Sandalye

Karşısındaki adam sürekli bir şeyler tekrarlıyordu.
Karşısındaki adam sürekli bir şeyler tekrarlıyordu.

Komiser sandalyesinden kalkıp karşıdakinin omzundan sıkıca tuttu. Diğerinin sallanması bir anda durdu. “Oğlum anlatsana nerden aldın o ütüyü?” Karşıdakinin suratında bir an adam akıllı bir değişim görüldü. Kirden mi tenden mi siyah olduğu bilinmeyen yüzü huzurla kaplandı.

Saat sabahın dördü. Hep beni bulur böyleleri zaten. Başka vardiyaya denk gelmezler ki, diye geçirdi içinden komiser. Sandalyeye bütün ömrünü orada geçirmiş gibi oturdu. Kollarındaki düğmeleri ağır hareketlerle çözerek kıvırmaya başladı. Karşısındaki en fazla yirmi yaşında olması muhtemel adamın- sahi çocuktan adama geçme yaşı kaçtı- yüzüne bakmayarak hiç acelesi yokmuş gibi hareket ediyordu. Arkasındaki siyah camda kendisini izleyerek öbür kolunu da kıvırmaya başladığında, birden camın diğer tarafında bizi izleyen var mıdır acaba, diye düşündü. Karakolda kendisinden yetkili kimse olmamasına karşın hatta izleme odasının kapısı kilitli olsa bile hep birileri tarafından izleniyormuş hissine kapılırdı. Arkasını göremediği şeylerden daima nefret ederdi. En çok da televizyondan. Yalılarda yaşanan görkemli aşkları izlerken bazen yeteneksiz oyuncuların gözü kameraya değer işte tam o anda karşı taraftan izlenildiği hissine kapılırdı. Ya biz onları izlediğimizi sanırken onlar şöminelerinin yanına serilmiş bizim acınası hayatlarımızı seyrediyorsa?İşte o zaman gerçekten biterlerdi. Kafeslenmiş fareler ile aralarında hiçbir fark olmadığını anladıkları an biterlerdi, kafeslendikleri an değil.

Karşısındaki adam sürekli bir şeyler tekrarlıyordu. Komisere bu tekrarlanan kelimeler korkudan edilen dualarmış gibi geliyor oturduğu yerde göğsünü şişiriyordu. Kollardaki işlem tamamlanınca iki elini masaya yaslayarak “Anlat bakalım nerden çaldın o ütüyü?” dedi. Adam birkaç saniye durdu, komiserin yüzüne doğru baktıktan sonra aynı kelimeleri tekrarlamaya devam etti. Aynı anda da bir ileri bir geri sallanıyordu. Komiser biraz dediklerini dinlemeye çalıştı ama o kadar hızlı tekrarlıyordu ki bir anlam çıkarmak imkânsızdı. Gecenin bu saatinde bir elinde ütü diğer elinde masa örtüsü bir ağaca yaslanmış konuşup duruyormuş. Birine musallat olmasın diye tutup getirmişler. Komiser sandalyesinden kalkıp karşıdakinin omzundan sıkıca tuttu. Diğerinin sallanması bir anda durdu. “Oğlum anlatsana nerden aldın o ütüyü?” Karşıdakinin suratında bir an adam akıllı bir değişim görüldü. Kirden mi tenden mi siyah olduğu bilinmeyen yüzü huzurla kaplandı. Kafasını kaldırmış komisere bakıyordu. Birkaç saniye gözleri bir köprünün iki ayağı gibi durduktan sonra sessizce “Annem,” dedi.

“Annen mi verdi o ütüyü sana? Ya muşamba masa örtüsü onu da mı?”

Muşamba kelimesini niye kullanmıştı ki şimdi? Karşıdaki bu sefer başını masaya yapıştırmış, elleriyle yüzünü kapatıyordu. Komiser uzanıp ellerini kaldırdı. “Böyle kurtulamazsın, çaldın demi o eşyaları, anlat hadi!” Diğeri sanki kusuyormuş gibi “Babam,” dedi bu sefer. “Hay senin anana da babana da...” Bu adamdan bir şey çıkmayacak diye söylenip sinirle ayağa kalktı, odadan çıktı. Koridorda yürürken “Bu serseriyi nezarete atın, iki gün kalsın aklı başına gelsin!” diye bağırdı. Polislerin kendisine tuhaf tuhaf baktığını görünce iyice sinirlendi.

Bir de bu salaklara mı laf anlatacağım diye mırıldanarak karakoldan çıktı. Eve nasıl gittiğini bile bilmeden kendisini yatak odasındaki sandalyede buldu. Sık sık bu oluyordu aslında. Bazı olayları yaşarken başka meseleler hakkında düşündüğünde ne o meselelere çözüm bulabiliyordu ne de yaptığı eylemi hatırlayabiliyordu. Sözüm ona araba kullandığını bile hatırlamıyordu şimdi. Ya da evin kapısını açtığını, odaya girdiğini... Bunları düşünürken yine yaptığı eylemi hatırlamayacak bu döngü sonsuza kadar sürecekti. Gözleri kapanmak üzereyken son anda kendini yatağa attı.

Kafasının içinde büyük bir gürültüyle uyandı. Yataktan kalktı, hafif sendeleyince yanı başındaki sandalyeye çöküverdi. Uyandığı halde kafası öne düşmüş, gözleri kapalı öylece oturuyordu. Ardından tekrar o rahatsız edici gürültüyle irkildi. Bu gürültünün kapıdan geldiği ayrımına vardı. Üstünü çıkartmadan yattığı için mutlu oldu, bir an elbise giymesi o kadar zor gelmişti ki... “Şu kapıyı duyan kimse yok mu?” diye söylenerek antreyi geçti. Kapının önünde çok düzgün ütüden geçmiş bir takım elbisenin içinde bıraksalar göğe kadar uzanacak boyuyla esmer bir adam bekliyordu.

“Kusura bakmayın rahatsız ediyorum. Siz komisersiniz değil mi yanlış gelmedim?”

Komiser bir anlık refleksle hemen elini beline doğru attı ama silahı yoktu. Yatakta düşürmüş olmalıydı. Dik dik takım elbiseli adamın yüzüne bakmaya devam etti. Ani bir harekette üstüne atılacaktı. “Dün gece sorgusuna girdiğiniz çocuk benim kardeşimdi.” Al işte çocuk dedi. Adam mı çocuk mu olduğu belli değil ki...

“Anlıyorum. Konu neydi demiştiniz?” kaşları hâlâ çatıktı. En ufak yumuşama yoktu yüzünde. Bu ziyaret hiç normal değildi ve mesleğin ilk kuralı normal olmayan bir olayın tehlike habercisi olmasıydı.

“Müsaitseniz içerde konuşabilir miyiz?”

Komiser sandalyeye sırtını yaslamış, ellerini kavuşturmuş pürdikkat karşıdaki adama bakıyordu. Yine olmuştu işte. Kapıdan bu sandalyeye nasıl geçtiğini hatırlamıyordu. Tanımadığı bu adamı niye evine aldığı hakkında en ufak bir fikri dahi yoktu. O bunları düşünürken takım elbiseli adam anlatmaya başlamıştı bile

  • “Anlayacağınız ev o kadar küçüktü ki herkes birbirinin sırtında yaşıyordu. İki oda bir salon ya da üç oda hiç salon... İşte kardeşim böyle bir evde büyüdü. Tıka basa doluyduk. Aslında dışarıda yaşanacak bir hayat vardı ya mutfakta da sürekli sigara içen babam vardı. Üflediği dumanın gözden kaybolduğu sınıra kadar ev ahalisinin uzaklaşmasına izin veriyordu. İlk zehirlenen ablam oldu. Kardeşim aramızda en çok onu severdi. Eve görünmez bir zincirle bağlı olduğu halde mahallenin köşesindeki kaldırımda oturup gün boyu dışarıda olanları izlemeye devam etti. Bir gün gözü kuşlara, kırılmış kiremitlere, gökyüzüne siyah fener tutan bacalara değil de karşı komşunun penceresindeki çocuğa takıldı. Daha önce hiç görmediği bir gülümsemeyle kendisine bakıyordu. Kestane rengindeki saçları ensesine doğru savruluyordu. Babasının kapıdan kovduğu görücülerin yanlarında sürüklenen çocuklara hiç benzemiyordu. Onlar sanki dokunsan kırılacak yeni moda bir sandalyeye benziyorlardı. Bu çocuk ise yere tırnaklarını geçirmiş bir iskemleydi. Madem öyleydi ablamın da yapacak bir işi yoktu, günlerce oturabilirlerdi. Oturdular. Sonra çocuk tekrar geleceğini söz vererek kalktı. Sokağın köşesini dönerken ablamın görüş sınırlarından tamamen çıktığını bilmiyordu. Dünya bir öküzün boynuzları arasındadır, Dünya düzdür, Dünya tepsidir, hayır hayır Dünya bu sokak kadardır. Kardeşim gözünü ne zaman o köşeye çevirse ablamın beklediğini biliyordu. Yemeden, içmeden, gözünü dahi kırpmadan bekledi. Yazı bekleyen bir evsiz gibi, ateşin bulunmasını bekleyen bir mağara adamı gibi, nasıl desem Hz. Muhammed’in dönmesin bekleyen Mekke sokakları gibi bekledi. Ablam kestane saçlı çocuğu o kadar çok bekledi ki artık bu alışkanlık yaşamak ile hayatında yer değiştirdi. Genelde bekliyor, bazı zamanlar yaşıyordu. Ellerinde ekmek ufaklarıyla her gün o kaldırımda etrafına konan serçelerle oturmayı sürdürdü. Kardeşim bir sabah yine mavi gömleğini, kumaş pantolonunu giymiş ayaklarına da diğer elbiseleriyle hiç uyuşmayan spor ayakkabılarını geçirmiş ablamın yanına gitmek için çıkmıştı. Ablasını yalnız bıraktığı zamanlar sanki o da bir yerlerde hiç gelmeyecek bir mutluluğu bekler gibi oluyordu. Bu mutluluk, ablasının kendisini bir suratın en ücra köşelerine saklayan gülümsemesi mi yoksa eskiden başını okşayan ama artık serçelerden başka bir şeye dokunmayan elleri mi olduğunu bilemiyordu. Minik kafasında bu sorularla yürürken orada, sokağın köşesinde yemyeşil bir defne ağacı görmüş. Başkalarının farkına bile varmadığı bu ağaçtan o gözlerini bile ayıramıyormuş. Sanki doğduğundan beri o ağaçla beraber büyümüşler gibi hissediyormuş. Diğer yandan ablamın ortada olmayışı ve yerinde sallanan bu gizemli defne ağacı onda, ablamın ağaca dönüştüğü fikrini canlandırmış. Eve koşa koşa gelip bize haber verdiğinde, annemle birbirimizin gözüne birkaç saniye bakmamız yetti anlamıştık ki artık beklemek fiilinin kendisi olmuştu ablam.
  • Annem; herhalde bu olaya aramızda en çok üzülen o oldu. Babamın hareketsiz buharlı tren gibi yıllarını geçirdiği eve, birkaç dilim ekmek sokabilmek için mahallenin dikiş ve ütüleme işlerini yapıyordu. Ablamın ağaca dönüştüğü haberini aldığında da yine ütü masasındaydı. Bana baktıktan sonra hiçbir tepki vermedi. Önündeki perdeyi ütülemeye devam ediyor, bir yandan da gözlerindeki damlalar masanın üzerine yağıyordu. O kadar çok ağladığını gördü ki kardeşim, annemin artık ütüye su koymasına gerek yok dediğini hatırlıyorum.
  • Ablamın olayından yaklaşık bir ay sonra, sabah erkenden kalkıp ablasının yanına gitmeye, öğlen acıktığında anca eve dönmeyi alışkanlık haline getirmişti. Evde hepimizi üzgün görmeye, babamın boş sigara paketlerinin çoğalmasına katlanamıyordu. Öğlen vakti annemin her zaman ütü yaptığı odadan bir ses duydum. İçeri girdiğimde kardeşim ütüye sarılmış “Abi annem, anneme bak nolmuş, anneme bak abi!” diye hıçkırarak ağlıyordu. Ben de ona sarıldım. Elimden bundan başka bir şey gelmiyordu. Odanın ortasında saatlerce öyle kaldık. Kapının açılma sesi ile kendimize geldiğimizde babam suratlarımızdan ne olduğunu çoktan anlamıştı. Kapıyı kapatıp sigarasına ulaşmak için mutfağa gidiyordu. Kardeşim sanki olacağı tahmin etmiş gibi arkasından koşmaya başladı. Ben ise odada oturmuş ütüye bakıyordum. Bu sırada bir bağırış sesi yükseldi mutfaktan. Vardığımda babamın da üzerine bir sürü sigara izi bulunan muşamba masa örtüsüne dönüştüğünü anladım. Hiçbir şey söylemeden sessizce evden çıktım. Bir daha da o eve dönmedim. Herhalde siz onu bulduğunuzda aslında ailesiyle beraberdi.”

Komiser, bomboş gözlerle etrafa bakınıyor, az önce duyduğu şeyleri idrak etmeye çalışıyordu. Bu sırada kapıdan karısı seslendi:

“Canım sabahtan beri kendi kendine ne konuşuyorsun Allah aşkına? O takım elbiseyi de giymeyeceksen dolaba as."