Şahmeran

Şahmeran ​
Şahmeran ​

Uzandı ışığın peşinden. Siz durun, dedi. O küçük delikten akıverdi ışığın peşinden. Esrarlı odalarda, dumanların içinde ışık oluverdi. Ve bir ışık patladı önünde. Gözleri kamaştı. Ben, dedi, Meran, Meran’ların Şahı, gel, sana dünyanın bütün sırlarını öğreteyim, peşinde koştuğun kendi hikayeni.

Yine yurttan kaçmışlardı.

Üç kafadar şehrin koynuna koynuna sokulacaktı. Derinliklerde, karanlıklarda kaybolacaklardı.

Yine zaman, yine mekan silinecek, ayakları yerden kesilecek, bulutlara yükselecek, bir duman, bir efkar içinde yine zaman, yine mekan silinecekti.

Yürüdüler mi herkes bir yana kaçacak, kalabalıklar dalgalanacak, onları görenlerin kalbine korku ve endişe bir yılan gibi kıvrılacaktı. Yılan gibi kıvrıla kıvrıla kaldırımlarda, yılan gibi çöreklenerek kaldırımlarda, bir yılan işte şehrin derinliklerinde, karanlıklarında kaybolmuş.

Bazı geceler ranzasına sığamazdı, tavan gelir üzerine çökerdi, boğulurdu, uyanmak isterdi ter içinde. İlk kez kullanılan bir bayrak, paketinden yenice çıkarılmış, özenle ütülenmiş, itinayla tabuta sarılmıştı ve bazı üniformalı amcalar, bazı öfkeli delikanlılar, sesler yükselir, yükselen seslerin arasında boğulurdu. Alt ranzada yatan Erbüke’nin tekmeleriyle kendine gelirdi, Cemsab uyan, sesleri arasında. Uyanmak değildi bu, bilirdi uyanmak bu değildi, sanki kapıdan bahçeye çıkmak gibiydi. Duramazdı koğuşlarda, üzerine üzerine gelen duvarların arasında, bahçeye çıkmasa ölürdü, bilirdi ölmenin nasıl bir şey olduğunu.

Muhtar yanında birkaç ceketli adamla gelmişti eve, muhtar birkaç ceketli adamla yan yana gelince eve, ev, ev olmaktan çıkmış bir cehennem olmuştu. Sesler yıkıyordu duvarları, sesler aşıyordu zamanı ve mekanı, dayanamadı çıktı bahçeye, mis gibi bir bahar fışkırıyordu topraktan, evleri yıkılıyordu seslerden. Çıkınca bahçeye Erbüke hep arkasından, İşbüke hep aynı köşede, kıştı, yağmur vardı, üşüdüler. Sen burada bekle dediler. Erbüke ve İşbüke daldı koğuşlara, titredi yağmurun altında, yer ve gök gri bir renkte birleşmişti, gri emmişti zamanı ve mekanı.

Askeri bir araçla kasaba yolunda sarsıla sarıla ilerliyorlardı. O annesinin sarsılan bağrında; ninesi, dedesi iç çeke çeke kendi içlerine göçüyorlardı. Şehrin tenhalarında, bata çıka göçüklere ilerlediler, daha tenhaya, derinliklere, karanlıklara, kimse gelemezdi buralara, sadece korku bilmezler gelirdi. Yağmur ensesinden sokuluyordu, ürperiyordu, yoldaki göçüklerde paçalarına sular, sular şimdi her yanını, sellere kapılmak belki de. Kapıldığı kendisiydi, kendisi bir şeye kapılıyor ve sonra sürükleniyordu kapıldığı bir şeyin ardından. Bilse belki dururdu. Durmuyordu insan seli, kasabada amcalar, delikanlılar, zaman durmuyordu, mekan büyüyor büyüyor ve koca bir kalabalık oluyordu mekan, ninesinin, dedesinin oturduğu plastik sandalyeye dayanıyordu kalabalık, annesi özenle ütülenmiş, ilk kez kullanılan bir bayrağa sarılmış, onunla konuşuyordu.

Sonra da geldi muhtar. Ninesi ve dedesiyle öbür odada fıs fıs konuşurlarken, annesi sarıp sarmalardı onu, bağrına basardı. Sıkıca giyinmişlerdi, ona da kazağını ve montunu getirmişlerdi. Giyinip sarınıp tutunup birbirlerine yine yurttan kaçtılar. Ağlardı annesi, muhtarın öbür odadaki fıs fıs konuşmalarını duydukça. Susun dedi, Erbüke ve İşbüke’ye, bir ses duyuyorum bu esrarlı odalarda. Sen, dedi Erbüke hep sesler içindesin zaten. Bu başka, dedi, bu başka. Dumanlı odalarda, dumanlar emiyordu odaları ve bütün zamanlar ve bütün mekanlar açılıyordu önlerinde, nereye koşacaklarını bilemiyorlardı, kayboluyorlardı önlerine açılan zamanın ve mekanın sonsuzluğunda.

Muhtar yine gelmişti. Elinde bir gazete kesiği. Bir gazete kesiği çerçevelenmiş duruyordu kerpiç duvarda. Durmasaydı çerçeve kerpiç duvarlarda hatırlamayacaktı hiçbir şeyi. Annesi konuşurken bir bayrakla, o, dedesinin kucağında, dedesi elini tutup asker selamı verdirmiş. Ninesi kendi içine göçmüş. Arkada bir kalabalık. Zaman o çerçevede durmuş, mekan o çerçeveye sığmıştı. Bir ışık sızıyordu kerpiç duvardaki çatlaktan, sızan ışık parçalıyordu durmuş zamanı, donmuş mekanı. Uzandı ışığın peşinden. Siz durun, dedi. O küçük delikten akıverdi ışığın peşinden. Esrarlı odalarda, dumanların içinde ışık oluverdi. Ve bir ışık patladı önünde. Gözleri kamaştı. Ben, dedi, Meran, Meran’ların Şahı, gel, sana dünyanın bütün sırlarını öğreteyim, peşinde koştuğun kendi hikayeni.

Muhtar son kez geldi minibüsle, yanında amcalar, ablalar. Annem de teselli edemedi beni, seni artık devlet okutacak, seni artık devlet iş sahibi yapacak, sen artık devletlisin dedi, benim, dedim, devletim sensin, ayrılmadım kucağından, şalvarına sıkıca sarıldım. Sonra ninem, sonra dedem, sonra muhtar ve sonra herkes yapma yavrum diyerek kopardılar beni benden. Parçalandım annemin kucağında, dağıldım herkesin ellerine, toz oldum, zaman uçurdu tozlarımı mekana, şimdi geriye duman, her yanı kaplayan duman oldum.

Odadan boğuşma sesleri yükseliyordu. Gözlerimde duman, dumanların gerisinden baktım boğuşmalara. Bir el bana doğru uzandı. Tanıdım bu görevli eli. Uzandı ve ben diye Şahmeran’ı sıktı, boğdu. Bağırdım bırak, diye. Bırakmadı. Beklemediği bir anda uzandım ve soktum eli. Danalar gibi böğürdü, burada, gelin, esrarkeş piç kurusu, yılan gibi çöreklenmiş köşeye.

Diğerleri de geldi.

Boğuştuk.

Başımı duvarlara, yerlere başımı.

Orada, o köşede, çöreklendiğim yerde kıstırıldım. Zamana ve mekana hapsoldum. Ölüyorum ben orada, dedim, beni bırakın burada.

Başımı kaldırdım. Kerpiç duvardaki delikten içeri girdim. Zamanın ve mekanın hapsolduğu çerçeve yerli yerindeydi. Annem, ninem, dedem, bayrak, hepimiz o çerçevedeyiz. Selam durmuşum. Bak piçe bak, ilişmeyelim diye bir de selam duruyor.

Kahkahalar.

Şahmeran’ı öldürdün dedim.

Sus, dediler.

Susmadım.

Şahmeran öldü, diye bağırdım

Bağırma, dediler.

Bağırdım.

Şimdi bütün yılanlar yutacak sizi.