Sazın Tellerine Kim Dokunuyor

Mahlukat kendi sınırlarıyla bu doğal hal içinde cevelan eder.
Mahlukat kendi sınırlarıyla bu doğal hal içinde cevelan eder.

Bu iki yazıdan aldığımız ilhamla sınır meselesinin farklı bağlamda izini sürelim. Allah sınırsızdır ama onun yarattığı her şey sınırlıdır. Burada birçok sınırdan söz edebiliriz: Allah yarattığı her şeye ölümü yasa olarak yazmıştır. Var olmak hacme bürünmek demektir.

Post Öykü’nün Kasım-Aralık 2015 tarihli nüshasında Burcu Bayer’in bir denemesi yayımlandı: “Kendi Başına Buyruk Bir Kahraman.” Edebiyat tarihi boyunca kahramanın hallerinin güzelce özetlendiği yazı şöyle bitiyor: “İnsan bir dizge içinde yaşamaya mecburdur ve Allah’tan başka galib yoktur.” Yine derginin aynı nüshasında Emine Özkanlı “İki Dünya Arasında: Şeş-Cihet Meselesine Giriş” adlı denemesinde ontik ve ontolojik bir varlık olarak insanın sınırlarından söz ediyor ve yazısını şöyle sonlandırıyor: “Sınırsız olmaya çalıştığımda bocalarım, hakikatle bağlantımı yitirir, derinliğimi kaybederim.”

Bu iki yazıdan aldığımız ilhamla sınır meselesinin farklı bağlamda izini sürelim. Allah sınırsızdır ama onun yarattığı her şey sınırlıdır. Burada birçok sınırdan söz edebiliriz: Allah yarattığı her şeye ölümü yasa olarak yazmıştır. Var olmak hacme bürünmek demektir, bu durum görünür âlemdeki varlıklar için bedenlenmek de demektir. Beden zaten sınırdır. Mahlukat Allah’ın ona takdir ettiği ölçü, mizan yani kaderle maluldür; kaderinin dışına çıkamaz. Mesela kiraz ağacı bu yıl da üzüm vereyim; kutup ayısı yazın Afrika çöllerinde fare avlayayım diyemez, güneşin bugün de ısıtmayayım diyemeyeceği gibi. Bu sınırlılık mahlukatın gelip geçiciliğinin yanında, varoluşundaki kabiliyetleri içeren bir sınırdır. Allah’ın onlarla ilgili takdiriyle birlikte ilahi planda yer tutarlar. Adil, güzel ve iyi olan da bu doğal haldir.

Mahlukat kendi sınırlarıyla bu doğal hal içinde cevelan eder. Ama insan için durum biraz farklıdır. Elbette o da kaderle yaratılmıştır, koştuğunda dakikada bilmem kaç kilometre hızı geçemez, şu kadar metre yüksekliğe sıçrayamaz, biraz da denizin dibinde yaşamak istese de yaşayamaz, kendine ne kadar iyi bakarsa baksın mutlaka ölür. İnsanı diğer mahlukattan ayıran, nimet olarak ona akıl ve iradenin verilmesidir. Akıl öncelikle üzerinde düşünülecek şeyleri zorunlu kılar; akledilecek şeyler olmalıdır ki aklettikten sonra aralarında seçim yapılabilsin. İşte bu durum insanın önünde geniş vadilerin açılması demektir.

İnsan, sınırlarını bilemez. Sınırlarını keşfetmek için hep bir tecrübe peşindedir. Ancak, sınırların keşfine yönelik çabaya rağmen, ömür boyunca sınırların nerelere kadar uzanabileceği kesin bir tecrübeyle bilenemez. Bu halin Kur’ani karşılığı, eşref-i mahlukattan belhüm adal’a ya da ahsen-i takvimden esfel-i safiline kadar uzanan geniş bir vadidir. Şuara suresindeki, “her vadide şaşkın şaşkın dolaşmak” deyimi böyle bir hali de gösteriyor olmalı.

İnsanın bunca enginlikte kaybolmaması için Kur’an ona meşru sınırlar önerir; bu meşru sınırlara iman dairesi de diyebiliriz. Kur’an’ın önerdiği sınırlar öncelikle imanla ilgilidir. Çünkü iman müminin neler yapabileceği kadar neler de yapmayacağını belirler. Dairenin içi meşru, dışı gayri meşrudur ve aralarında hiçbir kesişim kümesi yoktur; akla siyah, geceyle gündüz gibi birbirlerinden kesin bir şekilde ayrılmışlardır. Şafak vakti ya da gri bölge diyebileceğimiz alanları Araf’a benzetebiliriz, biraz askıda bir haldir, bu sürdürülebilir bir hal olmadığı için mutlaka seçim yapılması gerekir. İşte bu noktada insan Allah’la bir misak yapar. Onu tek İlah olarak görmek demek, aynı zamanda iman dairesi içinde kalmaya söz vermek demektir.

İnsanın kendisini iman dairesi içine çekmesi, kendiyle ilgili ilahi takdire, ilahi plana uyması ve doğal olan içinde cevelan etmesidir. Meşru sınırlar içinde durmak; doğru, iyi ve güzel bir yerde durulduğunun teminatıdır. Bu durum, kendi hayrına olanın seçilmesidir. İşte bu noktada her türlü etkinlik hayırlı ve güzel olacak demektir.

Sanat, edebiyat da insani bir etkinliktir, dolayısıyla insandan bağımsız varlığı yoktur. Ancak insan eylerse sanat, edebiyat vardır, değilse var olamaz. Tıpkı duvarda asılı duran bir enstrümanın, insan eli değmedikçe basit bir eşyadan ibaret olarak kalması gibi; roman, öykü de yazılmadıkça hatta okunmadıkça var olamaz.

Burada basit bir önerme kurabiliriz: Akıl ve irade sahibi insan, kendi hakkında hayrı ister. Dolayısıyla insani bir etkinlik olan sanat ve edebiyat da doğrudur, iyidir, güzeldir. Ama öyle olmadığını gözlemliyoruz. Her akıl sahibi insan sözünü ettiğimiz iman dairesinde kalmayı seçmemektedir. Zaten bu yüzden meşru olan için öncelikle imani bir meseledir demiştik. İman dairesi dışında kalmayı seçen insanın yaptıklarının da gayri meşru olduğuna hükmedebiliriz. Zaten insanlık tarihi boyunca yaşanan zulümleri, kıyımları başkaca nasıl izah edebiliriz ki? Kimi insanlar bir yandan kendi soyundan olanlarla, diğer yandan da doğal olan her şeyle savaşmaktadır.

Sanatın, edebiyatın türlerinin doğası var mı, yok mu tartışmalarını bir yana bırakarak, bunları nötr görsek bile bu noktada sazın tellerine kimin dokunduğu önemlidir. Çünkü insan nötr bir varlık değildir, belli değerler sistemine bağlıdır. Varoluşunu o sisteme göre anlamlandırır ve etrafıyla ona göre ilişki kurar. Eserini de aynı sistemin içinden verir. Çünkü kendi bağlı olduğu değerler sistemine uygun olarak eserini inşa eder. Bu anlamda her eser, aynı zamanda bir öneridir. Eserin bize neyi önerdiği, neleri meşrulaştırdığı doğduğu değerler sistemiyle bire bir ilgilidir.

Sazın tellerine dokunulmadığı sürece basit bir araçtan ibaret olduğunu söylemiştik. Tellere kimin dokunduğunun önemli olmasının nedeni, tellere dokunan kişinin iyiyi iyi, kötüyü kötü bilip bilmemesidir. Bu durumu da insanın önünde geniş vadiler bulunması nedeniyle onun hangi vadiden bize seslendiğine, kulağımıza neler fısıldadığına bakarak biliriz. Mesela Georges Bataille Edebiyat ve Kötülük’te (çev. Ayşegül Sönmezay, Ayrıntı yay. İstanbul 2014)

Marquis de Sade için şunları aktarır: “Rose Keller adında genç bir dilenci kızı çakı darbeleriyle delik deşik ettiğini, sonra da yaralarına sıcak balmumu döktüğünü biliyoruz.” (s. 99) “Sade’ın imgelemi bu kargaşa ve aşırılığı en kötü noktaya taşır. İnsan, eğer duyarsız değilse Sodom’un 120 Günü’nü hasta düşmeden bitiremez: En çok hasta olan, bu kitabı okurken şehvet duyguları en çok zayıflayandır. Kesilmiş parmaklar, oyulmuş gözler, sökülmüş tırnaklar, acıyı bileyen manevi dehşetin kol gezdiği işkenceler, kurnazlığının ve zorbalığının buyruklarına uyarak oğlunu öldüren anne, çığlıklar, leş kokulu kan ve daha pek çok şeyin yarattığı iç bulantısı.” (s. 102)

Aynı kitaptan bir alıntı daha yapalım: “Blangis (Sade’ın kahramanlarından biridir) de şöyle haykırır: ‘Demek doğruymuş; suçun öyle bir cazibesi var ki, her tür şehvetten uzak, tek başına bütün tutkuları tutuşturmaya yetiyor.’ Zincirlerinden kurtulmak, bir tutku nesnesinin işi olmayabilir. Başkasını yok eden, aynı zamanda onu zincirlerinden kurtarır; zaten zincirlerinden boşanma, edep kuralları çerçevesinde kalmak isteyen için bir yıkımdır.” (s. 101) Yine aynı kitaptan; bu kez Sartre, Genet için şu saptamayı yapar: “Kötü yürekli insan Kötülüğü, Kötülüğün kendisi için ister ve… Kötülük’ten duyduğu dehşetle Günah’ın cazibesini keşfeder.” (s. 151)

Burada dikkat çekmek istediğimiz neyin anlatıldığı değil, nelerin meşrulaştırılıp önerildiğidir. İnsan için meşruiyetin kaynağı bağlandığı değerler sistemidir. Birilerini zincirlerinden boşalmaya, sınırları çiğnemenin cazibesini deneyimleye, kötülüğün vaat ettiği özgürlüğün peşinden koşmaya çağırmak ancak yazarın seslendiği, beslendiği vadiyle ilgilidir. Yazar oradan beslenir ve eserleriyle de orayı besler, tahkim eder.

Şuara suresi 221-227. ayetleri, sözünü ettiğimiz beslenme kaynaklarını ve onun sonuçlarını net bir şekilde bizlere bildirmektedir: “[Ey Peygamber! De ki o müşriklere]: Ben size şeytanların/cinlerin asıl kimlere indiğini, kimlerle irtibat kurduğunu bildireyim mi? Şeytanlar nerede [Allah hakkında asılsız söyleyeni] bir iftiracı, nerede bir günahkâr varsa işte onlara [kâhinlere ve şairlere] inerler. Çünkü onlar hep şeytanlara kulak verirler. Onların çoğu zaten yalancıdırlar. Şeytanlara kulak veren bu şairlere de azgınlar uyarlar. Görmez misin, o şairler her konuya dalarlar, her telden çalarlar. [Bugün övdüklerini yarın yererler, bugün doğru dedikleri şeye yarın yanlış derler]. Ayrıca onlar, yapmadıkları şeyleri söyler, [abartarak anlatmayı severler]. Buna mukabil, iman edip imanlarına yaraşır güzellikte işler yapan, her daim Allah’ı zikredip O’nu kalbinden/gönlünden hiç çıkarmayan ve haksızlığa/hicve uğradıktan sonra kendilerini savunan şairler farklıdır. [Müminleri hicveden] o zalimler/şairler nasıl bir yıkımla karşılaşıp alt üst olacaklarını yakında anlayacaklar!” (Mustafa Öztürk, Kur’an-ı Kerim Meali, Ankara Okulu yay. Ankara 2014).

Sanatçılar genellikle sanatın, edebiyatın sınırlarının olup olamayacağını, varsa da nereye kadar uzanıp uzanamayacağını tartışmaktan yanadır. Oysa burada önemli olan sanatçının sınırlarıdır; daha doğrusu kendisini neyle, nelerle sınırladığıdır. Allah’ın önerdiği sınırları reddeden birisi, aslında insanın önünde açılan sonsuzca vadide koşma özgürlüğünü elde eder. Zaten kötülük de bu yüzden özgürlüğün kaynağı olarak gösterilir. Ancak bu zincirlerinden boşalma durumunun, sınırsız özgürlüğün insanı nereye taşıyacağı, insanı neye benzeteceği önceden kestirilemez.1 Ancak şunu biliyoruz, Allah’ın meşru sınırlarının çiğnenmesiyle insan, doğuştan getirdiği eşref-i mahlukat olma potansiyelini içinde öldürür. Artık böylesi biri için heva ve heves temel güdülerdendir; daha çok onlara uyarak kendisine bir yön tayin etmeye çalışır. Ama çoğu kez şeytana kulak verdiğinin farkında bile olmaz.

İmanlarına yaraşır güzellikte işler yapmak müminlerin hem sıfatıdır hem de onlar için emirdir. Bu emri yerine getirebilmek için iyiyi iyi, kötüyü de kötü bilmek ön şarttır. Çünkü eserin değeri sanatçının neye kulak verdiğine, yüzünü nereye döndüğüne bağlıdır. Genel ahlaki ilkelerin hatta daha geniş anlamıyla hikmet’in evrensel olduğunu düşünürsek, bu değerlere kalb-i selim ile düşünen herkesin ulaşabileceğini görürüz. Değerler saklı, gizli değildir, tam tersine ayandır, aşikardır; önemli olan görmeye, duymaya, akletmeye niyet edip insanın yüzünü onlara çevirmesidir.

  • 1 Açıktır ki bu hal, vadiden vadiye koşmaya, çölün ortasında yansız, yönsüz kalmaya benzer; bütün sınırların, ölçülerin yitirilmesidir. Bunca başıbozukluk içinde verilen eserlerin yaslanacağı herhangi bir ilke, bağlanacağı bir ip yoktur. Sadece heva ve heveslere yelken açmış kişisel deneyimlerin, hastalıkların, marazların aktarılması, önerilmesi ve meşrulaştırılmasından ibarettir. Kur’an bizi Allah’ın ipine sarılmaya, bağlanmaya davet eder. Bu ip sayesinde insan kendi yönünü ve yanını tayin eder; insan bir an şaşırsa, yanılsa, düşse de bağlandığı ip sayesinde yeniden yolunu bulur.
  • Sınırların, sınırlamaların sanatçının muhayyilesini tetiklediğini, özgün eserlerin bu sınırlamalardan doğduğunu iddia eden sanat akımlarının varlığını unutmamak gerekir.