Şen Bilim’de insanların arasına dalarak Tanrı’yı aradığını söyleyen mecnun, oradaki ahalinin dikkatini çektikten sonra Tanrı’nın öldüğünü duyurur. Adam bir gerçeği yüzlerine vurmaktadır aslında: Biz, inananlar, biz öldürdük Tanrı’yı, der. Sen, ben. Hepimiz. Ve onlardan uzaklaşarak arayışına devam eder. Bu inanç adamının Tanrı’nın peşinden gidişi, Nietzsche sonrası felsefenin de arayışına dönüşür. Örneğin Walter Benjamin, Marksist devrim idealini tarihin akışını yerle bir edecek olan Yahudi Mesih anlayışıyla yeniden yorumlar. Derrida’nın Benjamin okuması üzerinden gidecek olursak, klasik Yahudi teolojisindeki Mesihçilik değildir mevzubahis. Aksine Benjamin, Tanrı’nın adının anılmadığı, mesihin bizatihi gelmeyeceğinin de bilindiği bir tür “Mesihsel” söylem oluşturmaktadır.
Derrida, 80’li yılların sonunda, Kanunun Gücü, İsim Hariç, Çile ve Khôra gibi metinlerinde negatif teolojiye yönelir. Negatif teoloji, Tanrı’yı bir şeyle tanımlamak yerine Tanrı’nın ne olmadığı, ne’d’en farklılaştığı üzerine kurulu Yeniplatoncu bir yaklaşım. Derrida da, merkezî öneme sahip “giz” kavramı üzerinden Tanrı kelimesinin etrafında dolanır —tıpkı Yahudilikte Tanrı’nın adının ağza alınmayarak başka isimlerin kullanılması gibi. Giz’i gizli kılan, sırrını faş etmeden ondan bahsedilmesidir, yoksa gizli olan hakkında hiç konuşamıyor olurduk. O halde negatif teolojinin gizi olan Tanrı’yı Tanrı yapan da, tüm sırrını ortaya çıkararak apaçık gerçeklikler bulmak değil, onun sırrını faş etmeden isminin peşinden koşmaktır.
Bu yüzden Tanrı kelimesi, bir şey açıklamaktansa dilin sonsuz çölleşmesinin ismi haline gelir (Derrida, 24-27, 55-56). Bir başka ifadeyle özetleyecek olursak, Tanrı kelimesindeki sır, insan tarafından bütünüyle çözülebilecek bir şifre olmadığı için sonsuza dek tüketilemeyecek bir niteliğe sahiptir. Yani sır hakkında konuşur, sır hakkında susarız. Ama sır, yani Tanrı’nın ismi hiç dokunulmamış gibi daima baki kalır.
Derrida’nın giz ve isim üzerine düşünceleri, bize sahnedeyken sufle verir: Godot. Beckett’in oyununda kahramanlarımız Godot’yu beklemektedir. Ancak ne var ki Godot’nun ne geleceği vardır, ne de ne zaman geleceğine dair net bir bilgi. Aksi bu ya, Godot hakkında hiçbir şey de bilmeyiz. İsmi vardır sadece. Tüm oyun boyunca Godot hakkında tek öğrenebildiğimiz şey geleceğidir. Daha farklı ifadelerle söyleyecek olursak: Oyun boyunca Godot çevresinde dönüp duran muhabbet aslında spekülasyondan, bekleyişten ve hatta özlemden ibarettir —ismi hariç. Godot’nun hiç belirmeyişi, Godot ismini yokluğa indirgeyemez. Bu yüzden Godot vardır. Sahnenin, yani ufkun, ya da dil çölünün diyelim, ötesinden gelecek olan Godot, ya da Mesih, hem yoktur, belirmemiştir, hem de vardır, var olacaktır.
Kaybolan Tanrı’nın peşinden giden bir diğer teolojiye, Hıristiyan teolojisine dönelim. Son dönem Hıristiyan teolojisinde Nietzsche’nin “Tanrı öldü” sözünün etkisi Thomas Altizer’la belirginleşir. Buna göre Tanrı’nın evreni yaratması, kendi ölüm sürecini de beraberinde getirmiş ve bu durum İsa’nın çarmıha gerilmesiyle sona ermiştir. “Tanrı’nın Ölümü Teolojisi” adını verdiği bu yorum, daha sonra Vahanian, Vattimo ve Caputo gibi filozofları da etkiler. Yukarıda değinmiş olduğumuz Zayıf Düşünce’nin teorisyeni kabul edilen Vattimo, Derrida gibi 80’li yılların sonunda bu fikrini teolojiye uygular.
Buna göre zayıflatılan düşüncenin iki dinî dayanağı vardır: Tanrı’nın yeryüzünde tecessüdü (kénosis) ve başkasına gösterilen merhamet ve yardımseverlik (caritas).Tanrı yeryüzüne inmiştir, çünkü yeryüzündeki metafizik şiddeti merhametle, hayır ve hasenat yapmakla sonlandıracaktır. İsa, hastaları iyileştirir, dertlilere derman olur. Hatta kendisine uygulanan şiddet için dahi merhamet doludur, öteki yüzünü çevirir. Çünkü Tanrı’nın kendisi zaten zayıf ve güçsüzdür ki çarmıha gerilerek öldürülmüştür.
Vattimo buradan yola çıkarak Nietzsche’nin sözüne döner. Tanrı ölmüştür, yine insanlar öldürmüştür onu. Yine Tanrı’nın ölümü demek, metafizik şiddeti sona erdirmek olacaktır. Ve yine Tanrı bir gün yeniden görünecektir. O halde post-modern dönem, metafiziğe dayalı modern üstanlatıların zayıflatılarak Tanrı’nın Krallığı’nın yeryüzünde kurulması için gereken şartların, yani merhamet ve yardımseverliğin yerine getirildiği, farklı görüşlerin birbirine karşı şiddet uygulamayı değil müsamahayı tercih ettiği bir inşa dönemidir. Bu yüzden Vattimo, post-modernliğin esasen Hıristiyan teolojisinin ve hatta genel olarak Hıristiyanlığın yeniden gözden geçirilmiş hâli olduğu sonucuna varır. Başta söylememiz gerekeni şimdi ifade edelim: Modern paradigmanın dini, sekülerizm topraklarından sürgün etmesi Nietzsche’nin Tanrı’nın ölümünü ilan etmesiyle sonuçlanır, fakat Tanrı hâlâ diridir ve buradadır.
Bradbury’nin öyküsüne geri dönmenin vakti geldi sanıyoruz: Anlaşılacağı üzere Kaptan Hart iflah olmaz bir modern bireydir. Örneğin, hikâyenin başında gezegene indiklerinde şehir halkından kendilerini karşılamasını ve hürmet göstermesini beklemektedir. Zira Kaptan gezegene teşrif etmiştir. Ah, ne büyük yanılgı. Şehir halkının öyle tepeden inerek üstanlatılar kuran birine ihtiyacı yoktur. Zira daha dün bir adam gelip halkın arasına karışmış, onlara sevgisini ve muhabbetini sunmuş. Karşılığındaysa ne bir hürmet ne de başka bir şey beklemiş.
Tabii ki de Kaptan inanmayacaktır bu hikâyeye: “Toplu halüsinasyon,” der. İnanmamak için bilimsel sebeplere, akıl yürütmelere ve bahanelere başvurur. Ama Mesih’i kaçırmış olmanın huzursuzluğu da içini kemirmeye başlar. Gelen adamın Mesih olamayacağına dair son açıklaması da boşa çıkınca, tamam der, gösterin bana onu. Nasıl bir bilimsel açıklama ve mantıksal akıl yürütme illetiyse aklındaki, Mesih’i saklandığı yerden çıkaracağını ya da gittiği yerleri araya araya bulacağını söyler. Zira bilimde, aranan şey muhakkak bulunmuştur. Şehrin belediye başkanıysa kaptanın hâlinden haberdardır, üzülerek der: “Çok yorgunsunuz. Uzun bir yoldan geldiniz ve uzun zamandır inançsız olan bir halktansınız. İnanmayı o kadar istiyorsunuz ki kendi kendinize engel oluyorsunuz… Onu asla bu şekilde bulamazsınız.” (Bradbury, 90)Kaptan kendine hâkim olamaz artık. Çünkü tesadüfe bakın ki, indiği gezegene denk gelmesine rağmen hayatında gerçekleşebilecek en olağanüstü vakıayı burun ucuyla kaçırmıştır.
Burada vakıa ile hakikat arasındaki ilişkiye dikkat etmekte fayda var. Varlık bir vakıa olarak hakikati ifşa eder, fakat bu vakıa bir kereye mahsus olduğu için bizim ona bakışımız objektif değil, ancak ve ancak geriye dönüşlü olarak yorumsaldır (Vattimo, 1993, 26). O halde Kaptan Hart ve Martin, gezegene geldiklerinde Mesih’in önceki gün şehirde dolaştığına dair bilimsel bir kanıt bulamayacaklardır. Mesih’in, kolu sakat bir çocuğu iyileştirdiğini söyler belediye başkanı, lakin Hart inanmaz: “Bu ikinci derecede delil bile sayılmaz. Çocuğun kolunu sakatken görmedim. Kolunu sadece sağlamken gördüm. Buna delil bile denmez. Çocuğun kolunun dün sakat, bugünse sağlam olduğunun delili var mı?” Ancak başkan çarpıcı bir şekilde cevap verir: “Sözüm, delilimdir.” (Bradbury, 81) İsa Mesih’in, önceki gün şehrin ortasında dolandığına dair objektif ya da gerçek bir delil yoktur bu durumda. Var olan şey, yalnızca Mesih’in varlığı ve ona dair tarihte hâlâ akıp gitmekte olan yorumlardır.
Mesih’i kaçırmıştır Kaptan ve ekibi, fakat Mesih’e olan inanç hâlâ ellerinde fırsat olarak vardır. Bu fırsatı Martin değerlendirir: “Bu insanları sevdim. Dediklerine inanıyorum. İstediğinize inanabilirsiniz, ama bunu kendinize saklayın, efendim.” (Bradbury, 82) Kısacası Martin, gezegen gezegen dolaşıp kanlı canlı Mesih’i elde ederek değil, Mesih’in bu şehirde ne yaptığına, neler söylediğine kulak vererek ve bu insanlarla kurduğu diyalogla, onlardan öğrendiği, onlardan duyduğu anlatılarla hakikati bulacağını düşünmektedir. Bu yüzden iddia edebiliriz ki, Kaptan Hart’ın yerine, aslında öykümüzün ana kahramanı, bir inanç adamı olan Martin’dir. Zira Martin, öykü kahramanlarının din ile olan imtihanında modern bireyin tiryakisi olduğu üstanlatıların değil, daha bir gün önce gerçekleşen vakıanın sesini, yani kutsal metni dinlemeye karar vermiştir.
Bu çağrı, kaptanın hiç elde edemeyeceği huzur ve sükunete dair bir çağrıdır: “Evet, zavallı adam, gitti. Gezegenden gezegene gitmeye devam edecek, arayacak ve arayacak. Ve her seferinde bir saat, yarım saat, on dakika veya bir dakika geç kalacak. Sonunda onu sadece birkaç saniyeyle kaçıracak. Ve üç yüz gezegen sonra, yetmiş, seksen yaşındayken onu sadece saniyenin onda biriyle, sonra yüzde biriyle kaçıracak. Hep devam edecek, burada, bu gezegende, bu şehirde bıraktığı şeyi bulmayı düşünerek devam edecek...” (Bradbury, 92-93)
Yorumunuzu yazın, tartışmaya katılın!
Bu içerik ile ilgili yorum yok, ilk yorumu siz yazın, tartışalım