Romanın serüveni / Romanın dili
Yazınsal dilde yemin etmeye, delil göstermeye gerek yoktur. Dil öyle bir kullanılır ki bu dili görenler, "İşte, hakikat bu." , "Güzel olan bu." derler. Bu noktaya gerçekçilik diyebiliriz. Akımlar da bu inandırıcılık kaygısıyla doğmuştur.
İnsan, konuşan, anlatan bir canlıdır. Yaşadıklarını, öğrendiklerini bir süre saklayabilir. Ama sonunda bu birikimini bir yerde dışarı atar, başkalarıyla paylaşır. Bu eylemini de dil ile gerçekleştirir; dilin gücünden yararlanarak sevgilerini, öfkelerini, özlemlerini üstü kapalı veya açıkça dışa vurur. Bu eylemi yapanın dikkat ettiği nokta inandırıcılıktır; dilin ikna edici niteliğini olabildiğince mükemmel bir şekilde kullanmaktır. Gündelik dilde, inandırmak için yemin edilir. Yazınsal dilde yemin etmeye, delil göstermeye gerek yoktur. Dil öyle bir kullanılır ki bu dili görenler, "İşte, hakikat bu." , "Güzel olan bu." derler. Bu noktaya gerçekçilik diyebiliriz. Akımlar da bu inandırıcılık kaygısıyla doğmuştur. Gerçeği sunabilmek endişesi yazı ediminin önemli bir kuralıdır. Romantikler, gerçeği, insanın duygu boyutunda aradılar. Gerçekçiler ise insanın içinde olanları değil, dışında olup bitenleri daha çok gözlerler, görebildikleri gerçeklikleri yazıya geçirirler.
Gerçekçilerin bu tutumu, olguculuğun yazınsal ürünlere uyarlanmasıdır; gözle görüneni, elle tutulanı somut bir dille anlatma çabasıdır. F. de Saussure'ün önerdiği dilbilim de olguculuğun dildeki zirvesidir. İnsan gördüğünü, hissettiğini anlatır; doğrudan anlatır, abartarak anlatır. Bu bağlamda düşünüldüğünde bir tahkiye, bir kurmaca olarak roman, ilk çağlara, insanlığın yaratılışına kadar götürülebilir. Zaman olur roman öldü, zaman olur şiir öldü denilir. Roman veya şiir, genel olarak söylersek anlatılar, daha da genel olarak söylersek sanat ölmez, kılıf, kılık değiştirerek devam eder, edecektir. Ağaç dergisinin ilk sayısında, neredeyse 100 yıl önce, F.Mauriac'ın roman üzerine yazdığı bir yazı Burhan Toprak çevirisiyle dergiye konmuş. 1952 Nobel ödülü sahibi olan yazar, bu yazısında romanın neden buhranda olduğunu açıklamaya çalışıyor. F. Mauriac (1885-1970), romancıyı Tanrı/insan ilişkisiyle açıklıyor. Romancının insanlar arasında, en çok Tanrı'ya benzediğini; romancının "Tanrı'nın maymunu" olduğunu söylüyor.
Şöyle demek istiyor: Allah, Yaratıcıdır. Romancı/sanatçı da kurgusal dünyasında canlı varlıklar yaratır, onlar için, yeni olay örgüleri içinde yeni kaderler icat eder. Savaş ve Barış'taki Rostovlar, Dostoyevski'nin Karamazov kardeşleri, Balzac'ın babaları, hiçbir etten ve kemikten mahlûkun olamayacağı kadar gerçektirler. R.Barthes'ın, edebiyat o kadar irreeldir ki bu nedenle reeldir deyişinin nedeni de budur. F. Mauriac, romanın ölmeyeceğini, gömlek değiştirdiğini, bu değişimden de romanın -tahkiyenin de diyebiliriz- yenilenmiş, akla hayale gelmeyecek şekilde zenginleşmiş olarak çıkacağını düşünür1. Gerçekten de insanın anlatacağı hikâye bitmez, hikâyenin biçimi değişir. Bir anlatı türü olarak romanın da böyle bir macerası vardır. Don Kişot öncesinde Fransızların romanı, Roland Destanı (Chansons de Roland)'dır. Bu destanlarda, Roland ve arkadaşlarının Müslüman Araplara karşı verdikleri kahramanlıklar hikâye edilir.
Daha öncesinde de birçok ulus, destan türüyle kendisini anlatmaya çalışmıştır: Gılgamış, Manas, Oğuz Kaan, Nibelungen, Beowulf, La Cid... Bunlar da o dönemlerin bir tür romanıdır. 12. yüzyılın başlarına kadar roman demek, halk dili demektir, bayağı, sıradan dil, sıradan anlatı demektir. Ya da Latince bir metnin halk diline çevirisi demektir. Ana metinler, esas anlatılması gereken metinler, antikitenin metinleridir. Bu anlamda yazar, kendinden önceki eserleri, antik edebiyatın destanlarını eline alır, onlar üzerinden söz söyler. Fransızlardaki Chanson de Geste, şarkı olarak söylenen şiirdir. Chanson de Geste'ler yüksek duyguları dile getirir. Yine 12. yüzyılda aşk ve maceranın yer aldığı anlatılar vardır. Bu anlatılarda/romanlarda bir olay, bir macera vardır. Genel olarak bir erkek bir kadının gönlünü kazanmak, ona sevgisini, cesaretini ispat etmek ve sonunda ona kavuşmak ister.
Bu tür romanlardan biri olan Le Roman du Renard (Tilki'nin Romanı) hayvan hikâyelerinden oluşur, toplumsal bir hicve de yer verir. Mücadele, iki tilki arasında geçer. Tilkilerden biri kurnazlığın, diğeri gücün simgesidirler. Diğer hayvanlar da bunlardan birinin yanında yer alırlar. 13. yüzyılın didaktik ürünleri arasında ise Le Roman de la Rose (Gülün Romanı) vardır. Bu anlatıda, adı üstünde, gülden, aşk ve sevgiden söz edilir; ruhsal ve ahlaki öğütler yer alır. Daha sonraki yüzyıllarda cesur şövalyelerin hikâyeleri halk tarafından daha çok sevilmeye başlar. Bu şövalye romanları da önceleri şiir şeklinde, sonra düzyazı şeklindedir. Bunların hemen ardından Giovanni Boccaccio'nun aşk hikâyeleri ve Rabelais'nin Gargantua'sı ve Cervantes'in Don Kişot'u gelir. Bu anlatılar bugünkü romanın kökenini oluştururlar. Cervantes, tarihin bir değişim geçirdiğini, yeni bir dünyanın doğduğunu hissettiği içindir ki farklı bir anlatı yoluna, romana başvuruyor.
Artık şövalye anlatılarındaki ideal dünya bitmiştir, yeni bir dünya başlamaktadır. Adına hakikat denilen olgu kılık değiştirmektedir. Para, evlat, kadın, vatan, din, namus... Don Kişot kazanmak için koşar, kaybeder. Don Kişot, bir bakıma olmayacak duaya âmin diyen öznenin romanıdır. Don Kişot da insanın nefsinin, heveslerinin, aklının farkındadır ve insanları arzularının tersine hareket etmeye zorlamamak gerektiğini düşünür. Bu ise ne pahasına olursa olsun arzularını tatmin etmeye, istediklerine sahip olmaya çalışan insanın mutsuzluğu anlamına gelmektedir. Klasisizm denilen akım içinde anlatının bir tanımı ve anlatının uyması gereken kurallar vardır. Eser, bu kurallar içinde yazılırsa, ancak o zaman bir sanat ürünü olarak kabul görür. Molière, Racine, Corneille, Beaumarchais... belli kurallara uyarak yazmak zorundadırlar. Sözgelimi, sahnede kanlı olaylar verilmemelidir. Bir tiyatro kahramanının kişisel bir lüksü olamaz, vatanın, toplumun çıkarı her şeyden üstündür. Vatana, geleneğe ve göreneğe rağmen bir başkasını sevmek olası değildir.
Roman veya şiir, genel olarak söylersek anlatılar, daha da genel olarak söylersek sanat ölmez, kılıf, kılık değiştirerek devam eder, edecektir.
Racine'in tiyatrolarında, tutkularla erdemli bir tutum arasındaki trajik durum anlatılır. Bu klasiklere göre, kişisel ihtiraslar, görev duygusunun önüne geçmemelidir. Aklın yolu, onlara göre görevin yapılması ve sorumluluğun yerine getirilmesini gerektirir. Klasiklere göre, anlatının zorunlu şartı, sonuçta erdemli tutumun öne çıkarılmasıdır. Anlatılarda da bu tutum gözlenir. Bir gezi ve öğüt romanı da denilebilecek olan F. Fénelon'un Télémaque (1699) romanı didaktik, pedagojik bir anlatıdır. Romanda, devletin, devlet adamının nasıl olması gerektiği anlatılır. Bu anlatılara eklenmesi gereken bir başka anlatı Madame de La Fayette'in La Princesse de Clèves (1693) adlı romanıdır. Bu roman da psikolojik romanların ilki olarak kabul edilir. J. Jacques Roussseau ve B. de Saint Pierre ile de romantik döneme geçiş sağlanır.
Bizde de önceleri edebiyat demek, söylenen ya da okunan şiir demektir: Na'tlar, mevlitler, ezgili olarak söylenen şiirlerdir. Kerem ile Aslı, Ferhat ile Şirin... de birbirlerine şiirler okuyarak konuşurlar. Nesir; dağıtmak, nazım ise bir ahenk içinde sıralamak, dizmek demektir. Edebiyat söz konusu olduğunda nesirde de bir düzen söz konusudur. Eski Türk edebiyatında üretilen nesirler de düz sözler değildir; bir düzeni olan, yazınsal bir değere sahip sözlerdir. Divan nesri süslüdür. Tanzimat nesri ise süsten arındırılır; seciler (iç kafiyeler) kaldırılır; anlatılar, deyiş yerindeyse dünyevileştirilir, dünyadan söz eder hale getirilir. Çağdaş anlamda roman; Rönesans ve Sanayi Devrimi sonrası yeni toplumun, kendini anlatma biçimidir. Artık kurallar kaldırılmıştır. Her tür anlatı, modernite sonrası esnek, tanımı yapılması zor bir tür haline gelir. Bu süreçte insan, Tanrı'dan koparılmış, birey haline getirilmiştir.
Lukács, romanın, Tanrının terk ettiği bir dünyanın epiği, destanı olduğunu söyler. Her insanın çok karmaşık, çok gizemli bir iç dünyası, toplam olarak bir dünya algısı, insanı farklı bir anlamlandırma biçimi vardır. Her birey ayrı bir dünyadır. Daimon, insanı teslim alan güç demektir. Buna nefs de diyebiliriz. Şeytan, cinsellik, haz, görünmek, göstermek, sahip olmak... kiplikleri de diyebiliriz. Tanrı'yı terk eden insan, artık daimon'a teslim olmuştur. Tanrı'yı yaşamının içinden kovan her insanın daimonik bir dünyası vardır. Bu insan, bu yazar/yazman, canının istediği gibi yazar, kabul görür veya görmez. Bu, okuyucunun bileceği bir iştir. Bir anlatı türü olarak romanın bir sınırı da yoktur, romanın sözü tükenmez. Roman, her biçimde ve hacimde yazılabilir. Kurgular evreninde sanatçı roman kişisine her şeyi yaptırmakta özgürdür. Bu alanda romandaki oyuncu her türlü hazza kavuşabilir, bir doyuma ulaşabilir. Anlatıdaki oyuncular, bir soytarının kuklaları gibi serbestçe oynatılırlar. Roman, insanın dışını yansıttığı gibi içini de yansıtır.
Stendhal, romanı topluma tutulan bir ayna olarak görür. Proust için ise roman, insan zihninin kesik kesik gezintilerini anlatır. Her iki anlatım biçimi de bir gerçekliktir. İnsan değiştikçe, insanın dünya algısı değiştikçe anlatı türleri de değişerek sürecektir. Anlatıları bir kurala bağlamak oldukça zor görünmektedir. M. Bakhtin, romanın bir karnaval olduğunu söyler. Karnaval, şaşırtıcı kılık, kıyafetlerle yapılan gösteridir. Karnavallarda kural değil, kuralsızlık vardır. Bu gösterilerde hiyerarşik yapı, saygı, dindarlık, dinsel kurallar, insanlar arasındaki tüm mesafeler, bütün yasalar, her şey askıya alınır. İnsanlar canlarının istediği şekilde çalarlar, oynarlar. Karnaval; kutsalı cismani olanla, yüce olanı aşağı olanla, bilgeliği aptallıkla bir arada barındırır. Bir tür olarak romanda da bir kuralsızlık, kural tanımazlık, bir özgürlük vardır. Gargantua ve Don Kişot'la birlikte değişen anlatı geleneği, roman adıyla kendine bir tür olarak yeni bir alan açacaktır.
Bu yeni tür, 18. yüzyılın ikinci yarısından itibaren anlatı türleri arasında özel bir güç ve egemenlik kazanır. Diğer türler de roman türünden etkilenir, türler birbirine karışır. Akımlar ve türlerin tanımı, anlatıdaki öyküleme biçimine göre yapılmaya çalışılır. Şöyle bir sıralama yapılabilir: Gargantua ve Don Kişot'a kadar edebiyat, söz sanatları şiirseldir. Bu dönemden, başka bir deyişle Sanayi Devrimi'nden sonra söylenecek söz çoğalmıştır. Sözün önündeki engeller kaldırılmıştır. İnsan siyasal ya da toplumsal, her anlamda kurallardan kurtulma çabasına düşmüştür. Her ne kadar Tanrı'nın dünyayı terk ettiğinden söz edilse de aslında dünyayı terk eden Tanrı değildir, insan Tanrı'dan kurtulma çabasına girmiş ve Tanrı öldü demiştir. Artık yeni bir dünya, anlatılacak yeni konular ve yeni bir anlatım biçimi vardır. Konuşulması gereken, insanın erdemli tutumları değil yoksulluk, orta sınıfın büyümesi, paylaşımda eşitlik ve benzeri sorunlardır.
Sözgelimi Fransa, oldukça büyük bir orta sınıfa da sahip olur, devrim de yapar. Ne var ki bu durum karışıklıkları ortadan kaldırmaz; karışıklıkların şeklini değiştirir. Romanesk dramatizasyonun şekli de buna göre değişir. Toplumsal kaygıların yerini bireysel kaygılar alır. Rızık ve haz endişesine düşen insan haris, bencil bir karaktere bürünür. Şimdi, olmak değil, istemek, sahip olmak, görünmek kiplikleri başat kipliklerdir. Roman da bu tür bir özgürlüğün sonucu olarak bütün kuralları yıkan bir tür olarak kendini kabul ettirir. Tür kavramı, günümüzde artık kolayca tanımlanabilecek bir kavram değildir. Roman dersiniz, içinde hiçbir olay olmayan bir anlatı ile karşılaşabilirsiniz. Öykü dersiniz, aforizma gibi, şiir gibi küçürek bir cümlecik okuyabilirsiniz. Masal dersiniz, günümüz teknolojisiyle iç içe sanal anlatılarla karşılaşabilirsiniz. Keloğlan'ın, Nasrettin Hoca'nın, Kırk Haramiler'in, Pamuk Prenses'in, Yedi Cüceler'in, Kırmızı Başlıklı Kız'ın... yerini Harry Potter serisi almıştır.
İnsanlığın acı bir şekilde yaşadığı Paylaşım Savaşları, savaş öncesi, savaş arası ve savaş sonrasıumut kırıklıkları yeni anlatım biçimlerini de beraberinde getirmiştir.
İnsanlığın acı bir şekilde yaşadığı Paylaşım Savaşları, savaş öncesi, savaş arası ve savaş sonrası umut kırıklıkları yeni anlatım biçimlerini de beraberinde getirmiştir. O kadar serbest bir anlatım biçimi doğar ki, türler birbirine karışır. Büyük bir düzensizlik akılları işgal eder. 1605 yılında yayımlanan Don Kişot'a kadar bir anlatı biçiminden, Don Kişot'tan Balzac'a, Balzac'tan Proust'a ve Proust sonrası farklı anlatı biçimlerinden/biçemlerinden söz edilebilir. Balzac, romancının bir tarihçi gibi sadece olay aktarmaması gerektiğini düşünür. Ona göre romancı, toplumsal olayların nedenini ya da nedenlerini incelemelidir; toplumun içinde akıp giden birçok figürün, tutkunun ve olayın perde arkasında gizlenen anlamı yakalamalı, erdemlilerle erdemsizleri ayırt etmelidir. Böyle bir tavır da iki gözün, insanın iç ve dış dünyasına çevrilmesi demektir.
Balzac, töreleri yapan insanı, bu insanın iç ve dış dünyasını betimlemek ister. Önce dış'ı sonra iç'i görmeye/göstermeye çalışır. Bunu yaparken Katolikliğe yaslanır. Balzac kişilerinde, toplumsal yaşamın ortasında dönen çarkta daimonik bir saplantı vardır. Bu kişilerde yerine göre para yerine göre kıskançlık, yerine göre yazar olma hırsı, yerine göre aşk... bir saplantı halinde gözlenir. Balzac kişileri, Balzac'ın babaları, Grandet Baba, Goriot Baba, Gobseck Baba, Nucingen Baba... uyumsuzdurlar, dünyanın en yalnız kişileridirler. Cervantes de insanın bu daimonik yanını gören bir romancıdır. Don Kişot'un da iç dünyası, dışarıdaki dünya ile bir türlü uyum sağlayamaz. Don Kişot; Balzac'ın, Stendhal'in, Flaubert'in anlatı düzeyinde önemsedikleri, örnek aldıkları bir öznedir.
Bu romancılar var olan dünya düzeni ile sorunları olan, bir türlü mutlu olamayan, tatmin olamamış, çözüm yolu bulamamış özneler üretirler. Gün gelir Balzac romanından da ironik bir söylemle bir bıkkınlıktan, onun bir makineye benzediğinden söz edilmeye başlanır. Uzun uzun betimlemeler ve tahkiye okuyucuyu sıkar. Balzac ve öncesi romandan söz edilirken, kimi yazarlar roman türünün öldüğünü düşünürler. Hiç değilse büyük bir yeteneğe sahip olan sanatçılar için, olay örgüsüne dayalı bir romanın bittiğini iddia ederler. A. Malraux, romancının dehasının, anlatının olmadığı yerde bulunduğunu dile getirir. Baudelaire de romanı şımarık bir çocuğa benzetir; romanın piç bir tür olduğunu söyler. G. Flaubert, romanda hikâye benim için önemli değil diyecektir. E. Zola da romancı için, olayın (entrika) önemli olmadığını söyler. Artık sadece olay aktarımına, olay örgüsüne dayalı bir anlatı biçiminin modası geçmiştir. Bu durumda anlatı biçimi yine değişecektir.
M. Proust'un Yitik Zamanın Peşinde adlı seri romanı farklı bir anlatı tekniği ile yazılır ve yeni bir anlatı tekniğine sahiptir. Artık küçük bir mendil büyük bir anıyı canlandırabilecektir. Bu anlatı biçemiyle bilinçaltının karanlık dünyaları açığa çıkarılmaya çalışılır. Çizgisel bir anlatıdan, olaydan çok dünyanın, insanın, olguların anlık görünümleri ve ruhsal derinlikler üzerinden söz üretilir. Proust romanı, dikkatlerin âna, geçmişe, geleceğe çevrildiği hacmi büyük durum hikâyeleridir de diyebiliriz. İnsan zihni gibi kesik kesik, daldan dala atlayan bir anlatı biçimi doğar. Bir bardak çayda fırtınalar koparılır. Sanayi Devrimi, teknolojik gelişmeler sonrası XX. yüzyıldaki ekonomik ve siyasal krizler, Nietzsche, Freud, Marks, Einstein... gibi düşünür ve bilim adamlarından sonra artık kesinlik döneminin bittiği dile getirilmeye başlanır. Artık hiç kimse, olayların tamamına hükmetme, olup biteni anlama, dünyanın gizemini deşifre etme yeteneğine sahip değildir.
Böyle bir düşünsel atmosferde konuşacak olan romancılar da Dostoyevski, Proust, Joyce ve Faulkner, V. Wolf gibi romancılardır. Bu romancılar, anlatılarında bakış açılarını gizlerler. Artık roman okumak biraz daha zorlaşır. Bu grupta yer alan romancılar da öncekiler gibi insanlığa yeni bilmeceler sunarlar, yeni sorular sorarlar; donuk, mat ve kesinlikten uzak bir dünyayı, bir gizemi ve sırrı akla getirirler. Bu bulmacanın sunumu, biçimi nasıl olursa olsun, sonuçta yapılan, bir muammaya, belirsizliğe, kesin olmayan bir olguya dönüşen dünyanın yansıtılması şeklindedir. 19. yüzyıl romanı/romancıları, V. Hugo, H. de Balzac, Dostoyevski... inançlara, ilerlemeye, erdemlere ne kadar bağlı romancılarsa, 20. yüzyıl ve günümüz romancıları o kadar modern düşüncenin belirsizlikleri ve sorunlarıyla iç içe olan romancılardır. Şairler de çağın gereği, sayıklar gibi şiir yazacaklardır. C. Baudelaire de S. Mallarmé de çağın, gerçeğin monotonluğundan ve çirkinliklerinden rahatsızdırlar ve roman da şiir de bir bunalımı yansıtır.
Herkes mücevherden, süsten bahsederken C. Baudelaire aşk'ın tanımını, aşk'ın ne olduğunu sorar. G. Flaubert'i, anlatı tekniği ve emek açısından diğer romancılardan ayrı değerlendirmek, ona yeni bir sayfa açmak doğru olacaktır. G. Flaubert'in yazdığı romanlarda titiz bir dil işçiliği vardır. Flaubert bir dil işçisidir. Anlatılarında kuru, ama gerçekçi, gerçeğimsi bir dille yaşamı sunar. A. Camus de romanlarında, sözgelimi Yabancı'da, R. Barthes'ın ak yazı dediği bir dil kullanacaktır. Ak yazı; reklamsız, sıfat kullanmayan, yansız bir yazıdır. Bu yazıda bir abartı, olağanüstü bir olay yoktur. Olgu ve olaylar sıradan ama inandırıcı bir dille, abartmayan bir söylem biçimiyle verilecektir. G. Flaubert'e göre biçim üzerinde, içerik kadar titiz davranılmalıdır. G. Flaubert, romantik kişiliğine rağmen, sanat çalışmalarında yazı'nın gerektirdiği kurallara titiz bir şekilde uyar, olabildiğince yan anlamlardan kaçınır. A. Camus'nün de yan anlamlardan kaçınan, soğuk, donuk bir üslubu vardır. Şiirde bir müzik olduğu, bir iç ahengin olması gerektiği hep bir genel kural gibi sıkça söylenir.
Tanrı dünyayı terk etmedi. Belli bir kaba sığmayan, sonsuz bir özgürlüğü kutsayan insan/insanlık kendini, kendi diamonik karakterini öne çıkardığı günden itibaren Tanrı'yı yaşamından kovdu ve roman tahta çıktı.
G. Flaubert, nesirde de bir müzik, nesirde bir ahenk arar; nesre kendine özgü bir biçim vermeye çalışır. O, hemen bir çırpıda yazıp yayımlayan bir romancı değildir. Yazmadan önce, bir taslak hazırlar. Seçtiği sözcüklere, kurduğu cümlelere, paragraflara dikkat eder. Yazdıklarını defalarca gözden geçirir, fazladan sözcükler, cümleler kullanmak istemez. Varsa bunları budar, keser, atar, tekrar okur, yeniden düşünür, çırağı Maupassant'a yazdıklarını sesli olarak okur, nesirdeki ahengi dinler. Madame Bovary adlı romanı üzerinde 52 ay bu şekilde çalışır, sonra yayımlar. Buna yazıyı vitrine çıkarmanın sancısı da denilebilir. G. Flaubert, Louise Colet'ye yazdığı 24 Nisan 1852 tarihli mektubunda, işine delicesine âşık olduğunu söyler. Yazı ediminde kendini, kıldan yapılmış gömlek giyen bir çilekeşe benzetir. İkinci okumalarında yaptığı yanlışları görür, bir cümle kuramadığını sezer, bir iç sıkıntısının bataklığına düşer gibi kendini koltuğa bırakır ve bir süre sersemlemiş bir durumda öylece kalır. Kendini suçlar, kendinden nefret ettiğini söyler.
Kısa bir süre sonra her şey değişir. Kalbinin sevinçle çarptığını, gözyaşlarının yüzüne aktığını hisseder: Yazının sancısıyla kendi kendine duygulanmıştır. Uygun olan cümleyi bulmaktan duyduğu büyük bir hazzı, büyük bir tatmini içinde hissettiğini söyler. 19. yüzyıl romanı çoğunlukla toplumsal kaygıları olan, toplumu öne çıkaran romanlardır. İnsanlığın ilerlemesi, toplumsal refah, eşitlik kavramları öne çıkarılır. 20. yüzyıl romanında ise altruizm terk edilir, bireysel kaygılar, bunalımlar, belirsizlikler, haz öne çıkarılmaya başlanır. Birey de iç'e, kendi dünyasına, kendi haz ve çıkarına yönelik bir dünya kurmaya çalışır. Ne olacağı hakkında da çok söz söylenmez. Bir dünya vardır ve insan bu dünyanın içinde yaşamaktadır. Önemli olan da insanın birey olarak kendisidir. Bu aşamada Batı düşüncesinde ve romanında yeniden varoluş sorgulaması gündeme gelir. J. P. Sartre (1905-1980) ve A. Camus (1913-1960) insanının varoluşunu sorgular.
J. P. Sartre insanın özgür olduğunu, yeryüzüne bırakılmış, fırlatılmış, atılmış bir varlık olduğunu, başkalarından hareketle kararlar vermemesi gerektiğini, başkalarının cehennem olduğunu dile getirecek, bu çerçevede romanlar yazacaktır. A. Camus ise daha nötr bir şekilde hayatın saçmalığını anlatan, yaşamın bir rutinden ibaret olduğunu söylediği Sysiphos Efsanesi'ni, Yabancı'yı yazacaktır. G. Lukács, romanın, Tanrı'nın terk ettiği dünyanın epiği, kahramanlık destanı; M. Bakhtin de romanın bir karnaval olduğunu söylüyordu. Şöyle de diyebiliriz: Tanrı dünyayı terk etmedi. Belli bir kaba sığmayan, sonsuz bir özgürlüğü kutsayan insan/insanlık kendini, kendi diamonik karakterini öne çıkardığı günden itibaren Tanrı'yı yaşamından kovdu ve roman tahta çıktı. Aynı insan, sonunda Tanrı öldü dedi. Artık her şeyi söylemek, her şeyi yapmak mubah duruma geldi. Dünya bir karnavala, yani romana döndü.
Realizm öncesinde edebiyat, aşkın ve metafizik bir alandan konularını devşiriyordu. Kaideye kurala sığmayan, büyük özverileri göze alan bu boyut kaybedildi. Bu durumda romancı nereden konusunu devşirecek, neler onun ilgi alanına girecek, neleri yazmaya değer bulacaktı? Somut gerçekleri, gördüklerini yazacaktı. Stendhal, roman yola tutuklan bir aynadır diyecekti. Başka bir deyişle aşk da yere indirilmiş, ayağa düşürülmüştür. Sözünü ettiğimiz çağdaş anlatı geleneğinden önce, din ve dinden doğan bir ahlak, aşka destek oluyordu. Bu destek, yerini gövdeye, tene, maddeye, fiziksel olgulara bıraktı. Gücünü tenden, maddeden, fiziksel olgulardan alan bir anlatı türü gelişti. Gerçek olanlar, elle tutulabilenler, gözle görülebilenler anlatılmalıydı. Madame Bovary bu sancının anıtlaşmış örneğidir. Öncekilerden farkı, Emma Bovary'nin yaptıklarını önceki roman kişileri yaptıklarında bir vicdan azabı çekiyorlardı; böyle olmaması gerektiğini düşünüyorlardı.
Madame de Rênal, kocasını Julien'le aldattığı için üzülüyordu; ama yaşam böyle idi işte. İnsan böyledir deniliyor ve romancı bunları anlatmaya değer buluyordu. Ama aynı Julien, sevdim dediği Madame de Rênal'i, Mathilde de la Mole ile intikam için aldatıyordu. Doğrusu bu gerilim gerçekti ama metafizikle, yüce olanla bir ilgisi yoktu; gerçekten seven, sevdiğine isyan edemezdi, ona zarar veremezdi; aşk buydu. Julienler, sevdiğine zarar verebilen roman kişileridir. Çağımızda sadakat anlamsız bir sözcüktür. Topludurum vardır, buna göre ne gerekiyorsa o yapılacaktır. Buna aşk denilebilir mi? Buna aşk denilemezdi. Buna, belki insanı yakan bir şehvet ateşi, bir istek ateşi denilebilir. F. Mauriac bu tür bir romancılığa, dikkat ve özenle yapılan bir sosyete tarihçiliği diyor. Bu tür anlatı kişileri hemen teslim olan, hülyalı, anlık zevklerin peşine düşen, çabuk terk edebilen kişilerdir.
Bu romancıların ardından gelen A. Robbe Grillet, Nathalie Sarraute, Claude Simon, Michel Butor gibi Yeni Romancılar da bitimsiz bir şimdiki zamanı yazmaya, eğretilemelerden kaçınmaya, hatta hiç kullanmamaya, her şeyi, olduğu gibi vermeye çalışacaklardır: İmgenin, metaforun, mecazın bulunmadığı bir anlatı. Bu romancılar V. Hugo'da, Stendhal'de, Balzac'ta, Dostoyevski'de gördüğümüz roman kişilerini, tip ve karakterleri, çizgisel bir zaman kullanımını reddederler. Çağdaş anlatı, artık bir türlü tatmin olamayan, mutlu olmayan ya da mutlu gibi görünen insanları betimlemeye yönelecektir. Sonuç olarak şöyle diyebiliriz: Sanatın farklı sergileniş biçimleriyle, anlatı türlerinin değişimleriyle tarih felsefesi arasında çok yakın bir ilişki vardır. Romanın da bir tür olarak bağımsızlaşması, insanın geçirdiği düşünsel, tarihsel evrimlerle yakından ilişkilidir. Rönesans öncesi insanla Rönesans sonrası insanın, Sanayi Devrimi sonrası insanla, teknolojik determinizmin uydusu olan insanın dünya algısı ve anlatma biçimi farklıdır. Roman da bu ayrım noktalarında farklılaşır. Bugünkü anlamıyla roman, modern dönemin bir anlatma biçimidir.
Hemen şunu da belirtelim ki başına pré- veya post- (önce/sonra) hangi ek getirilirse getirilsin, üretilen yeni isim, modernizmin ilk özelliklerini korur, bu ilk özelliklerden hareketle yeni anlamlar kurmaya çalışır. Kuramlar ve yazınsal akımlar için, insanın Tanrı'ya, insanın insana, evrene ve eşyaya bakış açısı da diyebiliriz. Artık şöyle bir noktaya gelindi: Pascal, Tanrısız insanın sefaletinden söz ediyordu. Sanayi Devrimi sonrası, Tanrı öldü denildi. İnsanın kendi aklını hiç kullanmadığı zaman dilimi 21. yüzyıldır. Çağdaş insanı, kendi aklı değil, teknoloji yönetiyor. Başkaları, düşünce dahil, her şeyi üretir, çağdaş insan tüketir. Tanrı'nın değil, teknolojinin yönettiği insan için bir tek olgu vardır. Bu olgu J. Baudrillard'ın deyişiyle orjidir, tendir, bedendir, her türlü hazdır; insan sadece haz almak için yaşar. Bu insana göre haz'zı bozan, azaltan, gideren her şey kenara atılmalıdır. İnsan için belirlenen hedef, maksimum hazza ulaşmaktır. Çalışmanın amacı budur. Bu bakış açısında aşkın olana, yüce olana yer yoktur. Herkesin hakikati farklıdır. İstemek kipliği, yaşamın ana kipliğidir. Olmak değil, sahip olmak ilk amaçtır.
Balzac, Tılsımlı Deri adlı romanında "İstemek, bizi yakar, Gücü Yetmek bizi mahveder." derken İSTEMEK ve GÜCÜ YETMEK fiillerini büyük harfle yazar2. İnsanda istemek, sahip olmak, gücü yetmek kiplikleri var oldukça anlatı, roman bitmez. Bu kiplikler de her insanın genlerinde dipdiri durmaktadır. Ölürken bile Balzac'ın Grandet Baba'sı, papazın elindeki haç üzerindeki altın kaplamaya gözlerini diker. İnsanın her zaman anlatacağı bir hikâyesi vardır. Önemli olan güzel olanı, anlatılmaya değer olanı güzel anlatabilmektedir.
- 1 F. Mauriac, "Roman", (Çev. B. Toprak), Ağaç Dergisi I, 14 Mart 1936, Ankara, Sayı: I, s.8.
- 2 "VOULOİR nous brûle, POUVOİR nous détruit."
- Kaynakça F. Mauriac, (1936) "Roman", (Çev. Burhan Toprak), Ağaç Dergisi, Sayı:1, Ankara, s.8.