G. Flaubert, nesirde de bir müzik, nesirde bir ahenk arar; nesre kendine özgü bir biçim vermeye çalışır. O, hemen bir çırpıda yazıp yayımlayan bir romancı değildir. Yazmadan önce, bir taslak hazırlar. Seçtiği sözcüklere, kurduğu cümlelere, paragraflara dikkat eder. Yazdıklarını defalarca gözden geçirir, fazladan sözcükler, cümleler kullanmak istemez. Varsa bunları budar, keser, atar, tekrar okur, yeniden düşünür, çırağı Maupassant'a yazdıklarını sesli olarak okur, nesirdeki ahengi dinler. Madame Bovary adlı romanı üzerinde 52 ay bu şekilde çalışır, sonra yayımlar. Buna yazıyı vitrine çıkarmanın sancısı da denilebilir. G. Flaubert, Louise Colet'ye yazdığı 24 Nisan 1852 tarihli mektubunda, işine delicesine âşık olduğunu söyler. Yazı ediminde kendini, kıldan yapılmış gömlek giyen bir çilekeşe benzetir. İkinci okumalarında yaptığı yanlışları görür, bir cümle kuramadığını sezer, bir iç sıkıntısının bataklığına düşer gibi kendini koltuğa bırakır ve bir süre sersemlemiş bir durumda öylece kalır. Kendini suçlar, kendinden nefret ettiğini söyler.
Kısa bir süre sonra her şey değişir. Kalbinin sevinçle çarptığını, gözyaşlarının yüzüne aktığını hisseder: Yazının sancısıyla kendi kendine duygulanmıştır. Uygun olan cümleyi bulmaktan duyduğu büyük bir hazzı, büyük bir tatmini içinde hissettiğini söyler. 19. yüzyıl romanı çoğunlukla toplumsal kaygıları olan, toplumu öne çıkaran romanlardır. İnsanlığın ilerlemesi, toplumsal refah, eşitlik kavramları öne çıkarılır. 20. yüzyıl romanında ise altruizm terk edilir, bireysel kaygılar, bunalımlar, belirsizlikler, haz öne çıkarılmaya başlanır. Birey de iç'e, kendi dünyasına, kendi haz ve çıkarına yönelik bir dünya kurmaya çalışır. Ne olacağı hakkında da çok söz söylenmez. Bir dünya vardır ve insan bu dünyanın içinde yaşamaktadır. Önemli olan da insanın birey olarak kendisidir. Bu aşamada Batı düşüncesinde ve romanında yeniden varoluş sorgulaması gündeme gelir. J. P. Sartre (1905-1980) ve A. Camus (1913-1960) insanının varoluşunu sorgular.
J. P. Sartre insanın özgür olduğunu, yeryüzüne bırakılmış, fırlatılmış, atılmış bir varlık olduğunu, başkalarından hareketle kararlar vermemesi gerektiğini, başkalarının cehennem olduğunu dile getirecek, bu çerçevede romanlar yazacaktır. A. Camus ise daha nötr bir şekilde hayatın saçmalığını anlatan, yaşamın bir rutinden ibaret olduğunu söylediği Sysiphos Efsanesi'ni, Yabancı'yı yazacaktır. G. Lukács, romanın, Tanrı'nın terk ettiği dünyanın epiği, kahramanlık destanı; M. Bakhtin de romanın bir karnaval olduğunu söylüyordu. Şöyle de diyebiliriz: Tanrı dünyayı terk etmedi. Belli bir kaba sığmayan, sonsuz bir özgürlüğü kutsayan insan/insanlık kendini, kendi diamonik karakterini öne çıkardığı günden itibaren Tanrı'yı yaşamından kovdu ve roman tahta çıktı. Aynı insan, sonunda Tanrı öldü dedi. Artık her şeyi söylemek, her şeyi yapmak mubah duruma geldi. Dünya bir karnavala, yani romana döndü.
Realizm öncesinde edebiyat, aşkın ve metafizik bir alandan konularını devşiriyordu. Kaideye kurala sığmayan, büyük özverileri göze alan bu boyut kaybedildi. Bu durumda romancı nereden konusunu devşirecek, neler onun ilgi alanına girecek, neleri yazmaya değer bulacaktı? Somut gerçekleri, gördüklerini yazacaktı. Stendhal, roman yola tutuklan bir aynadır diyecekti. Başka bir deyişle aşk da yere indirilmiş, ayağa düşürülmüştür. Sözünü ettiğimiz çağdaş anlatı geleneğinden önce, din ve dinden doğan bir ahlak, aşka destek oluyordu. Bu destek, yerini gövdeye, tene, maddeye, fiziksel olgulara bıraktı. Gücünü tenden, maddeden, fiziksel olgulardan alan bir anlatı türü gelişti. Gerçek olanlar, elle tutulabilenler, gözle görülebilenler anlatılmalıydı. Madame Bovary bu sancının anıtlaşmış örneğidir. Öncekilerden farkı, Emma Bovary'nin yaptıklarını önceki roman kişileri yaptıklarında bir vicdan azabı çekiyorlardı; böyle olmaması gerektiğini düşünüyorlardı.
Madame de Rênal, kocasını Julien'le aldattığı için üzülüyordu; ama yaşam böyle idi işte. İnsan böyledir deniliyor ve romancı bunları anlatmaya değer buluyordu. Ama aynı Julien, sevdim dediği Madame de Rênal'i, Mathilde de la Mole ile intikam için aldatıyordu. Doğrusu bu gerilim gerçekti ama metafizikle, yüce olanla bir ilgisi yoktu; gerçekten seven, sevdiğine isyan edemezdi, ona zarar veremezdi; aşk buydu. Julienler, sevdiğine zarar verebilen roman kişileridir. Çağımızda sadakat anlamsız bir sözcüktür. Topludurum vardır, buna göre ne gerekiyorsa o yapılacaktır. Buna aşk denilebilir mi? Buna aşk denilemezdi. Buna, belki insanı yakan bir şehvet ateşi, bir istek ateşi denilebilir. F. Mauriac bu tür bir romancılığa, dikkat ve özenle yapılan bir sosyete tarihçiliği diyor. Bu tür anlatı kişileri hemen teslim olan, hülyalı, anlık zevklerin peşine düşen, çabuk terk edebilen kişilerdir.
Bu romancıların ardından gelen A. Robbe Grillet, Nathalie Sarraute, Claude Simon, Michel Butor gibi Yeni Romancılar da bitimsiz bir şimdiki zamanı yazmaya, eğretilemelerden kaçınmaya, hatta hiç kullanmamaya, her şeyi, olduğu gibi vermeye çalışacaklardır: İmgenin, metaforun, mecazın bulunmadığı bir anlatı. Bu romancılar V. Hugo'da, Stendhal'de, Balzac'ta, Dostoyevski'de gördüğümüz roman kişilerini, tip ve karakterleri, çizgisel bir zaman kullanımını reddederler. Çağdaş anlatı, artık bir türlü tatmin olamayan, mutlu olmayan ya da mutlu gibi görünen insanları betimlemeye yönelecektir. Sonuç olarak şöyle diyebiliriz: Sanatın farklı sergileniş biçimleriyle, anlatı türlerinin değişimleriyle tarih felsefesi arasında çok yakın bir ilişki vardır. Romanın da bir tür olarak bağımsızlaşması, insanın geçirdiği düşünsel, tarihsel evrimlerle yakından ilişkilidir. Rönesans öncesi insanla Rönesans sonrası insanın, Sanayi Devrimi sonrası insanla, teknolojik determinizmin uydusu olan insanın dünya algısı ve anlatma biçimi farklıdır. Roman da bu ayrım noktalarında farklılaşır. Bugünkü anlamıyla roman, modern dönemin bir anlatma biçimidir.
Hemen şunu da belirtelim ki başına pré- veya post- (önce/sonra) hangi ek getirilirse getirilsin, üretilen yeni isim, modernizmin ilk özelliklerini korur, bu ilk özelliklerden hareketle yeni anlamlar kurmaya çalışır. Kuramlar ve yazınsal akımlar için, insanın Tanrı'ya, insanın insana, evrene ve eşyaya bakış açısı da diyebiliriz. Artık şöyle bir noktaya gelindi: Pascal, Tanrısız insanın sefaletinden söz ediyordu. Sanayi Devrimi sonrası, Tanrı öldü denildi. İnsanın kendi aklını hiç kullanmadığı zaman dilimi 21. yüzyıldır. Çağdaş insanı, kendi aklı değil, teknoloji yönetiyor. Başkaları, düşünce dahil, her şeyi üretir, çağdaş insan tüketir. Tanrı'nın değil, teknolojinin yönettiği insan için bir tek olgu vardır. Bu olgu J. Baudrillard'ın deyişiyle orjidir, tendir, bedendir, her türlü hazdır; insan sadece haz almak için yaşar. Bu insana göre haz'zı bozan, azaltan, gideren her şey kenara atılmalıdır. İnsan için belirlenen hedef, maksimum hazza ulaşmaktır. Çalışmanın amacı budur. Bu bakış açısında aşkın olana, yüce olana yer yoktur. Herkesin hakikati farklıdır. İstemek kipliği, yaşamın ana kipliğidir. Olmak değil, sahip olmak ilk amaçtır.
Balzac, Tılsımlı Deri adlı romanında "İstemek, bizi yakar, Gücü Yetmek bizi mahveder." derken İSTEMEK ve GÜCÜ YETMEK fiillerini büyük harfle yazar2. İnsanda istemek, sahip olmak, gücü yetmek kiplikleri var oldukça anlatı, roman bitmez. Bu kiplikler de her insanın genlerinde dipdiri durmaktadır. Ölürken bile Balzac'ın Grandet Baba'sı, papazın elindeki haç üzerindeki altın kaplamaya gözlerini diker. İnsanın her zaman anlatacağı bir hikâyesi vardır. Önemli olan güzel olanı, anlatılmaya değer olanı güzel anlatabilmektedir.
Yorumunuzu yazın, tartışmaya katılın!
Bu içerik ile ilgili yorum yok, ilk yorumu siz yazın, tartışalım