Pervasız Pink, pertavsız Floyd

Doğrusu Pink Floyd’dan etkilenmem de benden bağımsız gelişmişti.
Doğrusu Pink Floyd’dan etkilenmem de benden bağımsız gelişmişti.

Kırklı yaşlarımın ucunun görünmeye başladığı günlerde Pink Floyd’un adeta pertavsız ile büyüdüğünü anlamıştım. Optik algıdaki karmaşa değildi bu gerçeği anlamama yol açan; zaten bizzat grubun kendisi de kırklı yaşlarda dağılmış, arda kalanlar da, kendi hurafelerinin içinde bir tekrarı yeğler olmuşlardı.

Sanat bizim neyimiz olur tartışmasının çıkmasından önce müziğin bizim neyimiz olduğuna dair soruyu sık sık kendime sorardım. Bu soruyu sormamın asıl nedeni, sanatlar arasından hangi sanatı seçsem de kendime bir iyilik etsem türünden bir soruyu cevaplamaya çalışmak değildi. Hayatımda yer edinmeye başlayan şiirin ve müziğin beni nerelere götüreceğini; durduğum yer anlamın da bana farklı bir özellik bağışlayıp bağışlamayacağını merak ediyordum sadece.

Doğrusu bu merakım sonucunda ikisinde de uçurumun kenarına kadar ilerlemeye çalıştım. Öyle bir yere geldim ki, bu yerin bir yol ayrımı olduğunu anladığım anda karşımda o kadim tercih şansı da belirdi. Evet, müziği mi yoksa şiiri mi seçecektim.

Bir yanım hayta, sersem, sepelek, serseri bir şekilde müzikte diretmemi; notalar arasında çılgın bir tarihi seçim yaparak ritmin ezoterik dünyasında kalmamı söylüyordu. Sonsuz bir alan açıyordu önümde ritimlerin dünyası. Batılı tam ritimler. Davul, perküsyon aletlerinin bütünü... Sonra Afrika ritim sazları... Hatta toprak çanaklar, hatta bizon derisinden garip çalgılar falan. Ve tabii ki doğunun ritim sazları. Başta darbuka. Bendir ve def’giller. Erbaniler. Her tür ve şekilden, her boydan envai çeşit, türlü türlü tütsülü vurmalılar. Koskocaman bir hayal dünyası elbette. Müziğin ilk mezuruyla birlikte başlayan deve yürüyüşü ritmi. Düm tek tek. Ardından rock müziğin çılgın evreni. 70’li yılların cızırtılı soundu. O cızırtılı ve kirli blues tonuna eşlik eden, sanki bir varile vuruluyormuş gibi ayarsız ve tonlaması bozuk davul vuruşları. Led Zeppelin’den Deep Purple’a kadar uzanan volümü epey yüksek müziğin yedi bucak soylu iklimi.

 Deep Purple’a kadar uzanan volümü epey yüksek müziğin yedi bucak soylu iklimi.
Deep Purple’a kadar uzanan volümü epey yüksek müziğin yedi bucak soylu iklimi.

Şiiri anlatmama, yazmama ne hacet. Bu yazıyı okuyanlar arasından bir kısmınız zaten yollar arasından şiirin yolunu seçtiğimi, epeydir orada adım adım bir Türkiye atlasını kat ettiğimi biliyor. Bilmeyenler için ne yazık ki filmin sonunu ilan etmek işgüzarlığını sergileyip, şiirin bayrağını kaldırmakta olduğumu da ekleyip bir kenara çekeleyeyim artık tercihler ve seçilemeyen seçimler bahsini. Neden öyle dedim? Seçilemeyen seçimler de nereden çıktı demeyiniz, anlatayım...

Bazı seçimlerimiz bizden bağımsız bir şekilde gerçekleşir. Hatta ve hatta sağ ve sol yanımızda işleyen kader makinesinin dişlileri arasındaki mil, bazen dışarıdan gelen müdahalelerle yer değiştirir. Benzetmemi mazur görün ama tıpkı Balkanlardan gelen soğuk havanın birden ülkemizin iklimini değiştirmesi gibi olur etki meselesi. Elbette bir tür “etkilenme endişesi” de diyebiliriz. Baştan söyleyeyim, şair her tür etkilenmeye açık bir kişidir. Önceleri etkilenmelerin sağanağı altında ne yapacağını bilemez halde epey ıslanabilir fakat sonra sonra etkilenmeler karşısında nasıl bir tutum alacağını öğrenir şair. Bir tür deneyimler bütünü diyebileceğimiz bir serüvenler coğrafyası, şairi kendi dairesi içinde döndürerek deneyim sahibi kılar, kılabilir. Zamanla, etkilenmeye açık olan şair, etkilenmeler içinde hangisinin kendisine ve sanatına yarayacağını, hedefine ateş etmeden önce rüzgârın esiş şiddetini hesaplayıp ince görmeye çalışan keskin nişancı gibi hesaplamaya başlar.

Grubun müzikalitesi garip bir şekilde içimdeki müzisyeni değil de, şairi kendine yakın tutmaya çalışıyordu.
Grubun müzikalitesi garip bir şekilde içimdeki müzisyeni değil de, şairi kendine yakın tutmaya çalışıyordu.

Doğrusu Pink Floyd’dan etkilenmem de benden bağımsız gelişmişti. Bir tercihte bulunmuştum elbette. Yine de grubun müzikalitesi garip bir şekilde içimdeki müzisyeni değil de, şairi kendine yakın tutmaya çalışıyordu. Syd Barrett’in efsanevi kişiliği mi? Değil. Roger Waters’ın müthiş şarkı sözleri mi, o bile değil. Ya Nick Mason’un dünyadaki tek hüzünlü davul çalabilen davulcu olduğu gerçeği, ya Rick Wright’ın beni benden alan Hamond klavye tonları... Bütün bunları bir araya toplasam, şarkılarından aldığım etkiyi tarife yetmez gerçekten de.

İnsan, yıllar yanından yöresinden akarken bir zaman sonra hayatında önem verdiği şeyler üzerine düşünmeye, kitaplığının raflarını düzenler gibi onları tasnif etmeye çabalıyor. Şu sıralar tasnif işlemini abarttığımdan olsa gerek, ben de hayatımda önem verdiğim şeylerin nedenlerini niçinlerini, boylamasına enlemesine düşünür oldum. Pink Floyd konusunda vardığım sonuçsa şu oldu: Floyd, yaptığı işte başka sanat disiplinlerinden yararlanmayı, o disiplini yaptığı işte ufacık bir öğe olarak gördüğü için başarılı. Yani “müzikteki şiiri” değil, müziğin içinde başak tanesi kadar küçük ve doğal ve kendiliğinden barınan şiir unsurlarını abartmadan, ama en başta müzik yaptıklarının farkında olarak tatlı bir serseriliği müziklerine de yedirebilmeyi başarmış oldukları için başarılı oldular. Müzik yaptılar ama yaptıkları müzik, klip denilen bir türün en iyi ilk örneklerinin kısa film düzeyinde doğmasına yol açtı. Müzik yaptılar ama yaptıkları müzik, disko denilen türün ilk ev sahibi oldu. Müzik yaptılar ve modern elektronik müziğin doğmasını da sağladılar bir bakıma. Ve müzik yaptılar ama bazı şarkıları şairlerin dünyasına doğrudan sızmayı başardı. Aslında şiirsiz, sanatsız, edebiyatsız, etkilenmesiz doğrudan rock yaptılar.

Benim de dünyama sızdılar. Bir radyoda ilk defa dinlediğim The Wall’u sanki yıllardır biliyormuşum hissi yaşamıştım. Delilik düzeyinde bir durgunluğun şarkısı olan Comfortably Numb’ın insanı hayretler içinde bırakan gitar solosu... The Dark Side of the Moon albümünün bütününe sinmiş melankolik ecza, kederden kedere zıplamaktan allak bullak olduğumuz Wish You Were Here albümü ve diğerleri... Askerde gece sabaha karşı 3 nöbetlerinde dinlediğim The Final Cut albümünün bütünü. Çağrışımı bol, ipince bir yolculuğa çıktığımız nağmeler, melodiler, gâvur tınılar. Sakat bırakan ritimler. Topal eden sololar. Sağır eden efektler. Kudretten kesen vokaller ve çılgınlık zamanlarının başucu mırıldanmaları. Hepsi birden birleşip bir şiirin kuyruğunu yakalatırdı bana, bir dizenin peşine salardı ola ki. Pervasız bir hecenin peşinde eksik kalan, bir türlü bitemeyen şiirlerime deva olurdu.

İnsana yalnızca başka bir insan mı ihanet eder sorarım size(?) Sevdiğimiz, etkilendiğimiz şiirler, şarkılar, romanlar, hikâyeler de eder bana kalsa. Sözüm ona dönüp baktığımda bazı şarkılardan kurtulmak için az çabalamamışımdır. Az koşmamışımdır bazı romanların ardından. Bazı şiirlerin ihanetinden ise çektiklerim yanıma kâr kaldı. Evet, evet gün geldi artık o çok sevdiğim, etkilendiğim, efsunlu gecelerimde baş ucumda bir acil çıkışı gibi kaçtığım Pink Floyd şarkıları da ihanet etti bana. Artık dinleyemez olduğumu fark ettim gençliğimin yürek burkan grubunun melodilerini. Bir şey olmuştu, bambaşka bir şey de, yine bir tercihte bulunmuştum; yalnız bu tercih benden tamamen bağımsız gerçekleşmişti. Geçmişimi tasnif ettiğim günlerin birinde çekmecelerimdeki Floyd’un üzerinden nice nehirlerin aka durduğunu fark etmiştim hayretle. Sebebi yoktu. Efkârlı bir şekilde Wish’i yeniden dinleyip vedalaşmıştım artık yaşlanmış, eski arkadaşlarımla. Yerleri dolmazdı elbette. Elbette bir dost buluşmasında onları yeniden anımsar, elimi yine onlar için çırpar, tercihlerimi onlardan yana kullanırdım.

Kırklı yaşlarımın ucunun görünmeye başladığı günlerde Pink Floyd’un adeta pertavsız ile büyüdüğünü anlamıştım. Optik algıdaki karmaşa değildi bu gerçeği anlamama yol açan; zaten bizzat grubun kendisi de kırklı yaşlarda dağılmış, arda kalanlar da, kendi hurafelerinin içinde bir tekrarı yeğler olmuşlardı. Hikâyenin dengi bağlanmıştı. Elimde bavulum, yepyeni bir şiirin evrenine doğru çevirmiştim kontağı.