’de tüm erkekler eski asker ama bu öyle değil. Çatışmaya gireninden sigortası askerlikten yatanından bir ağabey. Sinemaya çıkan filmin son haftalarında giderim. Daha ucuz olur bilet, ilk hafta gidip niye o kadar para vereyim ki. Yani anlayacağınız her işim planlıdır. Yaptıklarım üzerine kafa yorarım. Neyi niye yaptığımı bilirim. İş başka canım, orada yap dedikleri için yaparım. Çiçek almayı sevmem fakat çiçekçilerde gezinmeye bayılırım.
Yine eve dönerken uğradığım çiçekçilerden çıkmış kaldırımda yürüyordum, birdenbire bir elinde kalın mavi dosyayla bir çocuk koşarak yaklaştı, siyah lüks bir araçtan önüme bir zarf atıldı, o bana büyülü gözleriyle yanaştı. Her şey birdenbire oldu, bir zamana sığmayacak kadar. Sana inanıyoruz, dedi. Kilitlenip kaldım. Gözümün içine bakarak uzaklaştı. Kâğıdı aldım cebime koydum. Dosyayı kolumun altına sıkıştırdım. Kimsenin görmediğinden emin olunca fırına girdim, ekmek aldım. Her zamanki sokaklardan evime yürüdüm. Düşünmedim, düşünmek istemedim. Buzluktan kıyma çıkardım, yumurta hazırladım, taze fırın ekmeğini bandırarak afiyetle yedim. Akşamki dizimi izledim, meyvemi yedim. Artık yatma vaktim geldi ama yatağa gidemedim. Günlük rutinim dışında yeni bir şey düşünüp uğraşmaya cesaretim var mıydı?
Varmış, demek ki. Ceketimden zarfı aldım, dosyayı masaya koydum. Önce “Sana inanıyoruz,” diyen kızı düşündüm. Ne güzeldi, güzel kızlar benimle yolda konuşmazdı. Acaba ne diye inanıyordu bana. Ne sandıysa artık. Hep siyah kravatım yüzünden, önemli biri zannediyorlar beni. Zarfı açıp açmamakta kararsız kaldım. Açmasam da uyuyamazdım. Sonumu düşünmek beni güçsüzleştirir, bu söz böyle olmayabilir. Ama havayı anladınız, duruş falan aynı. Sert bir hareketle açtım zarfı. Sana inanıyoruz, yazıyordu. Eee? Kocaman zarfın içine sadece bunu mu yazmışlar? Böyle şaka mı olur yahu. Kim bu kadar tezgâh hazırlar bir şakaya. Bütün havam kayboldu. Dosyayı açmadım. Merak da etmiyorum. Sinirlendim galiba biraz. Uyumak için yatağa gittim.
Alarmdan yarım saat önce uyandım. Güne iyi başlamak için değil, korktum. Kız bana yaklaşıyordu yine. Tövbe estağfurullah ağzı yüzü de bir değişik. Sana inanıyoruz, ruz ruz ruz. Sesler yankılanıyor. Salona koştum hemen, dosyayı açtım. Benim fotoğrafım vardı ilk sayfada. Gözümde güneş gözlüğü, elimde bont çanta var. Uzun siyah bir palto giymişim. Matrix mi lan bu? Ne biçim fotoğraf böyle. Tamam adam benim bu kesin, ama hiç hatırlamıyorum böyle bir sahne. Diğer sayfaları açtım, bir sürü fotoğrafım vardı, altına şehir isimleri yazılmış. Tokyo, Berlin, Zagreb, Tahran, Yozgat, hatta Babil. Yok daha neler. Tamam, hadi Yozgat neyse de Babil ne alaka. İyi uğraşmışlar, dedim. Televizyoncular falan şaka hazırlıyorsa demek ki beni buldular keklik. Yer miyim ben bunları. Dosyanın en sonunda salonumda çekilmiş bir fotoğraf vardı. Tam bu kanepede, tam böyle, elimde bu dosya, üstümde lacivert polar, kapıya doğru bakıyorum. Baktım kapıya, hiç kimse yok. Tövbe estağfurullah. Ne çeşit bir oyunun içine düştüm. Azıcık bir aklım var onu da şaka uğruna yitireceğim. Dayanamadım, çıktım evden.
Yıllardır işe ilk defa geç kaldım. Kafamı toplayamıyorum. Herkese karşı şüpheciyim. Amirlerim şaka yapıyor gülmüyorum, tetikteyim, tezgâhı kuranın olayı anladığımı bilmesini istiyorum. Akşamı zor ettim. Uzun zamandır bu kadar düşünmemiştim. Benimle niye uğraşırlar anlamıyorum. Kendi hâlinde güzel bir memurum ben. Eve dönmeyi istemiyorum. Başka bir şey yapmayı da bilmiyorum. İşten çıkınca eve gidilir, ne bileyim ben, ne yapacağım. Çiçekçilere uğramayacağım. Ya yine karşıma çıkarsa o kız. Kabul, güzel kız ama korkuyorum. Yok, yok öyle çekinecek değilim. Bildiğin korkuyorum, evimde çektikleri fotoğrafı düşününce aklım gidiyor. Yine çiçekçinin önüne kadar gelmişim, bekledim bir süre. Hiç olağanüstülük olmadı. Neyse dedim, yürüdüm. Bakkal Sami’ye bir selam verdim. Hayır, Sami’den şüphelenmiyorum. Anahtarımı çevirdim apartmana girdim. Anahtarımı hep tek seferde bulurum. Çünkü anahtarımı koyduğum yer bellidir.
Çantamın küçük gözü, oraya başka bir şey koymam. Öyle anahtarı aradım romantizmi hiç yaşamadım. Kendimle küçük küçük gurur duyup kapıyı kapatıyordum, kız elini koydu kapıya. Bismilllllllah. Evine çıkalım, dedi. Yok be, öylesi değil içiniz fesat, vallahi korkuyorum. Tedirgin buyur ettim kızı. Dosyayı gördü, “incelemişsin,” dedi. Ses çıkarmadım. Tetikteyim, yüzüne baktım öylece. “Bak,” dedi, adımı söyledi, biliyordu. Ben yazamıyorum malum sebepten. Kurtarıcı sensin, sana ihtiyacımız var, globalleşen dünyayı sadece sen kurtarabilirsin, sermaye piyasaları, küresel ısınma, Arap baharı, Hawking’in ölümü, bunların hepsi geri çekildin diye oluyor. Toparlan ve kim olduğunu hatırla, sana ihtiyacımız var, dedi. Açık pencereden çıkıp gitti. Hepsini anladık da globalleşen dünyayı nasıl kurtarayım ben. Soru soramadım. Şaka falan değilmiş, benmişim seçilmiş olan. Ama yeterince açıklamadı, niye beni seçtiler, bana niye inanıyorlar, memurum ben. Yine her şeyi kendim mi çözeceğim. Dosyayı incelemeye koyuldum.
Dosya benim işim, o hâlde işimi yapmalıyım. Her sayfayı her satırı tek tek inceledim. Anladığım kadarıyla şehir şehir dolaşıp o şehrin simgesinin önünde fotoğraf çektiriyordum. Tokyo Kulesi, Brandenburg Kapısı, Josep Jelacica Heykeli, Milad Kulesi, Babil’in Asma Bahçeleri ve Yozgat Saat Kulesi. İyi de niye gitmişim ki bu şehirlere. Evimdeki fotoğraf da kanıt olsun diye konulmuş. Tamam, inandım. Ama niye, ne yapıyorum bu şehirlerde. Gizli bir gücüm falan mı var. Kız pencereden çıkıp gittiğine göre demek ki benim de böyle bir gücüm olmalı. Pencereye yaklaştım, rüzgârdan perde açıldı. Heyecanlandım, perdeler rakiş cınım, perdeler diye mırıldandım. Yok, çok yüksek. Böyle güç mü olur. Zekâyla ilgili olmalı benim gücüm. Ne bileyim, böyle zihin okuyorumdur falan. Sermaye piyasasını başka nasıl çözerim. Hemen bakkala indim, Sami’nin gözlerine baktım. Bana bir çakmak ver, buralarda yeniyim, Jasse James’i tanıyor musun, dedim. Aklını falan okuyamıyorum ama gözlerinden anladım küfür edecek. O da güç sayılmaz, kim olsa anlar. Eve döndüm tekrar. Allah Allah, gücüm ne ola ki benim. Arka arkaya dört beş tane bilim kurgu filmi izledim. Bana göre özellikler değildi. Uçan adamlar, ilaçlar falan. Memurdan nasıl kahraman olur kimsenin aklına gelmemiş. Sanki dünyayı hep bilim adamları, savaşçılar kurtaracak. Al benmişim işte seçilmiş kişi, bana muhtaçsınız ne olacak şimdi, yapmayım bir şey de boğulun buzulların altında.
Neyse sorumluluk sahibi insanlar görevden kaçmaz. Ama görevim ne, tam olarak anlamadım. Zarfı aldım tekrar elime. Gizli, görünmeyen bir yazı olabilirdi. Çakmağı altından tuttum, evet altında bir şeyler yazıyor. Biraz daha yaklaştırdım çakmağı. Az biraz okunuyor, ell elif cop cpy copye elif copy cern cennt nter elif copy center, okudum elif copy center. Kâğıt tutuştu, hay Allah kahretmesin. Tam çözmüştüm mesajı. Dinlenmeliyim. Kahramanlar da dinlenir, kendime geldiğimde kızı bulmalıyım, inşallah hap seçtirmezler.
Odamın içi duman dolmuş. İki çuval evrakı okuyup, işe yaramayanları yakıyorum. Duman yüzünden kendimden geçmişim. Müdür bey bu işi ancak sen yaparsın, sana ihtiyacımız var, demişti. Titiz çalışıyormuşum. İyi bir memurum. Müdüriyetin kahramanıymışım, benim gibiler sayesinde devletin çarkı dönüyormuş, gizli kahramanmışım. Hoşuma gitmişti bu sözler ama keşke evrak yakma olayını evde yapmasaydım. Bütün iyi memurlar gibi evime iş getirmiştim. Sistem benim sayemde dönüyor, bunu biliyorum. Kahraman olmak kolay değil. İsimsiz kahraman. Bu işi ancak ben yapabilirim, başka kimse işe yaramayan evrakları yakamaz. Bana ihtiyaçları var. Perdeler rakiş cınım, perdeler.