Şaman suretinde ben
Kaç gün geçti at sırtında bilmiyorum. Rüyamda bir karaca olduğumu gördüm. Peşimden gelen bir şamandan kaçıyordum. Tüm gücümle koşmama rağmen onu atlatamamıştım. Bunun bir rüya olduğunun farkındaydım; fakat uyanamıyordum.
Yıllar önce de anlatmıştım. Başım yine büyük belalara girmişti. Her yerde doğruları söylemek işe yaramıyor. Anlattıklarımın hiç kimseye bir faydası yoktu. Uzun süre çenemi kapalı tuttum. Ancak son zamanlarda hatıralarımı canlandıran olaylar susmamı imkânsızlaştırdı. Şimdi son kez anlatacağım. İnanın diye değil. Elbette yüreğimin derinlerinde bir yerlerde bir parça da olsa inanmanızı isteyen hislerim olabilir. Sadece yaşadıklarımın bir kaydı olsun istiyorum. Yaşadıklarımın hepsi gerçek desem inanmayacaksınız. Hepsi basit bir hikâye desem gönlüm razı olmaz. Anlatacaklarımın mantığı zorlayan şeyler olduğunu biliyorum. Onun için hikâyeme kurgu gözüyle bakmanız akla daha yatkın.
O gün sol elimin parmak uçlarında sebebini bilmediğim bir hissizleşme başladı. Özellikle orta ve işaret parmaklarımda hissizlik artıyordu. Parmaklarımla bir şeylere dokunmadığım sürece bir sorun yaşamıyordum; fakat sol elimi kullandığımda parmaklarım bir başkasına aitmiş hissine kapılıyordum. Belki sargı bezi kullansam iyi olacaktı. En azından bir şeylere dokunduğumda o ürkütücü hissizliği tecrübe etmek zorunda kalmazdım. İlkyardım çantasının kilerde olduğunu hatırladım. Kullanmadığım yığınla eşyanın arasından bulmak zorundaydım onu. Kilerin kapısını açar açmaz küf ve rutubet karışımı bir koku yayıldı. Toz tadı doldu genizlerime. Lambayı açtım. Yanmadı. Plastik bir tabure bulup üstüne çıktım. Ampulü yerinden çıkarmak için çevirmeye başladım. Duy da ampulle beraber döndüğü için çıkartamıyordum. Bir elimle duyu tutup diğer elimle de ampulü sökmeyi denedim. Hissiz parmaklarım her çevirişimde beni rahatsız ediyordu. İşte ne olduysa tam o anda oldu. Elektrik çarptı. Belki biraz öncesinde de çarpıyordu; ama parmaklarım yüzünden bunu anlayamamıştım.
Taburenin ayağımın altından kaydığını ve eski eşyaların arasına gömüldüğümü hatırlıyorum. Koca bir karanlık. Orada ne kadar öyle kaldım bilmiyorum. İlk duyumsadığım küf ve rutubet kokusu oldu. Bir süre sonra karanlığa gözlerim alışmıştı. Hemen hareket etmek istemedim. Kırılan bir yerim var mı bilmiyordum. Kalçamda bir sızı hissettim. Olduğum yerde öylece eski eşyalara bakınırken onu gördüm. Bence heybetli bir duruşu vardı; ama kesinlikle görkemli diyemem. Hiç buraya aitmiş gibi değildi. Yatak odasında bir bulaşık makinesi görmek gibi tuhaf bir hisse kapıldım. Bu bir kopuzdu. Armut gibi kıvrılan gövdesi ve sivrilen ucunda şakıyan üç teliyle karşımda duruyordu. Bunun nereden geldiğini düşündüm; ama hatırlayamadım. Yerde kan damlaları vardı; ancak benim kanayan hiçbir yerim yoktu. Sanırım biraz daha dinlenmem gerekiyordu.
Gözlerimi tekrar açtığımda etraf biraz daha aydınlanmış gibiydi. Birdenbire karşımda onları gördüm. Ense tüylerimi diken diken eden o çekik ve sarı gözleri… Korkuyla irkildim. Kendimi korumak için geri çekilmeye çalıştım; ama hareket edemiyordum. “Kurt” diye bir inleme nefesi verdim ve kendimi korumak için el yordamıyla bir şeyler aradım. Elime eski bir ütü geçti. Bir çift göz bana bakmaya devam ediyordu. Bu bir kurt değildi. Tuhaf bir yaratıktı. Başında bir kuş kafası vardı sanki. Açık bir şekilde, alnından inen gagayı görebiliyordum; fakat kafasından geyik boynuzları da yükseliyordu. Birden kollarını iki yana açtı. Bunlar da kanat gibiydi. Gözleri haricinde yüzünü göremiyordum. Renkli bez paçavralarıyla suratını gizliyordu. İki yana açtığı ellerini yüzünde birleştirdi.
Gizemli, mistik bir ses duymaya başladım. Bir telin, gerilip bırakılması gibi bir ses… Yüreğimi ağzıma getiren bu sesin ritmi gittikçe artmaya başladı. Bunları yarı baygınlıkla seyrediyor olmasaydım belki de kalp krizi geçirecektim. Müzik gittikçe hızlanıyordu. Karşımdaki insan-hayvan yerinde duramıyor, ani ve sert hareketler yapıyor, bir elini ağzının önünde sallayıp duruyor, boynuna kavisler veriyordu. Zannedersem mızıka tarzı bir enstrüman vardı ağzında. Uzaktan uzağa davul sesleri de geliyor gibiydi. Ya da bunlar benim kalp atışlarımdı. Korkuyordum. Adrenalin iyi hissetmemi sağlıyordu. Çok tuhaftır ki bu hissin bende bıraktığı tesiri hâlâ bâriz bir şekilde duyabiliyorum. Aniden müzik kesildi. Geyik boynuzlu kartal kafasının kurt bakışlı gözleri yine bana doğruldu. Kafanın ortasında duran ağız kocaman açıldı ve beni yuttu…
Kendimi ıslak ya da nemli hissettiğimi hatırlıyorum. Yine her yer karanlıktı; ama aydınlıktı da. Düz bir ovanın ortasında, büyük bir çınarın altındaydım. Başucumda yine o kopuz vardı. Yaratığın bir yerlerden çıkacağı korkusuyla hızlıca etrafıma bakındım. Görünürde yoktu. Ucu bucağı belli olmayan bozkır çöllerinden birinde gibiydim. Hissizliğim gitmişti. “Komuz” dedi yukarılardan gelen bir ses. Kopuza çevirdim başımı. İçim onu çalma iştiyakıyla doldu ve temkinli bir şekilde elime aldım. Eksik bir uzvum yerine gelmiş gibi hissettim. Tam da kucağım ve ellerim için tasarlanmıştı. Oturunca şekline uyum sağladığım bir koltuk gibi. Gayriihtiyari çalmaya başladım. Çok güzel bir ezgi çıkıyordu kopuzdan. Gözlerimi kapadım ve kendimi müziğin akışına bıraktım. Yalnızlığı anlatırken kederlendirmemeyi başarmış bir ezgi dinliyordum. İçimden alacalı renkler cümbüşü geçiyordu.
Kopuzuma bir kadın sesi eşlik etmeye başladı. Sesi kulağımın dibinde duyana kadar çaldım. Gözlerimi açtığımda neredeyse dokunabileceğim yakınlıkta güzel bir karaca gördüm. İri gözleri, ince bacaklarıyla karşımda duruyordu. Kül rengi tüyleri vardı. Güzelliğiyle beni mest etmişti. Öylece birbirimize baktık. Sonra onu yakalamak istedim. Yavaşça doğruldum. Karaca geri geri gitti. Üstüne doğru hamle yapınca koşmaya başladı. Ben de peşine düştüm; fakat karaca çok hızlıydı. Gözden kayboldu gitti. Aramaya devam ettim. O kadar yol kat etmeme rağmen yine büyük çınar çıkmıştı karşıma. Bu sefer ağacın altında yaşlı biri oturuyordu. Ak sakalları yere değiyordu. “Ay atana git” dedi. “Atı al. Sana yol gösterir…” Hangi atı diye sormak üzereydim ki çınarın arkasından bir kişneme sesi duydum.
Tüyleri apak, gözleri bakır gibi bir aygır yavaşça bana doğru geldi. Sırtına atladım ve karacayı aramaya başladım. Bir aralık ufuk çizgisinde gördüm onu. Atımı dizginleyip karacanın peşine düştüm. Derelerin üstünden akıp gidiyor, kayalardan sekip geçiyordu. Atım da hayli maharetliydi. Peşini bırakmadı. Bir geçidin kenarında kıstırdım onu. İri gözleriyle bana baktı karaca. Boz tüylerini okşamak istedim. Tam inip yanına gideyim derken atım huysuzlanmaya başladı. Geçidin üstünden yedi kurt belirdi. Yedisi de aynı anda atlayıp karacayla arama girdi. Kimisi uluyor, kimisi hırlıyor, kimisi de sivri dişlerinden salyalar akıtıyordu. Atımı mahmuzlayıp kaçmaya çalıştım. Soluksuz bir kovalamacanın içindeydim. At süratlendikçe rüzgâr suratımı kırbaçlıyordu. Kurtlar bir türlü peşimi bırakmıyordu ve gün iyice kararmıştı.
Bir uçuruma doğru ilerlediğimizi fark ettim. Burası yolun sonu gibiydi. Uçurumdan aşağı yuvarlanmamak için atı durdurmaya çalıştım. Beni dinlemiyordu. Dizginleri iyice kendime çektim. Durmadı. Uçuruma doğru dört nala gidiyordum. Belki böylesi daha iyiydi. Kurtların sivri dişlerinde can vermektense düşerek ölmeyi tercih ederdim. Uçuruma iyice yaklaşmıştık. Derinliğini görmeye başlamıştım. Toprak bitti. At boşluğa girdi. Boşlukta süzülüyorduk. Ölmeden önce son kez karacanın gözlerini hayal etmek istedim. İri, kara gözlerinin havada çizdiğim tasviri bile beni büyülemeye yetti. Tuhaf giden bir şeyler vardı. At düşmedi. Aksine yükselmeye başladık. Bu at uçabiliyordu. Kurtları geride bırakmıştık. Tepemde kocaman bir dolunay… Ay Ata’ya doğru yolumuza devam ettik.
Kaç gün geçti at sırtında bilmiyorum. Rüyamda bir karaca olduğumu gördüm. Peşimden gelen bir şamandan kaçıyordum. Tüm gücümle koşmama rağmen onu atlatamamıştım. Bunun bir rüya olduğunun farkındaydım; fakat uyanamıyordum. Birden aklıma bir fikir geldi. Şamanın beni öldürmesine izin verirsem rüya sona ererdi. Ben de kaçmaktan vazgeçtim. Şaman delirmiş gibi üzerime doğru koşuyordu. Durduğuma şaşırmadı. Bilakis buna hazırlıklı görünüyordu. Kemik beyazı bıçağını çekip boynuma hamle etmesini çaresiz seyrettim.
Gözlerimi açtığımda at kaybolmuştu. Hava soğuktu. Titreyerek sığınacak bir yer aradım. İlerideki kayalıklarda kuytu bir köşe olabileceğini düşündüm ve oraya doğru yürüdüm. Bir mağara bulabilmiştim. Isınmak için mağaranın derinliklerine doğru ilerledim. Duvarlarında at, kuş, öküz ya da boğa tasvirleri gibi ilkel çizimler vardı. İlerledikçe mağaranın derinliklerinden buharlar yükseldiğini gördüm. Isınmak için sabırsızlanıyordum. Koşmaya başladım. Üzerinde buharlar tüten bir kaynarca çıktı karşıma. Sıcaklığı kontrol etmek için önce elimi hafifçe değdirdim. O esnada beni şaşırtan bir şey fark ettim.
Göletteki yansımam beni kovalayan şaman suretindeydi. Başka bir rüyanın içinde olmalıydım. Gittikçe artan bir panik halindeydim. Şamanın beni öldürmesine izin vermeliydim yine. Belime davrandım ve kemik beyazı bıçağı çıkardım. Başka şansım olmadığına kendimi inandırmaya çalışırken bıçağı kendime sapladım. Kilerin ortasında buldum kendimi. Her şey yerli yerinde duruyor gibiydi. Kopuz, ilkyardım çantası, plastik tabure ve küf kokan eşyalar… Elinde ütüsüyle kendini savunmaya çalışan ben bile oradaydım. İdrak etmem biraz zaman aldı. Ben, benin karşısında duruyordu! Şimdiki ben geyik boynuzlu ve gagalı başlığı giymişti. Belki de ütülü benin uyanması gerekiyordu. Elimde duran bıçağı ona sapladım. Bu sefer kimse uyanmadı…
- Bülent Ayyıldız “iyi düşünülmüş bir gol” gibi geliyor sevgili öyküseverler. Bizden söylemesi... (AE)