Öykücünün Günlüğü

Alaeddin Özdenören
Alaeddin Özdenören

Alaeddin Özdenören’i kaybettik. Aslında beklediğimiz, mukadder bir sonuçtu, hastalığı onu gösteriyordu. Ama yine de insan kabullenemiyor. Büyük ölümler kendisi kadar boşluk bırakıyor arkalarında. Bu yüzden bizi de arkalarından çekiyorlar. Alaeddin Abi böyle biriydi. Çünkü efsanemizin büyük fotoğraflarındandı. Eksildik.

25.05.1983

Necip Fazıl Kısakürek aramızdan ayrıldı. 19 radyo haberinden duydum. Çok üzüldüm. Yolda Kırıkkale’ye dönüyordum. Otobüsün camlarından dışarı bakarken, zihnimize kazınmış dizelerini hatırlamaya çalıştım. Nedense hep onunla ilgili anekdotlar kalmış aklımda. Demek koca çınar aramızdan ayrıldı. Necip Fazıl bizden çok, bizden bir önceki kuşağın asıl besleyicisiydi. Biz ağırlıklı olarak Sezai Karakoç’tan beslendik. Dünyayı, sanatı, olayları Sezai Karakoç’un penceresinden yorumladık.

Necip Fazıl, şiirden öyküye, romandan tiyatro oyununa, düşünce yazılarından tarih ve tasavvuf yazılarına kadar pek çok tür ve alanda eserler vermiş bir sanatçı, düşünce adamıydı. Bu yazarlık serüveninde kendine bir “dava adamı” pozisyonu çizmiş, bu yüzden de eksik gördüğü her alana koşmuş, ürünler vermiş, düşünceler üretmişti. Şiire, tiyatroya, romana tümüyle bu perspektiften bakmıştı. Hep gündemde olmuş bir aksiyon adamıydı.

Necip Fazıl ile aynı dönemde yaşamış olmamıza rağmen bir kez bile karşılaşmamış olmak büyük eksiklik. Konferans için Kırıkkale’ye, bir sinemaya gelmişti. O kadar kalabalıktı ki girememiştim. Daha sonra onunla görüşmek, tanışmak için İstanbul’a yola çıkmış ama 12 Eylül darbesi olduğu için yarı yoldan Bursa’dan döndürülmüştüm.

Nasip değilmiş.

Şimdi de cenazeye yetişmem imkansız.

10.06.1987

Yolda karşılaştığımız Ahmet Çiğdem, “TRT müfettişlik sınavının mülakatı ne oldu?” dedi. Hiç duymak istemediğim bir soruydu. Moralim bozuk, “Kazanamadım,” dedim. Ahmet hiç eğip bükmeden tam da içimdekini söyledi: “Üzülme demeyeceğim, üzül, çünkü senin için önemliydi.” Haklıydı ama belki teselli etmeliydi. Günlerdir bu sınavı nasıl kaybettiğimi düşünüyorum. Sözlü son derece başarılıydı. Demek ki duyduklarım doğruymuş, liste hazırmış. Bu sınava kader demek daha doğru. Yazılıyı kazandıktan sonra mülakat için referans aramıştım. Önce DPT’de daire başkanı olan Beşir Atalay ile konuşmuş ama TRT’de tanıdığı olmadığını, Erzurum Bölge Müdürü’nü tanıdığını, ona da söylediğini iletmişti. Asıl Nabi Avcı duymuş, görüştük. “Etkili bir daire başkanını tanıyorum ama bu telefonla olmaz, bizzat yanına gitmeliyim,” demişti. Ama sınav öncesi Cahit Zarifoğlu’nu kaybettik. İstanbul’a cenazeye gidildiği ve Nabi Avcı da İstanbul’a gittiği için görüşme gerçekleşmemişti. Dolayısıyla kader demek en doğrusu.

Ahmet’ten ayrıldıktan sonra Gençlik Parkı’na kadar yürüdüm. Semaver söyleyip kitap okudum. Zarifoğlu bunu duysa üzülürdü, eminim. Akşam gazeteye uğradım. Zaman gazetesi kültür sanat sayfası yönetmeni Kemal Karabulut, “Cahit Abi ile ilgili bir sayfa yapıyoruz bu gece eve gitmek yok,” dedi. “Şurda otur, Cahit Zarifoğlu ile ilgili yazını yaz.”

Bütün bunlar kader değilse ne?

26.06.2003

Alaeddin Özdenören’i kaybettik. Aslında beklediğimiz, mukadder bir sonuçtu, hastalığı onu gösteriyordu. Ama yine de insan kabullenemiyor. Büyük ölümler kendisi kadar boşluk bırakıyor arkalarında. Bu yüzden bizi de arkalarından çekiyorlar. Alaeddin Abi böyle biriydi. Çünkü efsanemizin büyük fotoğraflarındandı. Eksildik. Büyük bir duvar yıkılmış gibi. Bugün kitaplarını önüme aldım, rastgele karıştırmaya başladım. Ah Alaeddin Abi, rüzgar saçlı abimiz.

Rasim Özdenören ile Alaeddin Özdenören ikiz oldukları halde onları birlikte görmek pek mümkün olmazdı. Nedense onları pek az birlikte gördüm. Bir gün Rasim Bey ile evine doğru yürürken dedi ki, “Felsefe konusunda hakkı yenmiş kişilerden biri kardeşim Alaeddin’dir. Müthiş derinlikli yaklaşımları vardır.” O günden sonra Alaeddin Abi’yi daha dikkatli okumuştum. Kırık dökük farklı yerlerde karşılaşırdık. Pek ortalıkta gözükmez, bizden farklı mekanları seçerdi. Ama şiirleri bizde efsaneydi. “Ah Bebem, Rüzgar Saçlı Bebem”, “Gülüm Gülüm”, “Kerem’e Ağıt” dilimizden düşmezdi.

1987’de Rasim Bey ile söyleşi yapmış aynı soruları bir de Erdem Bayazıt ve Alaeddin Özdenören’e sormak istemiştim. Alaeddin Abi’yle haberleştik, sanırım Bahçeli’de onun evinde buluştuk. Ama ilginç bir görüntüyle karşılaşmıştım. Ev bomboştu. Kendisi de o bomboş evde beni bekliyordu. Durumu anlattı. Taşınıyormuş, son eşyalarmış bunlar. Sonunda söyleşiyi yapamadık, “Soruları bana bırak cevaplar seni bulurum,” dedi. Daha sonra defalarca aramama rağmen söyleşiyi gerçekleştiremedik. Çocuğu Kerem’i trafik kazasında kaybetmesinin ardından sarsılmıştı. Belki de bu yüzden evden taşınıyordu.

Aile Araştırma Kurumu’na geçtiğimde çektireceğimiz bir film senaryosu ararken Rasim Bey ile birkaç kez görüşmüş, kayıp bir romanından söz etmiş ama onu yeniden yazmasının mümkün olamayacağını söyleyerek niçin Alaeddin’e sormuyorsun, demişti. Ben de Alaeddin Abi’yle görüştüm ve böyle bir senaryoya ihtiyacımız var, dedim. Ama bir süre sonra kendisinin yapamayacağını ama bir arkadaşının senaryosunun olduğunu söyledi. Ne var ki arkadaşının senaryosu çok kötüydü.

İade ederken kendisine gönderdiğim arkadaş yanıma geldi, o gerçekten Alaeddin Özdenören miydi dedi. Daha sonra Kültür Bakanlığı müşavirliğinden emekli oldu. Emekli parasıyla Balıkesir’den bir ev aldı. Oraya yerleşti. Bana bu sürgün gibi geldi. Âdeta Ankara’dan uzaklaşmıştı. Orada Cemal Şakar olduğu için Balıkesir’e gittiğimde ona da uğrardım. Son görüşmelerimizden birinde hâlâ bir yayınevi arıyordu. Ben de ona aracı olacağımı söyledim. Ama çok dramatik bir durumdu. O yaşta, o kalitedeki biri hâlâ yayın sorunu yaşıyordu. Alaeddin Özdenören, Mavera çevresinde, hayatın fazla örselediği, fazla dağıttığı isimlerden biriydi.

Balıkesir’deki buluşmalarımızdan birinde kahkahalarla nasıl televizyona çıktığını anlatıyordu. Evi girişte olduğu için her yağmurda evini su basıyormuş. Yine evini suyun bastığı bir gün evi temizlerken, birden karşısında kameraları görmüş, kahkahalarda o anı anlatmıştı. Alaeddin Özdenören’in hüzünlü, sarsılmış, dağınık bir görüntüsü vardı. Belki dalgın demek daha doğru. Yaşanan ânı fazla ciddiye almazdı. Tadına doyulmaz bir sohbet adamıydı. Hüzünle neşe arasında müthiş geçişler yapardı. Sert, kızgın bir olayı anlatırken birden gülmeye başlayabiliyordu.

Öyle gülen az insan gördüm. Neredeyse bütün uzvuyla, yüzüyle, gözleriyle gülen biriydi. Konuşurken size değil uzaklara bakar gibi konuşurdu. Gözlerini hep kan çanağı hatırlıyorum. Ağlamış da yanınıza gelmiş gibi. Necip Fazıl, Sezai Karakoç, Nuri Pakdil, Cahit Zarifoğlu ile ilgili pek çok anı anlatmıştı bana. Sanki tüm bunları bana emanet ediyor gibiydi. Nedense bana dönüp zaman zaman “Necip bunları ben ölünce yaz, tamam mı?” derdi. Benden başka kimseye anlatmamış gibi özel bir durum yaratırdı. Hayır Alaeddin Abi, onları hiçbir zaman yazmayacağım.

Rahmetle…