Raşit Pehlevan’ın intikamı
Raşit Pehlevan’ın komünistliği dededen mirastır kendisine. Daha doğrusu önce babasına, ondan da kendisine kalmış bir aile yadigârı gibidir. Dedesini hiç tanımadığı halde çok sever ve derin bir saygı duyar. Çünkü babası öyle bir anlattı ki, duydukları karşısında dedesi gözünde büyüdükçe büyüdü.
Kendisinin eski tüfek bir komünist olduğunu yıllarca özenle gizleyebilen Raşit Pehlevan, emekliliğine birkaç gün kala, kapitalist devlet düzenine, yüzyıllarca unutulmayacak, tarih kitaplarına girecek, istihbarat servislerinde ders olarak okutulacak kadar büyük bir kazık attı. Tam otuz dört yıl önce sıradan birm emur olarak girdiği Milli Piyango İdaresi’nde yıllarca bu günü beklemişti. Ne yaptı etti, hırsla çalıştı ve sonunda sabrının meyvesini aldı.
Geçen bu uzun zaman içinde vazgeçmeyi çok düşündü. Umutsuzluğa düştü. Ama hep bu büyük günü düşünerek kendisine güç verdi. Bekledi, bekledi, bekledi… Bu arada üstlerine karşı hep saygılı oldu, takdirlerini kazandı. Kendisine verilen her işi en kısa sürede ve özenle yaptı. Onların gözüne girmeyi başardı. Sonunda beklediği o büyük gün gelip çattı. Şimdi evinde, televizyonun karşısında ayaklarını uzatıp, yaptıklarını keyifle izliyor. Arada bir kahkaha atıyor. Bazen hırsla yumruğunu sıkıp, haberleri sunan spikere doğru bağırıyor; “Alın ulan. Nasılmış? Hahahahaha!”
Raşit Pehlevan’ın komünistliği dededen mirastır kendisine. Daha doğrusu önce babasına, ondan da kendisine kalmış bir aile yadigârı gibidir. Dedesini hiç tanımadığı halde çok sever ve derin bir saygı duyar. Çünkü babası öyle bir anlattı ki, duydukları karşısında dedesi gözünde büyüdükçe büyüdü. Sanki komünist ideolojiyi kuran dedesiymiş de, uğradığı büyük haksızlıklar sebebiyle bu kahrolası kapitalistlerin ve faşistlerin hakkını yemesi sonucu komünist düşünce bir türlü ülkede filizlenme imkânı bulamamış. Babası bunları Raşit’e daha küçücükken, yürümeye yeni başladığı, daha yeni yeni anne, baba demeye başladığı günlerden itibaren anlatmaya başlamıştı.
Çocuğun kendisini anlayıp anlamadığıyla ilgilenmiyordu hiç. O doğru bildiklerini Raşit’e durmadan anlatıyordu. Ama bir yandan da her konuşmanın sonunda, “bu konuştuklarımız aramızda bir sır olarak kalacak, kimseye anlatma” diye mutlaka sıkı sıkıya tembihte bulunuyordu. Uzun kış gecelerinde Raşit’i kucağına oturtur, bilmem kaç yüzüncü kez aynı şeyleri anlatırdı. Bir gün büyük adam olacağını ve kendisinin beceremediği, bir türlü başaramadığı intikamlarını alacağını söylüyordu. Bunu öyle içten söylerdi ki, Raşit bir gün gelip de bu intikamı alamayacağına dair hiç kuşkuya düşmedi.
Raşit’in kendisiyle aynı adı taşıyan dedesi büyük bir haksızlığa uğramış ve uğradığı bu haksızlık yüzünden idam edilmişti. Daha doğrusu bir daha geriye dönmemiş ve kendisinden hiç haber alınamamıştı. Ama bu durum onun azılı ve dik duran bir komünist olmasından değil tamamen bir yanlış anlaşılmadan kaynaklanıyordu. Ortalığın toz duman olduğu, haklıyla haksızın birbirine girdiği, kayırmanın ve rüşvetin, her türlü kural tanımazlığın kol gezdiği günlerin birinde meydana gelmişti olay.
Köy meydanında oynayan Raşit’in babası daha oniki yaşındaydı. Uzaktan bir araba toprak yolun tozunu savurarak gelmekteydi. O günlerde araba kıt olduğundan, köye yalnızca haftada bir postacı ya da arada bir jandarma arabası geldiğinden gelenin ne olduğunu az buçuk tahmin ediyorlardı. Nihayet araba köy meydanına geldi. Bu jandarma arabasıydı. Bir asker hızlıca inerek komutanın kapısını açtı. Komutan indi ve doğruca kahveye yöneldi. İçeri girdiğinde herkes ayağa kalktı. Kim ne konuşuyorduysa ara vermişti. Bazılarına sorsan, az önce konuştuklarını bile unutmuştu. Tedirginlik yüzlerinden belliydi. Raşit’in babası ve bütün çocuklar kahvenin camlarına üşüşmüşlerdi. Daha sonra babası Raşit’e bu karakol komutanını anlatırken, kendisini tanrı sanan bir sünepe olduğunu söyleyecekti. Kendisini tanrı gibi hissetmesi doğaldı çünkü ahali kendisinden kutsal bir şeyden korkar gibi korkmakta ve ürpermekteydi. Adam belaydı. Karakola girip de hiçbir şey olmadan çıkan çok azdı. Bunu biliyorlardı.
Karakol komutanı kahveye girince derin bir sessizlik oldu. Herkes ayaktaydı. Yarım bir ağızla “merhaba” diye selamladı ahaliyi. Kalabalık karmaşık bir şekilde değil. Asla. Tek bir ağızdan, kışladaki gibi sertçe aldı selamı; “Saol.”
Komutan oturunca diğerleri de oturdu. Kimse konuşmadı. Sessizlik sürmekteydi. Yanlış bir şey söylemekten korkuyorlardı. Kahveci komutanın çayını getirdi. Komutan şekerini attı. Çayını karıştırdı. Kaşığın şıngırtısını dışarıdan askerler bile duydu. Öyle bir sessizlik vardı. Höpürdeterek bir yudum çekti. Bu sessizlik komutanın canını sıktı. “E muhtar, ne var ne yok? Var mı bir vukuat?” diye sordu. Muhtar temkinliydi. Komutanın bildiği, alışık olduğu cevaplar verdi; “Yok kumandanım, hamdolsun.” Komutanın iyice canının sıkıldığı yüzünden belliydi. Tam o sırada köşe masada oturmakta olan Raşit Pehlevan’ın kendisiyle aynı ismi taşıyan dedesine gözü takıldı. Adam gözüne çok saf göründü. Biraz takılıp eğlenmeyi düşündüğünden olsa gerek onu yanına çağırdı. “Hey sen. Gel lan buraya.” Adam kalktı geldi.
Tam komutanın önünde ayakta durdu. Komutan buna ilgili ilgisiz sorular sordu; kaç tavuğun var, içtiğin tütün kaçak mı, ne zaman traktör alacaksın… Adamcağız bütün bu sorulara kırık kopuk kekeme cevaplar verince iyice canı sıkıldı. Çıtayı biraz daha yükselti. “Lenin’i nasıl bilirsin?” diye sordu. Adam durdu, az düşündü. Lenin’i tanımıyordu. Tanımadığını söylese başının belaya girip girmeyeceğini hesapladı ama işin içinden de çıkamadı. Terlemeye başladı. Ne diyeceğini bilemedi. Komutan cevap beklemekteydi. Soruyu tekrarladı. İşte o zaman korkarak da olsa; “Allah başımızdan eksik etmesin,” deyiverdi.
İşte ne olduysa ondan sonra oldu. Komutan şimşek gibi yerinden fırladı ve var gücüyle adama bir tokat yapıştırdı. Adamcağız yediği tokadın etkisiyle savruldu. Beklemediği bu tepki karşısında afallamıştı. Milletin içinde yediği bu tokat çok zoruna gitti. Bir eli yanağında, tokat yediği yeri ovuşturdu. Sonra, savrulduğu yerden yeniden yüzünü komutana doğru dönerken sandalyelerden birini kaptığı gibi kafasına geçiriverdi. Ahşap sandalye parçalandı. Komutan sandalyesine çakılmış gibi yığılıp kaldı. Ahali adamı tuttu. İçerdeki arbedeyi gören askerler koşup geldi. Dipçiklerle giriştiler. Kafa göz demeden vurdular.
Raşit Pehlevan’ın babası kahvenin camından olayın her anını görmüştü. Oğluna anlatırken her seferinde gözyaşlarını tutamadı. Hemen kelepçeyi taktılar. Ağzı burnu kan içinde, neredeyse sürükleyerek bindirdiler arabaya. Komutan bir yandan üstünü başını silkeliyor, bir yandan da “vay komünist, vay adi, vay şerefsiz” diyerek hakaret etmeye devam ediyordu. Sonra, arabalarına binip hızla uzaklaştılar. O günden sonra adamdan bir daha haber alamadılar. Gidip sordular, soruşturdular. Bulamadılar. Bu isimle kayıt bile yoktu resmi evraklarda. Adam bir daha geri dönmedi. Bütün köy şahitti ama kimse korkudan sesini çıkaramadı.
“İşte” diye anlatır Raşit Pehlevan’ın babası, “ben o gün komünist olmaya karar verdim.”Komünistin ne olduğunu o da bilmez. Birkaç kişiye sorar ama tatmin edici bir cevap alamaz. Ama öğrenir. Marks’ı, Engels’i, Stalin’i ve en önemlisi de Lenin’i. Sonra Che Guevara’yı, Fidel Castro’yu… Das Kapital’i, Komünizmin İlkeleri’ni, Otorite Üzerine’yi, Doğanın Diyalektiği’ni… Okuduklarından pek bir şey anlamasa da adamların söyledikleri kötü şeyler değildi. Öyleyse komünist olmanın neden kötü olduğunu anlaması uzun zaman aldı.
Daha sonra şehre taşındı. Ortaokula yazıldı. Yokluktan liseye gidemedi. Çalışmaya başladı. Anasının da yapacak bir şeyi yoktu. İntikam alabilmek için büyük adam olmak gerektiğinin farkındaydı. Böyle sıradan bir işçi olarak hiçbir şey yapamayacağını biliyordu. Baktı ki okuyamadığı için kendisi bir şey yapamayacak, o da bütün her şeyi -eğer olursa- oğluna anlatmayı, intikamını onun almasını sağlamaya yemin etti.
Askerden sonra evlendi. Bir yıl sonra bir oğlu oldu. Oğluna çok sevdiği babasının ismini koydu; Raşit Pehlevan. Oğlunu daha küçüklüğünden itibaren iyi ve gizli bir komünist olarak yetiştirmeye başladı. Ne olursa olsun asla kendini ortaya atmayacak, fikirlerini saklı tutacak, intikam düşüncesini tehlikeye atacak, açığa çıkaracak bir harekette bulunmayacak, hiçbir partiye, hiçbir derneğe üye olmayacak şeklide yetiştirdi. Daha ilkokula başlamadan hikâyesini hemen her gün anlattı oğluna. Çocuğu kucağına oturttu, kendisi de anlamadığı halde kalın kalın kitapları okudu. Çocuk başlarda çok debelendi. Sıkıldı. Kaçmak istedi. Ama baktı ki kurtuluşu yok, kabullendi. Ama babası bu konuşma ve kitap okuma saatlerinde uslu durması ve kendisini dinlemesi halinde oğlunu hep ödüllendirdi. Çocuk da bunu bildiğinden hep dinledi babasını. Her gün bu fasıl bittiğinde babası Raşit’e hep aynı şeyi söylemeyi hiçbir zaman unutmadı ve ihmal etmedi; “Bunlardan kimseye bahsetmek yok.”
Okula başlayıp okuma yazma öğrendikten sonra aynı kitapları bu sefer Raşit’e okuttu. Başına oturdu. Raşit okudu o dinledi. Annesi bir şey anlamadığından pek bir şeye karışmadı. Onlarda baba oğul çalışmaya devam ettiler.
Aradan uzun yıllar geçti. Artık lise son sınıfa geldiği günlerde bir gün Raşit Pehlevan babasına, “her şey iyi tamam da baba, ben intikamımız ınasıl alacağım?” diye sordu. Adam birden afalladı. Bunu hiç düşünmediğini hayretle fark etti. Bu düşünceyle uzun süre meşgul oldu. Hep bunu düşünüyordu. Ne yapmalıydı? Nasıl bir şey? Öyle bir şey olmalıydı ki, bunca yılın çabasına değmeliydi. Ama ne? Oğlunu yıllarca bu intikam duygusuyla bir saat gibi kurmuştu. Bütün bunların boşa gitmeyeceği bir şey olmalıydı. Ülkede hatta dünyada ses getirecek bir şey? Ama ne?
Bir gün kahvede böyle düşünürken içeriye Milli Piyango satıcısı girdi. Satıcının elinde biletlerden başka kazı kazan kuponları da vardı. Adamın kafasında bir ampul yandı. İşte, tam da buydu aradığı. Hem komünist manifestoya da uygundu. Kapitalistleri sarsacak, afallatacak bir eylem. Bulmuştu. Öyle çok sevindi ki, o anda kahvedeki herkese çay söyledi.
Akşam eve gelir gelmez planı Raşit’e anlattı. Onun da aklına yatmıştı. Tamam, ama bir sorun vardı. Nasıl olacaktı. Adam bunu da düşünmüştü. Bütün planı teferruatıyla anlattı. İlk önce üniversite sınavından iyi bir puan alıp bilgisayar mühendisliğine girecekti. Okulu dereceyle bitirmesi de önemliydi. Okulu iyi dereceyle bitirirse istediği yere girmesi kolaylaşacaktı.
Bunun üzerinde günlerce, aylarca, hatta yıllarca uzun uzun konuştular. Zaten çok çalışkan bir çocuk olan Raşit, üniversite sınavından iyi bir puan aldı. Ülkenin en iyi okullarından birinin bilgisayar mühendisliği bölümüne girdi. Böylece planın ilk aşaması başarıyla gerçekleşmiş oldu. Sonra yavaş yavaş sabırla çalışmaya devam ettiler. İstedikleri gibi de oldu. Raşit, okulu üçüncülükle bitirdi. Milli Piyango idaresinin ilk memur alımında da hemen kabul edildi. Baba oğul o gün çok mutluydular.
Bir süre sonra Raşit Pehlevan’ın babası hastalandı. Çok zaman geçmeden de öldü. Ölmeden önce vasiyetini yineledi oğluna. Hiçbir şart ve koşulda intikam almaktan vazgeçmemesini tembihledi. Vazgeçerse gözü açık gidecekti. Babalık hakkını helal etmeyecekti.
O günden sonra Raşit Pehlevan daha da hırslandı. Amacına ulaşmak için sabırla çalıştı. Bunları kimseye anlatmadı. Evlendi. Çocukları oldu. Onlarla bile paylaşmadı. Babası da ölünce yapacaklarını kendisinden başka bilen kalmadı.
Yıllarca sabırla çalıştı. Adım adım ilerledi. Basamakları birer birer tırmandı. En sonunda büyük darbeyi vurabileceği konuma geldi. Bu arada ne iş yerinde ne de dışarıda kimseyle tartışmadı. Hiç karakolluk olmadı. Hakkında hiç dava açılmadı. Park cezası bile yazılmadı kendisine. Amacından uzaklaştıracak her türlü davranıştan, konuşmadan uzak durdu. Sicili tertemizdi. İş yerinde çok sevilen bir personeldi. Müdür bile çocuklarına onu örnek gösteriyordu. Mahallede insanlar onu görünce selam vermeden geçmezdi. Her ihtiyacı olana yardım ederdi. Kendi çocuklarından başka iki öğrenciyi daha okutuyordu.
İntikamını alması uzun yıllar sonra oldu. Artık emekliliğine sayılı günler vardı. Yaş haddinden emekli olacaktı. Bir yıl önce getirildiği çok önemli görevi bu güne kadar hakkıyla yerine getirmişti. Bu göreve getirildiği ilk günlerde hemen harekete geçmeyi düşündü ama program yazılımı işini bir türlü çözemedi. Uzun zamandır gece gündüz bu işle uğraşıyordu. En sonunda bunun da yolunu buldu.
Büyük gün gelip çatmıştı. İşte o gün Raşit Pehlevan, dedesini haksız yere idam edenlerden, babasını daha küçücükken öksüz bırakanlardan intikamını alacağı için çok mutluydu. Bütün gece heyecandan uyuyamadı.
Kolay mı? Üç neslin ömrünü tüketen bir kinin intikamını alacak, böylece volkan gibi kabarıp duran yüreğine su serpecekti. Babası, dedesi mezarlarında huzurla yatabileceklerdi artık.
Ertesi gün, hazırladığı korsan yazılımı flaş diskle getirip, gizlice ana bilgisayara kopya etti. Böylece bütün kapitalist, faşist -onun için hepsi birdi- düzenden büyük bir intikam aldı.
Bir hafta sonra evinde ayaklarını uzatmış, emekliliğin tadını çıkararak televizyon izliyordu. Haberlerde büyük bir kaostan söz ediliyordu. Milli Piyango İdaresi önüne canlı bağlandılar. Ortalık ana baba günü gibiydi. Bir muhabir iştahla anlatıyordu; “Milli Piyango idaresi, bir milyon adet bastığı kazı kazan kuponlarına sadece bir tane yüzbinliralık ikramiye koyarken, bu seferki seride binlerce, hatta yüzbinlerce yüzbinliralık ikramiye olan kuponlar basılmış. Bu hatanın nasıl ve neden kaynaklandığı araştırılıyor. Yetkililer henüz bir açıklama yapmadı. Polis geniş çaplı önlemler aldı.”
Raşit Pehlevan, muhabirin bilemediği rakamı söyledi; “Beşyüzbin adet.” Kuponu kapan koşmuştu. Spikerin dediğine göre, bu hata bile olsa, neticede insanların elinde kupon vardı ve idare bu paraları ödemek zorundaydı. Öyle olunca da, yıllarca kapatılamayacak büyük bir zarar meydana gelecekti. Raşit Pehlevan tam rakamı söyledi; “Elli milyar lira.” Bunu söylerken iyice keyiflendi. Dedesini ve babasını hatırladı. Onların da kendisi gibi mutlu olduğunu düşündü. Haberler devam ediyordu…
Raşit Pehlevan koltuğunda doğruldu. Kaşlarını çattı. Sol elini yumruk yapıp havaya kaldırdı. Yüksek sesle bağırdı; “Yaşasın Lenin.”