Rüya Hikayeleri: A’mâk-ı Hayâl
A’mâk-ı Hayâl, kalbinde endişe ve şüphe olan bilgi arayıcısı Raci’nin dünyayı, alemleri dolaşarak varlık, alem, ruh, ölüm, hayat gibi varoluşsal kavramları anlama, ruhunu huzura kavuşturacak bilgiye ulaşma çabalarını anlatır.
Filibeli Ahmet Hilmi A’mâk-ı Hayâl’de (1910), gerek Doğu anlatılarına yaslı teması gerekse modern edebiyatın imkanlarını kullandığı biçim tercihiyle döneminin en önemli anlatılarından birini ortaya koyar. Eser, günümüz bakış açısıyla hikaye ve roman arasında bir türe yakındır. Kitabın girişinde Filibeli Ahmet Hilmi “Bu hikayeler beğenilirse mutlu olacağım,” derken, hikaye sözcüğünün yanına bir parantez açarak “Acaba bunlar hikaye mi?” diyerek bir yandan da anlattığı hikayelerin bir mesaj ilettiğini, sadece hikaye olarak algılanmaması gerektiğini ima eder: “Çünkü bu hikayelere rağbet, hakikatlere eğilim gösterme manasını taşıyacaktır. Bu ise okural rımızdan uzak görülemez. Bu muhterem millet, içinde hakikat düşüncesi taşıyan binlerce hassas yürek mevcut olduğunu yâr ve ağyara ispat etmiştir.” Dolayısıyla geleneksel anlatılarımızda olduğu gibi, yazdıklarının bir hakikat arayışı olduğunu, hikayelerin ise bunun biçim tercihi, formu olduğunu daha kitabın girişinde belirtir.
A’mâk-ı Hayâl, kuşkusuz didaktik bir mesaj anlatısından çok, bir arayış ve bunalım teması üzerinde yürür. Mevcut bilgilerin, teknolojik gelişmelerin ve felsefi argümanların insanın varoluş sorularına cevap veremediği, Raci’nin yaşadıklarıyla aktarılırken, bütün bunlar, dram, çatışma temelleri üzerine kurgulanır. Felsefi, tasavvufi, düşünsel derinlikli sembolik hikayelerin her biri hem bağımsız bir hikaye formatındadır hem de sonunda hikayeler bütünlüğe ulaşır. Bu anlatıda, düşünsel serüven, sembolik hikayelerle hayal dünyasında ruhun serüveni olarak oldukça etkileyici bir zenginlikle aktarılır.
A’mâk-ı Hayâl, kalbinde endişe ve şüphe olan bilgi arayıcısı Raci’nin dünyayı, alemleri dolaşarak varlık, alem, ruh, ölüm, hayat gibi varoluşsal kavramları anlama, ruhunu huzura kavuşturacak bilgiye ulaşma çabalarını anlatır. Batılı kaynaklardan edindiği bilgiler onu huzura kavuşturmamış, ömrü ıstırap ve arayışlarla geçmektedir: “Ben küfür ile imandan, ikrar ile inkardan, tasdik ile şüpheden meydana gelmiş bir şey olmuşum. Kalbimde inkarı aklımda tasdik eder, aklımla reddettiğimi kalbimle kabul ederdim. Kısacası şüphe denilen ejderha vücudumu sarmıştı. Bir fikri ne kadar sağlam esaslarla kursam, şüphe ejderhası onu bir savaşta yıkıyordu.” Onu bunalıma sokan inkar ya da iman değildir. Apaçık şüphedir. Sonunda insanlardan kaçan, onların yanında sıkılan biri olup çıkmıştır. Önce içkiyle bu bunalımı aşmayı dener; ama başaramaz ve büsbütün güçsüz düşer, içkiden uzaklaşır. Sonra tekrar şüphe ejderhasını öldürecek deliller bulabilmek umuduyla bilgi edinmeye ve kitaplara döner. Özellikle Batı’nın bu konuda büyük şöhret yapmış kişileriyle irtibata geçip kendilerine müracaatlarda bulunur. Fakat bunların ilim ve delilleri ona göre insanlığın çocukluk çağında icat ettiği hayal ve efsanelerden başka bir şey değildir. Ruhçu cemiyetlere girip çıkar ama orada da hiçbir şekilde ruhunun şüphelerini gideremez. Sonunda yeniden kendini içkiye verir ve uyuşmak, unutmak ister. Böylece sadece zevk sefa içinde gününü gün eden bir arkadaş grubu edinir. Yine bu arkadaş grubuyla birlikte gittiği bir eğlence gezisinde bir deli ona “Sen gerçekten var mısın?” sorusunu sorar. Böylece ilk sarsıntıyı yaşar.
Nihayet Raci, biraz meczup biraz aykırı kişilikli, insanlardan kopuk mezar yanında bir kulübede yaşayan, aslında tam bir bilge olan Aynalı Dede’yle karşılaşınca bütün dünyası değişir: “Sen viranede gömülü bir hazinesin ben ise hikmet sahibi olmak için can atan bir şaşkınım. Lütfen sizden istifade etmeme müsaade buyurunuz,” der. O günden sonra her gün Aynalı Dede’ye uğrar ve onun şiirleri ve çaldığı ney eşliğinde hayallere dalarak, bütün bir dünyayı dolaşır, ruhunun yangınını söndürecek cevaplar arar. Aynalı Dede onun bu rüya yolculuğunu bir bilge olarak yorumlar, yol, yöntem gösterir. Ama ruhun endişelerinden kurtulmak o kadar da kolay değildir. Bu yol çileli ve acı vericidir, “ebedî muamma” çözülecek gibi değildir. Oysa “varlıkla yokluğun tek bir şey olduğunu ispat eden” kurtulacaktır. Bunu ise bilmekle bilmemeyi bir tutan deliler ancak ispat edebilir.
Raci, her gün Aynalı Dede’yi mezarlığın hemen yanındaki kulübesinde ziyaret etmeye başlar. Kırk elli kadar ayna parçasını takkesine yapıştırmış, eski püskü elbiseler giyen bu bilge onu keşif yolculuğuna çıkarır. Aynalı Dede’nin yanı başına oturur, içilen kahveden sonra o ney çalmaya başladığında, ney’in hoş ve naif tınısıyla kendinden geçer ve hayal dünyasına adım atar: “İşitme duyum iyice zayıflamıştı. Dış alemden sıyrılmaya başlamıştım. Hiçbir şey görmüyor, hiçbir şey işitmiyordum. Görünürde bir şey hissetmiyor olmama karşın kendimi garip bir alemde görmeye başladım. Amâk-ı Hayale (Hayalin Derinlikleirne) dalmıştım. Gözlerim kapalı olduğu halde görüyordum.” Gözlerini açtığında yanı başında Aynalı Dede’yi bulur. Bütün bu rüyalardan sonra Aynalı Dede’nin tebessüm eden, sakin yüzü ve hüzünlü gözleriyle karşılaşır. Ona gördüğü hayali kısaca yorumlar ve burada gördüklerini şehirde hiçkimseye anlatmaması için onu uyarır.
A’mâk-ı Hayâl’in biçimsel anlamda en büyük özelliği, tümüyle bir rüya anlatısı olmasıdır. Hayallerle, rüyalarla hikayeler oluşturulur. Burada ülkelerden ülkelere, zamanlardan zamanlara geçilir, serüvenler yaşanır, uzayda seyahatler yapılır, mekânlar aşılır. Yazarlar için, imkansızı yakalama, mistik sıçrama zemini, maddi dünyaya başkaldırı ortamı yaratan rüya; fantastik, gerçeküstü dünyalara ulaşmak için önemli bir imkandır. Bu anlamda yazarlar, eserlerinde, bazen bir hammadde olarak bazen de sembolik anlatımın kusursuz bir biçim oi larak aşkları, ütopyaları, korkuları anlatmak için her dönemde rüyaların kapısını çalmışlardır. Rüyalar, sembol ve imajlarla örüldüğü için, oradaki gerçek, simgeseldir ve üstü örtülmüştür. Dili günümüz gerçekliğinin dili değildir.
Rüya anlatım, edebiyatçıların sıklıkla başvurduğu imkanlardandır. Sembolik görüntüler, ruhsal karmaşa, imgeler ve gizem… Yazarlar, rüya tekniğinden yararlanıp eserlerini bir rüya formatına dönüştürürken, fantastik, akıl dışı ve simgesel anlatıma başvururlar. Rüya, genellikle bir duygu yaratmak, okurları bir masal, düş atmosferine sokmak için kullanılır. Pek çok benzetmede de rüya çağrışımına başvurulur. Edebiyat tarihine baktığımızda, hastalıklı hallerin anlatımında, rüyaların geniş olanaklar sunduğunu görürüz. Düşle gerçek arasnıda gidip gelen kahramanlar, bu iki dünya arasındaki ayrımı net bir şekilde yapamadıkları için hastalıklı hallere sürüklenirler.
Sanatçılar sadece somut gerçeklikle yetinmez, eşyada görünmeyeni görme, akıl ve mantığı aşıp düşsel keşiflerle gerçeğin bin bir yüzünü ortaya çıkarmaya çalışmışlardır. Çünkü sanat, sadece somut gerçekliği taklit etme değil, yeni bir gerçeklik yaratma eylemidir. Bu anlamda düşler, doğaüstü olaylar, sanatçılar için her zaman esin kaynağı olmuştur. Rüyada, rüya gören seyircidir. Olup bitenin peşinden gider. Rüyanın imgeleri kişiseldir ama sanatsal yaratyıa dönüştüğünde toplumsallaşır. Rüya imgeleri görüntüseldir ancak duygulara ve sözcüklere dökülerek ifade edilebilir. A’mâk-ı Hayâl’de tüm bu rüya anlatımının özelliklerini görmek mümkündür.
Raci’nin Aynalı Dede’nin huzurunda, gördüğü ilk rüyada Hindistan’da Buda’nın yanındadır ve Hiçlik Zirvesi’ne çıkmak ister; ama nefsine, güzel kızlara yenilir ve Hiçlik Zirvesi’ne yükselmeden kovulur. İnsanın içinde hırs, arzu ve dünyaya ait tutkular kaybolmadığı sürece, bu tepeye çıkmak mümkün değildir. Gösterişe ve can çekici şeylere aldanıp yoldan çıkanlar ıstırap içinde boğulurlar. Oysa bunları aşabilen ezeli hiçlik alanına, sonsuzluk ve mana alemine ulaşacaktır. Ancak Raci nefsin ve şehvetin isteklerine mağlup olur, güzel bir kadın olarak görünen dünyaya sarılarak, ebedîialemi kaybeder. Güzellik diye sarıldığı şey, bir kocakarı çıkar. Bu kocakarı ise dünyadan başka bir şey değildir. Buda bunun üzerine onu kovar: “Ey gafil insan! İn! Bu yerlerden git! İn ve git! Huzurunda diz çöktüğün, kendini ve ruhunu eline teslim ettiğin o çirkin suratlı kocakarıya, dünyaya dön. Git ki, tutku ejderhası ciğerlerini parçalayıp yesin. Git ki ihtirasın akrepleri Nemrut gibi beynini kemirsin. Git ki dünya leşinden bir köpek eksik kalmasın.”
İkinci gün, varlık ile yokluk zulmet ile nur arasındaki mücadeleye tanıklık eder. Merkezde Zerdüşt ve öğretisi vardır. Nifak, aşk, muhabbet, sâlâh, gazap, hikmet arasındaki savaş, sembolik olarak anlatılır. Sonunda aşk galip gelecektir. Bu rüyada İran mitolojisindeki Hürmüz ve Ehrimen mücadelesi gündeme getirilir. Hürmüz nuru, Ehrimen ise karanlığı temsil eder. Üçüncü günde gördüğü rüyada ise gurur ve kibrin kötülükleri sembolize edilir. Dördüncü günde merkezde şeytan vardır. Beşinci günde, Anka Kuşu, Raci ezan okurken onu minareden alır ve bütün bir alemi gezdirir, gezegenlere, Merih’e, Jüpiter’e götürür ve hakikat için sorularına cevap verilir. Altıncı günde, “Bu kervan nereye gidiyor?” sorusunun cevabı verilir: “Yaratıcıya muhtaç bu alemler, feleğin mahkûmu bu kervan eşsiz hayalin sırrına, çekici güzellik nuruna doğru koşup gidiyorlar.” Yedinci günde, Tecelli Şelale’sinde uçsuz bucaksız denizin büyük girdapta yok oluşunu izler. Sekizinci günde ruhun gerçeğini ararken bunu ancak delilerin bulacağını öğrenir: “Bilmek ve bilmemeyi bir tutan deliler.” Dokuzuncu günde, din bilginleriyle, felsefecilerle tartışır sonunda Peygamber Efendimizin mutluluk tarifinin en doğru tarif olduğunu görür. Bu son günden sonra gözlerini açtığında yanında Aynalı Dede’yi bulamaz. Yanında bir kağıt parçası bulur: “Elveda! Gün gelir belki yine görüşürüz hoşça kal.”
“İkinci Bölüm”de ise arkadaşı Sami’nin mektubundan Raci’nin Manisa Tımarhanesi’nde olduğunu öğreniriz. “Zarif bir isim bulamadığım bir hastalığa tutulduğunu haber aldım. Hastalığa ‘sersemleşme’ isminden daha uygununu bulamadım. Azizim bu ne hal? Deniz kenarında otururken eşsiz ve oturaklı sözlerle, tarif edilemez bir tatla bize pozitif bilimler ve gerçek hikmetler hakkında verdiğin dersleri bir türlü unutamıyorum. Ve bugünkü Raci. Neyi arıyorsun? İstediğin nedir?”Raci ise verdiği cevapta artık hayalin derinliklerine daldığını karanlık bir çukura benzeyen bu alemden uzaklaştığını belirtir. İnsanlara pozitif bilimler ve felsefe anlatan Raci sonunda sonsuz hayatı aramaya çıkmıştır. Çünkü o bu dünyayı, dünyaya niçin geldiğini, ne olacağını, onu göndereni anlamadan ölmek istememektedir. Derdine bilim dünyasının cevapları içinde derman bulamaz. Sonra garip bir aleme düşer. Artık teleskopların göremediği uzak alemleri onun akıl ve gönül gözleri görmektedir. Vardığı yer deliliktir. Ama herkesin deliliğine benzemeyen farklı bir deliliktir bu. Delilik burada yaratıcının keşfinin coşkusu, mevcut dünya haline itiraz eden bir duruşu temsil eder. Bu dünyada artık hiçbir şeye ihtiyacı yoktur. Manisa Tımarhanesi’ne yatırılan Raci orada sakin günler geçirmektedir. Bir süre sonra oraya Aynalı Dede de gelir. Mezarlıkta başlayan seyirler bu kez Manisa Tımarhane’sinde devam eder. Rüya anlatım burada da sürer.
Filibeli Ahmet Hilmi’nin yapmak istediği, Raci’yi düşüncenin önemli durakları arasında gezdirerek ortaya bir insanlık dramı çıkarmaktır. “A’mâk-ı Hayâl, roman tekniği ile geleneksel anlatı geleneğini birleştiren bir yapıttır. Bu yüzden, öğreticilik amacı güttüğü söylenebilirse de, tezli bir roman olma savı taşımaz. Kalkış noktası, hep vurgulandığı gibi, salt İslam tasavvufu değildir. Hint ve eski İran inançları ve bilgeleri üç bölümün konusunu oluştururken, İslam tasavvufundan da, bir tasavvuf önderinden de açıkça hiç söz edilmemiş, bir tarikat şeyhi ise olumsuz bir tip olarak sergilenmiştir. Bu nedenle, Ahmed Hilmi’nin tasavvufta içselleştirilmiş olarak Doğu bilgeliğine yaslandığını söylemek daha doğrudur.”¹
Bu fantastik hikayeler, aynı zamanda insanlığın düşünce serüvenidir. Buda, Zerdüşt, Brahma, Aristo, Eflatun, Pisagor düşünceleri etrafında yapılan tartışmalar bir anlamda Müslüman aydınların arayışlarını sembolize eder. Sonuçta Batılı felsefi düşüncelerle yetişmiş Raci’ye bütün bu teklifler yeterli gelmez. Raci gördüğü hayallerle mutlak hakikate ulaşır ve insan-ı kamil olma yolunun vahdet-i vücûd çerçevesinde gerçekleşebileceğini tespit eder. Hiç şüphesiz A’mâk-ı Hayâl Doğu-Batı medeniyetinin bir çatışma anlatısıdır ve tavrını Doğu düşüncesinden yana koyar. Ancak, bu çatışma ruh/duygu çatışmasıdır. Bilgi kirliliği eleştirilir: “İnsanların yüz binlerce senedir kelime türetmekle uğraşmasına rağmen hâlâ yeterince kelime bulunmayışı ilginç değil mi?” Dünyanın geçiciliği, var ile yokluğun eşitliği temel vurgular olur. Hikayeler, bir bakıma dönemin baskın anlayışı pozitivizme karşı İslam’ın hayallerle örneklenen yeni cevaplarıdır. Bu örnekler tümüyle Doğu/İslam dünyasında bilinen alegorik, sembolik cevapların zamana uygun yeni yorumlarıdır. Kendi arkadaşları dünyevi mücadelelere dalmışken Raci bir düşünce, ruh serüveni yaşamaktadır. Sonunda gerçek mutluluğun maddenin esaretinden kurtulmak olduğunu görecektir. Ama halihazırdaki dünya bu gerçeğe ulaşamadığı için kurtuluş onlardan uzaklaşmaktır. Dünya ihanetler odağıdır: “Oğlum burası dünya değil. Bu bakımdan yalan söylemeye ihtiyaç yoktur.”
Enis Batur’un “gölgede kalmış roman” olarak tanımladığı Cemil Meriç’in ise “dilimizde ilk defa yazılan felsefi roman” dediği A’mâk-ı Hayâl ne yazık ki ülkemizde hak ettiği ilgiyi görememiştir. Cemil Meriç buna şöyle dikkat çeker: “Midhat Efendi romancı olarak üzerinde çok konuşulmuş bir yazar. Oysa Şehbenderzade Ahmed Hilmi neslimizin büsbütün meçhulü. A’mâk-ı Hayâl dilimizde ilk defa yazılan bir felsefî roman. (...) A’mâk-ı Hayâl’i karıştıran kaç Türk aydını var? Hilmi Bey başka romanlar da yazmış. Üç perdelik bir sahne eseri de var. Çeşitli dergiler ve gazeteler çıkarmış. Darülfünun’da felsefe okutmuş. (...) Kısaca o dönemin düşünce hayatına renk verenlerden biri.”²
Her nasılsa A’mâk-ı Hayâl’in tümüyle dini bir eser olarak kabullenilmesi ve edebiyat dünyasında fazlaca tartışılmaması ilginçtir. Çağdaş anlatıların arayan insan temasının çok iyi yansıtıldığı hikayeler, belki de varılan yer ve teklifleri, çözümleri nedeniyle görmezlikten gelinmiştir. Oysa A’mâk-ı Hayâl, karakter yaratma ustalığı, felsefi derinlik ve kurmaca başarısıyla üstün bir edebiyat eseridir.
- 1 A’mâk-ı Hayâl, Filibeli Ahmed Hilmi, N. Ahmed Özalp, “Sunuş”, Büyüyenay Yayınları, 1. Baskı 2013, s. 11.
- 2 Cemil Meriç, Kültürden İrfana, İletişim Yayınları, 1. Baskı 2013, s. 117-118.