Rüzgarı sallayan ağaç
Sanırım. Bir şey demek istemiyorum. Bir şey yapmak istiyorum. İnsanlara bir şey olsun istiyorum. Rüzgârı sallayan bir ağaç olsun istiyorum. Bana ne oldu? Bir şey mi oldu bana? Neden böyle oldu? Herkese olur mu? Adım silinsin istiyorum.
Günün ilk ışıklarına değin çalıştım, sorsan. Ne var elde? Hiç. Hiç olur mu hiç! Biri yarısından başlanıp bitmiş iki paket, bir solmuş beniz, bir çift kan çanağı göz, bir kokuşmuş vücut, bir hiç bozulmamış döşek, bir nihayet delinmiş gök ve sabaha tutturulmuş gece. Kalktım, bildik manzaraya baktım. Bildik, bilindik. Hep başka evler de vardır içinden baktığın haricinde. Hep ağaç vardır. Hep görgüsüz müteahhitler vardır.
Yol vardır, saat kaç olursa olsun insan yoksa da geçmekte olan bir otomobil vardır. Nereye gider günün bu saatinde bir otomobil, ne taşır içinde. Kamyonlar kavun taşır, onu biliyoruz. Ama otomobiller ne taşır? Sanki hep hastaneye giderler, aceledir işleri. Hayatımda hiç bu vakitte bir otomobilin içinde olmadım, bir yere giden olmadım. Bir yerden geldiysem de, uzun yol otobüslerinden inip telaşsız terminallerden eve yürüdüm bu vakitler. Pencereden bakınca otobüs seçilmez, terminal de yoktur. Diğer cepheye göre daha fazla ödediyseniz deniz vardır. Mutlaka her pencereden görünen başka minareler vardır. Sokak tam aydınlanmadı aslında.
Ama ben burayı ezbere biliyorum ya, zifiri karanlıkta da görürüm olanları. Gençlik manzaramı. Yıllar geçse de dönüp geldiğin yer ilk gençliğin olunca her yerden çok evin, görüyorsun işte. Hiçbir şey değişmemiş denemez ama tanınmaz hale de gelmemiş. Belki biraz değişseydi... O zaman da evsiz kalmaz mıydım? Geri dönüp masanın başına geçti tekrar. Ne umuyordun? Pencereden bakınca değişecek ne var bir gecede, ne değişsin istiyorsun? Son sigarayı söndürmek isterken masa örtüsüne denk getirdi. Örtü ucundan yandı. Oh olsun. Eski eşinden, eski hayatından kalma bir şeydi bu örtü. Ne kıymetsiz bir şeydi ona göre. -Geçen hayatı da bu örtü kadar kıymetsiz göründü gözüne. Bu en son fikriydi. Nihayetinde vardığı, tüm gençliklerinin. Kâmil yaşının aklına güvendi. Oysa hayatta en önemli kararları neredeyse çocukken almıştı. Yalnız o mu, herkes öyle yapmıştı. Sonraları pişman olunursa da ya içe atılır, ya da suçlanan bir başkasına kusulurdu. Ama bu da yalnız kayıplar doğurur, kandıran huzur hiç gelmezdi. Eski eşi evlenmeden önce örmüş, bunun için sabahlara kadar uğraşmıştı. Ne ki sonunda takımı bitirdiğinde gözlük kullanmak zorunda kalmıştı.
Tabii sen de onu bu haliyle beğenmiştin. Şimdi bütün bunları hatırlamıyor, örtüye ve üstündeki kağıtlara bakıyordu. Düşünmüş olmalı ki, yazdıklarım, uğruna sabah ettiğim bu sayfaların üzerinde de mi sigara söndürecekler diye geçirdi içinden. Küllüğü boşaltmak için kalktı. Mutfağa gidip gelinceye kadar hava birkaç ton açılmıştı. Yeni ışık onu rahatsız etti. Artık yazsa yazamaz, uyumak istese de uyuyamazdı. Uyuyakaldılar herhalde, sabah namazına kalkmadılar, hayret. Bin seneden beri kalkmadıkları olmadı hiç. Yoksa bir daha kalkmayacaklar mı? Olabilir, yaşları müsait nasıl olsa. Gerçekten böyle düşündü. Yaşları haddi aştı, görecekleri kadar gün gördüler, dedi. E olacak artık, genç ölüm kadar sarsmayacak kimseyi. Kendi anne babası için bunları geçirdi aklından. Başkası kim bilir neler geçirirdi. Döşeğin ucuna oturdu, bacaklarını döşekten aşağı sallandırıp belden yukarısını enine serdi. Beli ağrıyordu. Başı da. Elleri, boynu, kürek kemiği sonra. Hepsini anlıyordu da bütün gün oturduğu halde bacakları neden ağrıyordu. Vücudun uyum içinde çalışması mıydı bu, yoksa ağrıları uyduruyor, kendini mi dinliyordu.
Bu ağrılar onu amacına ulaştırsaydı bir nebze rahat edecekti. Uykusuz gecelerinden, ağrılarından şikayeti olmayacaktı. İçli, hem de çok içli bir sesle bölündü düşünceleri. Bir düğün gecesi sonrası bu saate kadar çalgıyla eğlenen kalabalık dağılıyor, akrabaları gelini yeni evine bırakıyordu. Pencereden baktı, ağlayan kadınlar ve ayakta duramayan adamlar gördü. Zurna sesi bu. Bir düğünde çalınacak şey değil, mânasız. Düğün değil, belki düğüm. Sesi düğünden çok cenazeyi çağrıştırıyor. Düğünse bile senin düğünün değil, sevdiğin kızın başkasıyla olan düğünü, böyle kırsal ama içli hem de çok içli bir ses. Evimde yankılanan bu ses hiç yoktan düğümlüyor boğazımı. Sanki gelini uzaktan izleyen genç ben oluyorum. Bu sanatın mahareti mi, insan ruhunun anlaşılmaz dehlizlerinin keşfe açık bir özelliği mi, yoksa tüm bunlar külli bir sanat eseri mi, bilmiyorum. Ama bu çağda, birkaç saf ruh kaldıysa onlar mutlaka, fiilen yaşamadıkları şeyleri de hikayeleri sayan, bir ses, bir müzik, bir cümle karşısında titreyen kalbini fark edebilenlerdir. Bir film gördükten sonra, bir şiir okuduktan sonra başka biri olan, değişen insandır.
Amacını hatırladı. Zurna gittikten sonra yerine döndü. Neredeyse bir yılı geçiyordu. Hâlâ bir arpa boyu yol alamamıştı. Aslında bütün kurgu kafasında oturmuştu. Fakat başlayamıyordu. Nereden başlasa istediği gibi olmuyordu. Yıllar var ki yazıyordu, hiç böyle olmamıştı. Yazılacak şey onun takdirine bırakmadan yatağını bulup akıyordu. Yönünü sormuyordu. Bu defa o yol tıkanmıştı galiba. Son sahnede kullanacağı örtüyü kaç sene öncesine nasıl bağlayacağını biliyor ama bir türlü yolu açamıyordu. Uzunca okumalar yaptı, bitirdi. İlk defa türler arasında kalmıştı. Kısa yazınca öykü, aynı şeyi uzun yazınca dallandırıp budaklandırınca roman olmazdı, biliyordu. Acaba stresten mi tıkanmıştı, yayıncı çok sıkıştırıyor. Boşandıktan sonra biraz kafa dinlemek için ailesiyle burada yaşama kararı almıştı. Ama yayıncı her gün aramaya devam ediyordu. Mahcubiyetten yalan bile söylemişti, başladım, yarısı bitti, sona yaklaştım, bitiyor, bitiyor evet... Uyumuş. Annesi, yaşı haddi epey aşmış annesi kapıyı gıcırdatarak açtı. Her sabah bunu yapardı.
Birazdan babası da içeri girecek. Uyanmamış olmasına aldırış etmeden masanın üzerindeki radyoyu açıp namaza duracaklardı. Radyo türkü saatine gelince sobanın üzerine ekmek dilimleri dizilirdi. Bu onu uyandıran teşvik olurdu, kızamazdı. Öğleden sonraları beli bükülmüş babasıyla birlikte bahçedeki ağaçlarla, çiçeklerle ilgilenirlerdi. Kaybettiği kardeşlerinden sonra uzun yıllar yalnız yaşayan anne babası bu bahçede yeni evlatlar yetiştirmişti. Çiçekler de ağaçlar da babasına göre ‘kız’ veya ‘oğlan’; annesine göre Hamdiye, Emriye, Suna, Halil, Lamia idiler. Ölenlerle beraber benim adımı da vermiş, sahi o kadar yok muydum diye düşündü, dört katlı evlerinin en üst terasından bahçeyi izlerken. Güllerin adı yoktu. Akgülüm, kırmızıgülüm diye seviliyorlardı. Bahçe mesaisi en çok ak güllere harcanıyordu. Etrafı temizleniyor, güzellikleri tek başına hüküm sürsün diye bilhassa yalnızlaştırıyorlardı. Sokağın başına doğru baktığında bu tarafa yürümekte olan bir yabancı gördü. Adam yaklaştıkça, siması az çok seçilir hale geldi. Anne babası bahçeden içeri giren adamı eve yolladı. Adam kapıya alacaklı gibi vurmaya başladı. Alacaklıydı. Ben de verebilmeyi isterdim.
Gerçekten de isterdi. Bunca yıllık yazarlık hayatında zora düşmeden, bunca kıvranmadan yazmıştı hep. Kelimeler biter miydi. Yoksa yetmez miydi. Formül neydi. Hatırlamalı. Neyle neyi karıştırınca kalbe iniyor, göze yaş oluyor; hangi birleşimler doğru analojileri kuruyor. Kendini yazarken insan, hangi dille saklıyordu. Bir insanı yazarken eşeleyen başka insanlar kendini nasıl buluyordu. Hatırlamıyor sanki. Kapıyı açtığında gördüğü yüz, evet, oydu. İçeri davet etmedi. Uzun, geniş hırkasının cebini, sanki bir şeyler arar gibi kurcaladı. Hiçbir şey bulamadı.
-Telefonlara da bakmaz oldun. Allahtan burayı biliyorum, eseri tamamlamak için geldiğini tahmin ettim. Ama inan, seni takdir ediyorum azizim! Hayatın bu kadar uzağında, hayatın bu kadar içinden eserler vermek inanılır gibi değil. İlhamını nereden aldığını şimdi anlıyorum. Sanıyorum bu eserinde çok büyük bir edebiyat olayı bizi bekliyor. Bunu şimdiden görüyorum. Bu roman, senin adını unutulmaz kılacak. Öykü müydü yoksa? Aman canım türlere inanmıyorduk değil mi? Sen yeter ki yaz. Bu arada bu son eserim olacak demiştin. Bu yüzden mi bu kadar büyük olacak?
- Evet, son olacak.
- Türlerarası bir metin mi? Ne demeyi planlıyorsun?
- Sanırım. Bir şey demek istemiyorum. Bir şey yapmak istiyorum. İnsanlara bir şey olsun istiyorum. (Bana olduğu gibi) Rüzgârı sallayan bir ağaç olsun istiyorum.
Bana ne oldu? Bir şey mi oldu bana? Neden böyle oldu? Herkese olur mu? Adım silinsin istiyorum. Yayıncı eseri yarın görmeye gelmek üzere söz aldı ve gitti. Yukarı çıkalım. Güllere bakmaya devam edelim. Siyah güller, ak güller, Geyve’nin gülleri. Ve beyaz yatak. Uzandı. Adamın uzaklaştığından emin olmak için pencereye uzattı başını. Babası bodur ağaçlardan birinin yanında soluklanırken kucağında bir kuş tutuyordu. Yukarı doğru bakınca, ‘’Kanadı kırık uçamıyor ne yapmalı’’ dedi. Merhamet. Annesi görünmüyordu. Arka tarafta Hamdiye’yle ağlaşıyor olmalı. Güllerden gözlerini alamadı. Hele ak güller. Bu ak güller kan istiyor. Bir damla kan istiyor bu güller. Nahif bir oluktan akan. Binanın temeline bakarak yüksekliği hesap etmeye çalıştı. Nereden baksan kanımı fışkırtmaya yeter. Gecenin karanlığında yalnız ay ışığı vururken ak güllerin dibinde akan kan benim olsa, göz hakkını vermiş olur muyum. Gece çok uzun sürdü. Ama gün birden geldi. Birden yanan sokak lambaları gibi geldi.
Uykuda sıçradı sanki. Gözünü aldı. Yayıncı, kasaba pansiyonunda sabahı zor etmiş, erkenden gelmişti. Bu kadar heyecan duyduğu bir eseri herkesten önce görecek olmak adımlarını sıklaştırdı. Eserle arasındaki tek perde bu adımlardı. Esere ulaşmak için kapı çalmasına bile gerek kalmayacaktı. Bahçeden içeri girdiğinde ortada apaçık duran ak gülleri gördü. Kana batmışlardı. Bu esere bir kez daha bakacak cesareti toplayabilmek için başını kaldırıp pencereye baktı. Perde uçuşuyordu. Kim bilir kaç saattir.