Postmodernizm’e Giriş
Bir karakter düşünün. Bu sizin postmodern karakteriniz olsun. Karakterin en önemli özelliği “rüzgârda savrulan kuru bir yaprak” gibi olması. Postmodern karakterin güçlü bir iradesi yoktur. Şartlar onu nereye yönlendirirse oraya gider. Kurudur. Çünkü derin düşünmeyi sevmez. Yüzeyseldir. Şey gibi…
Yeni bir dönemin başlangıcındayız. Gözlerindeki zeka parıltılarıyla sınıfı aydınlatan, çakmak çakmak bakan cevval öğrencilerin karşısına çıkacağım. Hepsinin elinde kantinden aldıkları ve evrensel geçerliliği olan koyu kahve baklava dilimi desenli karton bardaklar var. Simit yiyen yok. Şimdi ben de bu hikayenin hoca karakteriyim. Ama size göre. Onlara göre bir hocayım. Öğrenciler de karakter ve onların gözünden ben nasıl görünüyorsam siz de öyle bileceksiniz beni. Bir kere yuvarlak ve kalın çerçeveli bir gözlüğüm var. Olmazsa olmaz. Sakallarıma aklar düşmüş. Ders boyunca sıvazlayacağım. Üst dudağımdan sarkan sararmış bıyıklarımı arada bir dilimle yokluyorum. Biraz değişiklik olsun diye bütün dönemi tek derste bitirmeye karar verdim ve anlatmaya başladım.
Bir karakter düşünün. (Aslında siz zaten bir karakter düşündünüz. Bu durumda karakterin yarattığı -haşa de ulan- bir karakter düşünün. AMA fazla bulandırmak istemiyorum.) Bu sizin postmodern karakteriniz olsun. Arada tire yok. Okunduğu gibi bitişik. Karakterin en önemli özelliği “rüzgârda savrulan kuru bir yaprak” gibi olması. Bu ders için fazla romantik bir betimleme ama öyle. Postmodern karakterin güçlü bir iradesi yoktur. Şartlar onu nereye yönlendirirse oraya gider. Kurudur. Çünkü derin düşünmeyi sevmez. Yüzeyseldir. Şey gibi… Bir saniye bu noktada zaman kazanmak için gırtlağımı temizledim. Şey gibi… Karikatür gibi diyelim. İşaret parmağımla gözlüğümü tam ortasından geriye doğru ittim. Daha sonra da çerçevesinden tutup şöyle bir yoklayacağım; lakin ileride aklıma gelmezse diye şimdiden söylüyorum. Yaprak gibi savrulduğu için karakterin başı sonu belli bir kurmacanın içinde olabileceğini düşünemezsiniz.
Bu karakter can sıkıntısından adını “Google”lamaktadır. Kendi adına açılmış bir hesapla ve fotoğrafıyla karşılaşır. Aslında karakterimiz emindir. Bir Facebook hesabı yoktur. Modernist olsaydı karakterimiz, şüpheye düşecekti; fakat şüpheye düşmez. Not alın, ana farklardan biri: Modernistler paranoyak, postmodernistler şizofrendirler.
Yeri gelmişken belirtmek isterim, postmodern dediğimiz şeyi zamansal olarak “modern sonrası” diye çevirirsek çelişiriz. Gayet doğal. Çünkü bunlar da çelişiyorlar. Doğrusal bir zamandan bahsedemeyen ve bu fikre karşı çıkan adamlar, ismi koyarken neyi hedeflemişler anlamak zor. Yok, eğer “modernin ötesinde” demek istemişlerse, bu sefer de önceki akımı merkeze alarak bir şeyler yapıyorlar demektir. Her neyse. Karakterimize dönelim. “Kendi” hesabını takibe alan karakter aslında bu hesabın kendi uydurduğu bir karakterin hesabı olduğunu fark eder. Bir saniye bunu çizeyim. Okur için de çiziyorum. Hoca B diyeyim kendime:
Hikayeyi kaleme alan Hoca B=è Karakter olan Hoca B=è Karakter olan Hoca B’nin öğrencilere örnek olsun diye uydurduğu karakter=è Karakter olan Hoca B’nin öğrencilere örnek olsun diye uydurduğu karakterin uydurduğu karakter (hem Facebook hesabı olan, hem de kendisini uyduran karakterin tıpkısı -yani en azından hesabı öyle-). Ya da matematiksel olarak:
Övünmek gibi olmasın ama Inception’da bile rüya içinde rüya içinde rüya diye üç katman oluşturabilen ve milyon dolarlar götüren Nolan’a seselniyorum: Hakkımı yiyorsunuz, burada kurmacanın beş kat dibine indim. Ya da çıktım. Anlaşılacağı gibi karakter içinde karakter, metin içinde metin, bilmem ne içinde bilmem ne var. Postmodernistler bir şeyin içine… bir şey koymayı çok seviyorlar. Buna da üstkurmaca diyoruz. Bir tik atalım.√
Tabiî üstkurmacanın ketçap ve mayonez gibi ayrılmaz bir ekürisi var. O da “self-reference” ya da “self-reflexivity.” Türkçesini bilmiyorum. İçinizden “Haspama bak hele” diyenler var. Çok lümpenim evet. Yani metin sürekli metinselliğini belli edecek. Ben başından beri ne yapıyorum? Bas bas bu bir metindir diye bağırıyorum. At bir tik.√
Facebook’ta kendi hesabını gören karakter biraz şaşırdı. Bilincinin gerilerinden gelen birkaç Almanca ya da Fransızca bir şeyler söyledi. “Achtung!” dedi mesela. Ya da “c’est moi?” dedi. Aslında profil resminin yanındaki reklama takıldı. Neden bu hesapta bebek maması reklamı yapıldığını anlayamadı. Sinirlenir gibi oldu. Bir de karakterin kimliği bu noktada değişti. Kendisinin de reklam yazarlığı yaptığını anımsadı birden. Farenin imlecini reklamın üzerinde dolaştırdı. Sonra nasıl bir yörünge takip ettiğini tasavvur etmeye çalıştı. Şöyle bir şeydi yanılmıyorsa:
Tahtaya şekli çizdikten sonra, “Bunların hep metnin sınırlarını zorlamak için yapıldığını” söyledim. Şimdi Hoca B nerede olduğunu bulamıyor. Sürekli bir belirsizlik. Hâlâ sınıfta mıyız? Yoksa başa mı döndük? Rahatsız oldunuz mu? Rahatsız olduysanız koyalım bir tik daha. √ Modernistler epistemolojik sorular sorarlar, postmodernistler ontolojik. M: Bu Dünya’daki yerim ne? Diye sorarken, PM: Hangi dünyadayım? Dünyada mıyım? Hangi Facebook hesabı? Bu hesap benim mi? Bu ben miyim? Özçekimim ne kadar güzel!
Bu noktada Kurt Vonnegut’a selam çakıyorum (şekli çizdiğim noktada selamı gönderdim; ama bir merkezden ya da noktadan bahsetmek zor, katı değil sıvı bir zemindeyiz, kaymış olabilir) ve yeni diye bir şey yoktur demek istiyorum. Not alın. Modernistler “make it new” demiştir. Eskiyi yeni gibi yapıp pazarlayacaklar yani. Tıpkı bu sözü onların bulmadığı fakat pazarladığı gibi. Yüzyıllardan beri yeni bir şey yoktur. Aristo’yu düşünür Hoca B. Örnek vermek için öne attığı karakter, Eflatun’un İdealar Evreni’nden gelmiştir; fakat iki eser vardır ki, postmodernistler referans vere vere bitiremezler. Bir, Don Kişot. √ İki, Bin Bir Gece Masalları. √ Facebook hesabı olan karakter duvarına hep bunları yazmıştır. Örnek olsun diye verilen karakter, yavaş yavaş kendini kaptırıp bu yazıları dikkatini vererek okumaya başladı. Dikkat ettiyseniz zamanda da bir kırılma var. √
Çünkü zamanla oynarlar. Bunlar oyunu çok severler. Bir kelimeyle öyle çok oynarlar ki onun anlamı kaybolur. Hesaba bakan karakterin aklında tek bir şey vardır: Toynak. Toy-nak. Toynak. Toynaktoynaktoynaktoynaktoynaktoynaktoynaktoynakkaynakkaynakkaymak.√
Hazır söz Bin Bir Gece’den açılmışken (tabiî ki çerçeve yöntemine, sihre, büyüye yer vereceğim ama öncelikle) ne kadar post olursan ol kendinden bir şey katman lazım. Ne bileyim, hangi toplumda, hangi kültürde veriyorum ben bu dersi. Kremasız pasta gibi durmayın öyle. Biraz renk, yöresel çeşni lazım. Heh. “Ağam bunun esansı eksiktir” deyip güzel bir atıfla yöresel bir motif, bir film gösterilmeli. √ Ancak bu biraz “kitsch” kaçtı değil mi? O zaman hesabı olan karakter, ismini aratan karakteri hicvetsin:
Hüneri var ise gelsün biricik elleşelim
İşte tîg-i suhen işte ser-i meydân-ı hayâl. Metinlerarasılık da tamam. √
Bizimki durur mu? O da sinkefli konuşmuş: كدلاكآ نس ونو
60’lardan beri sayısız örnekler üretildi. Kurmaca, sınırlarını esnetmeye -bazen de kırmaya- müsaittir arkadaşlar. Hâlâ sakalını sıvazlıyor. John Barth bile “Edebiyatın Tükenişi” deyu makale yazdı da on yıl sonra tükürdüğünü yalayıp “Yok ben öyle demek istemedim, kurmaca yükselişte, diye kıvırdı. Bir on yıl sonra da “Nasıl? Haklı değil miymişim?” diye caka sattı. Bu ders her ne kadar postmoderne giriş olsa da aslında onun bittiğinin resmidir.
Deyip dersten çıktım. O gece mışıl mışıl uyurken kapı çalındı. Kalın çerçeveli gözlüğünü takıp kapıyı açtı. Bir de ne görsün? Örnek olsun diye verdiği karakter, elinde dizüstü bilgisayarıyla kapıya dayanmış “Yahu, bu adam kim hâlâ çıkaramadım. Diyiver hele, ben mi yazdım bunu?” diye sordu. Hayda! Men çi gûyem, tamburem çi zened! Yazar öldüğüne göre cevap vermeye gerek yok.√
Yazarın ölümü aslında öyle bir şey değil. Ama işin içine popüler kültür esprileri de katmalıydım. √
- Not: Fikir ve görüşleriyle (sanki ikisi farklı şeylermiş gibi) derse katkıda bulunmak isteyenler postmodernegiris.blogspot.com’a yorum yazabilir. Okurla karşılıklı etkileşim. √