Öyle Usulen Batmış Sanki Suya, Hafif ve Muhayyer...
Mülteci sorunları, Mavi Marmara, 28 Şubat, 15 Temmuz gibi toplumsal hafızada travmatik kalıcı etkilere sahip olayları ele alarak, edebiyatın bir çeşit çağının şahitliğini yapması ilkesini hatırlatıyor yazar bize.
Yıldız Ramazanoğlu, İz Yayınları’ndan çıkan Âdem’in Cevap Vermesi adlı yeni öykü kitabında on dört öyküsünü bir araya getirdi. Kitap; Âdem, Sarsıntı ve Yaşantı olarak üç bölümden oluşuyor. Henüz kitabı okumadan bu üçlü tasnifi gördüğümde ‘her yaşam bir sarsıntıdır aslında’ diye düşünmüştüm. Okuduğumda ise görece sarsıntılar içinde “kimi zaman yükselinen kimi zaman da düşülen yalnızlıkların” içinde buldum kendimi bir âdem olarak. Çünkü yazarın kendi ifadesiyle âdeme cinsiyetli bir kimlikten bakılmamıştı kitapta.
Kitabın ilk bölümünde yazarın naif dilinin akışkanlığıyla, anlatılan bir torun kimliğinde Âdem’in çocuk dünyasında yaşadığı idrak arayışları ve iç âleminin etkileyici tasvirleri -işte masumiyet tam da bu- dedirtecek cinsten okuyucuya. Hatta bir adım öteye gidip o torunu tanıma arzusu oluşturuyor kişide.
“Güneş senin ışıkların var ama gözün yok bizi göremiyorsun, büyüyünce gözlerin çıkar o zaman bizi görebilirsin. Güneş, sırtımızı ısıttın teşekkür ederim.” (Âdem’den Haber Var)
Devam eden öykülerde zorlu süreçlerden geçen insanın bir takım sorgulamalar sonucunda dünyayla uzlaşmayı ya da ebedi zıtlıkta karar kılmayı tercih edişi gözler önüne seriliyor.
“Dünyanın ne menem bir yer olduğunu anlamıştı çoktan. Yaşamın en kırılgan noktaları, sinir uçları, uzlaşmaz kutupları ruhuna kancasını atmıştı bile. (Âdem’in Ağaç Kovuğundan Çıkışı)
Kitabın ikinci bölümü Sarsıntı’daki yaralı karakterlerin yaşadıkları buhranlı ve çalkantılı olaylar karşısında takındıkları tutum, savunma mekanizmaları, kişilik tahlilleri adeta bir psikolog titizliğiyle sunulmuş okuyucuya. Yaratılış gereği her türlü acıya ve hayal kırıklığına tahammülü olan insanın olaylar karşısındaki hali, tavrı temelde acziyetini ortaya koyacak cinsten. Âdem ve beşer ilişkisi tam da burada ortaya çıkıyor aslında; o, ehemmiyeti duaya bağlı bir kul aynı zamanda.
Mülteci sorunları, Mavi Marmara, 28 Şubat, 15 Temmuz gibi toplumsal hafızada travmatik kalıcı etkilere sahip olayları ele alarak, edebiyatın bir çeşit çağının şahitliğini yapması ilkesini hatırlatıyor yazar bize. Bu olayların öykülere konu edilmesinde her ne kadar gerçekler ağır bassa da kurgu ve gerçeklik arasındaki dengenin çok hassas bir şekilde gözetildiğini ve estetik bir perspektiften ele alındığını söyleyebiliriz.
“Kamera ağır çekimle Nuh’un gemisine binmiş gibi tuhaf görünen yetmiş iki milletin temsilcilerinin yüzlerinden geçiyor, gülümseyen, uyuklayan, konuşan, kitap okuyan yüzler.” (42. Dakika)
Kitabın üçüncü bölümü Yaşantı’da yine insan hayatından kesitler görüyoruz; ‘gel-git’ler, hayal kırıklıkları, mesafeler… Entel tavırlarıyla yolculuk ettikleri otobüse ağır gelen, evlendikten sonra toplumsal kodlar gereği kendi hayatını bir tarafa bırakıp kocası ve çocukları için yaşamaya başlayan, boşanmanın eşiğinde bekleyen ya da metronun derinliklerinde var oluş mücadelesi veren kadınlar…
“Frenchmen’s Greek’i okumaya başladı. Sayfalar hızla çevriliyor, çapraz okuma kursuna mı gitmiş yoksa. İngilizce metni bu hızda okumak.” (Tırlar Neden Bu Kadar Yaklaşıyor?).
Kitap Okuyacak Bir Yercik öyküsü, “Kendine Ait Bir Oda” tadı bırakıyor damakta:
“Bazı kadınlar işi bırakınca eve kapanıyor, dergi, gazete, kitap okumayı bırakıp boş bir hayata yuvarlanıyorlarmış. Neden acaba? Başka birileri yükselsin, ev onları tertemiz bakılmış çocuklar çiçekler ve sıcacık yemeklerle karşılasın, ardından da bazılarının bir iki cümlecik hoş beşten sonra hemen çalışma odasına kaçma lüksleri olsun diye olabilir mi?”.
Ramazanoğlu’nun öyküleri her zaman olduğu gibi toplumsal bir zemin üzerinde yaşayan âdemin hayatını anlatıyor. Yazar bu kitapta kimi zaman hayatın içinden bir kesit sunarak realist yaklaşım sergilerken kimi zaman da okuyucuyu imgeler dünyasına çekerek sembolik yaklaşımdan yana koyuyor tavrını. Bilinç akışı ve iç konuşmalarla zenginleştirdiği öykülerinde kullandığı sade ve yalın dili, okuyucuya karakterlerle özdeşlik kurabilme imkanı sağlıyor.
Ramazanoğlu’nun bir söyleşide şu ifadeleri kullandığını görüyoruz: “Yazmanın hafiflemek ve üzerindeki yüklerden kurtulmakla ilgisi vardır. Yazarak hem kendi üzerinizdeki ağırlığı atıyorsunuz hem de olanla ve sizin canınızı sıkanla olması gereken arasındaki mesafeleri kelimeler yoluyla aşındırıyorsunuz. Bu, bir aşındırma hareketi aslında.”
Bu ifadelerin üstüne Âdem’in Cevap Vermesi’ni okuduktan sonra -maksat hasıl olmuştur- demekten öte başka bir söz bulamıyoruz doğrusu. Ahsen-i Takvim ile Esfel-i Sâfilin arasındaki yolculuğunda âdemin izini sürmek isteyenler için ısrarla tavsiye edilebilecek bir kitap Âdem’in Cevap Vermesi.
- “Ben bir hayat yutucusuyum ve beni tanımak için, bir tek beni tanımak için sizin de bütün hepsini yutmanız lazım.” Geceyarısı Çocukları’nın anlatıcısı romanın ilk sayfalarında anlatacağı hayatlara dikkatimizi çekmek için böyle diyor ve Eco’nun deyimiyle bizi, okurla yazar arasındaki o ezeli anlaşmaya davet ediyor. Davet gibi davet! (A.E.)