II.III.
Aslında Nietzsche, Tragedyanın Doğuşu gibi ilk eserlerinde, bulunduğu çağın Yunan tragedyasının yeniden doğuşuna şahit olacağına inanmaktadır. Richard Wagner’in operası yeni bir dönemin fişeğidir bu minvalde. Ancak çok geçmeden Wagner’in de o modernizm denen belaya kurban gittiğini anlar ve hayal kırıklığını defalarca dile getirir. Modernizm Nietzsche’ye göre çöküşün (decadence) ta kendisidir. Modern felsefe ve Aydınlanma, evrenin merkezi olan insanı varlık hiyerarşisinin tepesine yerleştirir. İnsan artık Tanrı’nın gözüne sahiptir ve tarihte “ilerlemektedir.” Fakat Descartes’in cogitosundan Hegel’in tinine kadar, Sokrates’in bu yenilenmiş formu, insanı Prometheus yapacağım derken Sisifos’a dönüştürür. İlerlediği nokta başlangıçtan bir adım ötesi değildir. Bu yüzden, içinden “belirsizliğin hazzı” söküp alınmış, bu enformasyon hastası insana, gerçekte içinde bulunduğu trajik hali göstermenin vakti gelmiştir.
III.I.
Şimdi bu noktada biraz yavaş gidelim ve bir yukarıdaki paragrafı (II.III.) açımlayalım.
Malum olduğu üzere modern felsefe ve Aydınlanma Antik Yunan’ı kutsar ve mitlerinden felsefesine oyunlarından kahraman hikayelerine kadar sahiplenir. İnsan ya da yarıinsan-yarıtanrı tüm “kahramanlar” modern felsefeye de bir bir taşınır. Bu “antik” kahramanlar aynı zamanda, şimdilerde “klasik” olarak adlandırılan “modern” anlatı ve romanların da öncüleridir. Bacon’ın Yeni Atlantis’i, Defoe’nun Robinson Crusoe’su, Swift’in Güliver’i, Voltaire’in Candide’i ve daha sonra yirminci yüzyıla girmeden Balzac, Flaubert, Hugo, Zola, Doyle, Dickens, Melville, Çehov ve Tolstoy gibi tanışık olduğumuz yazarlar bu atmosferde ortaya çıkmıştır.
Bu yüzden diyebiliriz ki, modern dönemde ortaya çıkan romanlar bizlere Antik Yunan “kahraman”larının kartezyen ve aydınlanmacı bilinçle harmanlanmış yeni bir görünümünü sunar. Modern kahraman varlık hiyerarşisinin tepesindedir ve tüm tanrı ve kuruntulardan kurtulmuştur. İstediğine her zaman ulaşacaktır ve hiçbir engel tanımaz. Konuşur, anlamlandırır, yargılar, her şeyi görür, her şeyi bilir, hakim olur. Kahraman hakkında bilmemiz gerekenleri de yazar verir zaten. Hatta bir okur olarak biz de kahramanın karakterine bürünecek kadar bilgileniriz. Karakterin, annesinin, sevgilisinin, düşmanının, ölümünün, her şeyinin bilgisine sahip oluruz. Bu yüzden modern roman kahramanları aynı zamanda eğitici ve öğretici bir görev de üstlenmiştir. Kitap bittiğinde okur yeni bir şey öğrenmiştir.
Şüphe yok ki, az önce sıraladığımız yazar listesinde Dostoyevski’nin eksikliği fark edilmiştir. Ancak yukarıda çizdiğimiz modern anlatıya, tanrılardan ateşi çalan o insanüstü insan figürüne Dostoyevski direnmektedir. Dostoyevski, insanın içine baktığı romanlarında, o cesur mu cesur, tüm tanrıları tek bir vuruşta deviren, iyiye hep daha iyiye doğru ilerleyen bir insan göremez. Gördüğü sadece insandır. Ve dahası, diğer roman karakterleri, yazarları (ya da yaratıcıları) tarafından tanrıvari bir şekilde her bir ince detayına kadar belirlenirken, Dostoyevski karakterleri ile yazarları arasındaki ilişki muğlak kalır.
Demek oluyor ki, Dostoyevski varoluşsal olarak kendinden uzaklaşarak “kendinden öte bir ben” yaratılamayacağının farkındadır ve bu farkındalık eserlerine fazlasıyla yansır. Yani Dostoyevski, romanlarında Dostoyevski’yi anlatmaktadır, kaçınılmaz olarak. Böylelikle Dostoyevski’nin Dostoyevski’yi anlatması insanın bir trajedi içerisinde yaşadığı gerçeğini modern insanın yüzüne çarpar.
Akıllara gelen soruyu yazıya dökelim o halde: Dostoyevski’nin romanları post-modern midir? Bu soruya cevap vermek için sanıyorum post-modern kahraman ile ne anlamadığımızı biraz açmamız gerekiyor. Kanaatimizce post-modern kahraman, modern kahramanın içerisinde bulunduğu modern bunalımlardan kurtulma çabasındadır.1 Ancak bu demek değildir ki her post-modern kahramanın bulunduğu öykü ya da anlatı post-modern edebiyat içerisinde değerlendirilsin. Pekala modern anlatım biçimleriyle post-modern bir kahramanın serüveni anlatılabilir, tıpkı Dostoyevski’de, Gogol’de ve hatta Melville’in Barthleby’sinde görebileceğimiz gibi.
Diyeceğimiz odur ki, Dostoyevski romanları post-modern değildir, ancak karakterler post-modern hal ve tutum içerisindedir. Kısacası, içerisinde post-modern figürlerin bulunduğu her edebiyat parçası “post-modern edebiyat” olarak addedilmek zorunda değildir; aksine “post-modern edebiyat,” öykünün içeriğiyle birlikte, öykünün sunumunda da modern edebiyatın keskin kurallarını ayaklar altına alır. İlk işi örneğin, romanlardaki giriş-gelişme-sonuç yapısını sökmek ve anlatıya ortadan başlamak olacaktır: Gregor Samsa’nın bir sabah bunaltıcı düşlerden uyandığında, kendini yatağında dev bir böceğe dönüşmüş olarak bulması gibi. O halde post-modern edebiyat, modernizmin kurduğu yapıların tamamını bozmak için taarruza geçer, diyebiliriz.
III.II.
Nietzsche’ye dönelim: Nietzsche tüm yapıtlarında kendi gününden Sokrates öncesine soykütüksel ve put kırıcı bir okuma yapar. Ancak bunu yaparak Nietzsche nostalji hatasına da düşmez. Tragedya sahnesinde sergilenen Apollo-Dionysos uyumunu geri getirmenin imkansızlığının farkındadır Alman filozof. Bunun yerine bu uyumu bozan Sokrates geleneğinin karşısına daima bu geleneği yıkıcı bir karşı-figür koyar. Örneğin, yeniden doğacak olan tragedyada Dionysos artık baskın karakter olacak, Sokrates’in karşısına dikilecek ve sonuç olarak Dionizyak esrime ve sarhoşluk Sokrates ve Platon’un “bilgi”sini duman edecektir.
Öte yandan Yahudi-Hıristiyan geleneğin (Christ) karşısında da deccali (Anti-Christ) yeğleyecek ve bu geleneğin sunduğu ahlaki ön/yargıların insan kurgusundan öte bir şey olmadığını iddia edecektir. Son olarak da Nietzsche, Sokrates geleneğinin yekûnüne karşı Zerdüşt’ü bir örnek olarak çıkarır. Apollo’nun hayallerinden Dionysos’un yüksek duygulanımlarına kadar pek çok elementin harmanlandığı bu Zerdüşt figürü konumuz için oldukça önem arz etmektedir.
Sonda söyleyeceğimizi başta söyleyecek olursak, Nietzsche’nin Zerdüşt kimliği altında Apollo’yu eriterek Dionysos’a geri dönüş çabası post-modern kahramanların ortak özelliğidir. Böyle Dedi Zerdüşt ile Nietzsche, genel kanaatin aksine ideal bir karakter yaratmaktan çok, tıpkı insan gibi arayış içerisinde bir figür ortaya koyar. Zerdüşt de üst-insan denen, hiçbir zaman kanlı canlı göremeyeceğimiz, ama göremedikçe ona ulaşmayı daha çok arzu edeceğimiz o ahlaki ön/yargıları olmayan insanın bir yorumundan ibarettir.
Zerdüşt içinde bulunduğu trajedinin farkındadır ve bu ahval onu her şeyi bilerek evrene egemen olma kibrine değil kendi kusurlarını görmeye ve bu kusurlarla birlikte yaşamdan zevk almaya itmektedir. Zerdüşt’ün dans etmesi bu yüzdendir. Yani bilgelik derdinde filan değildir Zerdüşt; ne hayatı tasvir etmeye çalışır ne de anlamaya. Aksine, belki de sinir bozucu şekilde, dans figürleri göstererek hayata renk katmaya çalışır. Sokrates’in, Platon’un, Yahudi-Hıristiyan geleneğin ve modernizmin “ciddiliğine” dil çıkarır, onları küçük düşürür, alay eder.
IV.I.
Zerdüşt’ün bu alaycılığı post-modern edebiyatın karakterlerine de yansır. Orlando bir sabah genç bir kız olarak uyanır, Augusto Pérez yazara kafa tutar, Anton Ssliharf kaybolur, Cosimo ağaçta yaşamaya başlar, Kilgore Trout ortalıklarda dolanır, ne idüğü belirsiz Godot hiç gelmez. Modernitenin pohpohladığı hümanist birey olarak “kahraman” artık bilinçsizdir, kördür ve yaşamın muğlaklığı karşısında hayret içerisindedir. Bildiği ne varsa parçalanmış, parçalara ayrılmıştır. Ancak ne var ki, buradadır ve yaşamaya devam etmektedir. Her bir hareketi, sis içerisinde atılan bir adım; her bir adımı karanlıkta bir kahkahadır. Bu yüzden post-modern kahramanın içinde bulunduğu hal, modern kahraman gibi bulantıya, bunalıma ya da intihara sürüklemez. Post-modern kahraman sarhoştur, bilememe sarhoşudur. Belki de bildiği tek şey, tıpkı insan gibi, tıpkı yazarı gibi trajik bir yolculuk içerisinde olduğudur. Zira yazar ile post-modern kahraman arasındaki çizgi silikleşmiştir artık.
Post-modern kahramanın yolculuğu trajiktir çünkü hiçbir yolun ya da yönün belli olmadığı bir çölde dönüp durmaktadır. Çöl metaforunu biraz irdelemekte fayda var: Çölde yol belli değildir. Yol diye belirlenebilecek her rota rüzgarın esmesiyle bir anda değişebilir çünkü. Ne bir açılmış yol, ne önceden gidenlerin izleri vardır. Sadece kum. Böylelikle kişi kendi geçtiği yolu dahi tanıyamaz hale gelir. Şu tepe önceki tepeye benzer, bu serap dünkü seraba. Aynı yerde dönüp durmadığının garantisi yoktur çölde. Post-modern kahramanın serüveni de çöldeki sonsuz tekrara (eternal recurrence) benzemektedir. Ancak bu öyle bir tekrardır ki her seferinde yenilenerek devam eder. Hiçbir an bir öncekinin aynısı değildir kısacası.
Watt’taki ya da Godot’yu Beklerken’deki tekrarlar burada müthiş birer örnek olarak gözükür. Kahramanlarımız daha beş dakika önce konuştuklarını bile hatırlamaksızın Godot’nun gelip gelmeyeceği üzerine fikir yürütmeye devam eder oyun boyunca.
Ancak ne var ki Godot’yu beklemek de post-modern kahramanın bir özelliğidir. Jacques Derrida’nın terimleriyle ifade edecek olursak, bu bekleyiş mesihçilikten ayrı olan bir mesih inancıdır (Derrida, 56-57). Mesih hiç gelmeyecek, insan hiç kurtulmayacaktır. Burası tamam. Ancak aynı zamanda mesih sorgusuz-sualsiz “vardır”; zira her daim hakkında spekülasyonlar yapılmakta, onun yerine konuşulmakta, ona olan özlem dile getirilmektedir. mesihin yokluğu, aynı zamanda varlığının garantisidir. Benzer şekilde, çölün dışından gelip yollarda sefil düşen insana yolu gösterecek olan üst-insan, mesih ya da Godot, aynı anda hem vardır hem de yoktur. Sisin olmadığı bir yer, körlüğün tastamam bir temaşaya dönüştüğü bir görüş hep vardır ve hep yoktur.
IV.II.
José Saramago’nun Bilinmeyen Adanın Öyküsü’nde, ana karakterimiz kralın arzu kapısını çalar ve kralın kendisine bir tekne vermesini ister. Adamın amacı Bilinmeyen Ada’yı bulmaktır. Kral karşı çıkar, çünkü tüm adalar bilinmektedir ve harita üzerinde gösterilmiştir. Adam ısrar eder, “Bilinmeyen bir adanın olmaması imkansızdır.” der ve kral sonunda ikna olur (Saramago, 12-13). Hikayemizi burada keselim ki tüm büyü bozulmasın. Post-modern bir aşk masalı olan Bilinmeyen Adanın Öyküsü aynı zamanda post-modern kahramanın trajik serüveninin bir örneğini teşkil eder. Kralın bilinen her adayı gösteren haritasında sıkışıp kalan kahramanımızın bulmayı arzuladığı Bilinmeyen Ada, dışarıdan gelecek olan kurtarıcıdır. Bilinmeyen Ada “vardır” ve hep bilinmeyi beklemektedir.
Ancak ne var ki bilindiği vakit, yani kaşif ayaklarını adanın üstüne bastığı vakit, Bilinmeyen Ada’nın hala gizemini koruduğu ve hala bilinmediği fark edilir. Bir başka deyişle, adanın o anda ve orada olmaması, hem yokluğunun hem de varlığının tescilidir; çünkü Bilinmeyen Ada’nın bilinmezliği, adayı arayışa cevaz verecek yegane dayanaktır. Dahası bu kısa masalın bir deniz yolculuğu olması ayrıca önemlidir. Deniz uçsuz-bucaksız, yani sınırsızdır. Tıpkı çöl gibi yol, yön, iz sunmaz insana. Bu yüzden ada hep aranacak, serüven sonsuz bir tekrara düşecektir.
Sonuç olarak, post-modern kahraman, tıpkı Sisifos gibi, ideal olana asla ulaşamayacağını bile bile bu yolculuğa çıktığı için bir trajedi içerisindedir. J.L. Borges’in de ifade ettiği gibi günümüz öyküsünde -ki örnekleri Henry James’in Aspern’in Mektupları ve Kafka’nın Şato’sudur- teşebbüs edilen her bir serüven başarısızlıkla, eksiklik ve yetersizlikle sonuçlanır (Borges, 49).
Yorumunuzu yazın, tartışmaya katılın!
Bu içerik ile ilgili yorum yok, ilk yorumu siz yazın, tartışalım