Oğavili İka
Ormanın derinliklerinde yaşayan Oğavi kabilesindenim. Bir köyümü bir de ailemi bilirim. Bir de yakın zamanda köyümüze yolu düşmüş, nabamızın yanındaki boş nabaya yerleşmiş, beni kollarımdan tutup bahçesine çeken Samut’u.
Adım atamıyordum, içimdeki çığlığı dışarı bırakamıyordum. Kurumuş kan kokusu, geceleri içine sığındığımız nabamızın girişinden sızdı geldi burnuma. Kollarımdan tutup nabasının bahçesine çekti beni. Genzime saplanıp kalan kötü koku gitti. Temiz havayla buluşunca burnum, derin bir nefes aldım. Son kez nabama baktım, babamın onun içindeyken nefesimiz yenilensin diye açtığı deliklerine, bambulardan ördüğü direklerine. Babam, annem ve iki kız kardeşimin kokusunu, esen hafif rüzgârla son kez duydum. Artık ben de öç alacaklar listesindeydim. Listeyi sadece öç alacaklar bilirdi, dağın bir tepeciğine yaslı nabasında yaşayan kan emici değil. İntikam sesini ben de duyuyordum, Kiriko değil.
Ormanın derinliklerinde yaşayan Oğavi kabilesindenim. Bir köyümü bir de ailemi bilirim. Bir de yakın zamanda köyümüze yolu düşmüş, nabamızın yanındaki boş nabaya yerleşmiş, beni kollarımdan tutup bahçesine çeken Samut’u. Onun hakkında pek bir şey bilmem. O da bilinmek istemedi zaten. Yolcu olduğumu, oradan oraya gezdiğimi bilin yeter, demişti. 40 yaşlarında olduğunu babamdan duymuştum. Benim 15 yaşımdan ne çok demiştim.
Ben biraz daha küçükken babam, Kiriko için çalışmaya başlamıştı. Dolunay göründüğünde yola çıkar, son hilal göründüğünde dönerdi. Ne iş yaptığını bir annem bir de kendisi bilirdi. Ben ve kardeşlerimse, babam gittiğinde ardından dua etmeyi bilirdik. Yıllarca duaları dilimizden eksik etmedik. Kiriko da babamdan tokadını eksik etmedi, hele de son zamanlarda.
Samut göçebe olduğunu söyleyerek gelmişti kabilemize. Kabile büyüklerinden bir süre köyümüzde kalma izni almıştı. Yolcuyum biraz soluklanıp gideceğim demişti. Samut çok iyi kullandığı yay ve okuyla avladığı geyiklerle birkaç kez kabileyi mutlu etmişti. En çok da Kiriko’yu. Ama Kiriko’nun onun avladığı geyikle verdiği şölene gelmemişti. İnsanlardan uzak yaşardı Samut. Bazen babama uğrardı. Kabilemizde yaşayanları sorar, kendi geldiği yer sorulunca lafı bir şekilde değiştirirdi. Çok merak ederdim köyü neredeydi, ama soramazdım. Saç ve sakalları arasında kalmış gözleriyle öyle keskin bakardı ki, onu görünce ister istemez bir iki adım geri atardım. Sonra yavaş yavaş bakışlarına ve kalın sesine alışır, onunla babamı dinlerdim.
Kiriko olarak bilinirdi kabile başımız. Babası aniden ölünce yerine geçmişti. Kabile büyükleri her ne kadar baş olmak için uygun olmadığını söylese de tek erkek çocuktu. Yeni reis artık oydu. Yedi kış evvel soğuklar başladığında kabilenin karşısına çıkmış, reislik yemini etmiş, bizlere de kendini tanıtmıştı. Sanki bilmezdik ne ifrit olduğunu. Kabile arasında gezerken bazı kızları seçmiş, nabasının bahçesine götürülmelerini emretmişti. Tabii kimse gık diyememişti. Bize yaklaştığında babam beni arkasına aldı. Kiriko babamı eliyle kenara itip, saçlarımı okşadı. Elini çenemin ucundaki gamzeme götürerek gülümsememi istedi. Babama baktım, gözlerindeki korkuyu gördüm ve istemeyerek gülümsedim. “Üç beş yıla çok hoş olursun,” dedi. Adamlarına, babamın artık avcılardan olacağını, bu yüzden nabasının yanındaki buluşma meydanına götürmelerini emretti. Babamın dudakları bir ileri bir geriydi, muhtemelen içinden lanet okudu.
Babam ava gidip geldiğinde, vücudu yara bere içinde olurdu. Vücuduna saplanan okların yaralarını annem temizlerdi. Biz de nabamızın önünde beklerdik. Annem artık taş gibi olmuştu bu işi yaparken. Son zamanlarda ne çok derin yara temizlemişti. Sessiz çığlıklar atan diğer avcıların aileleri gibiydik, darmadağın, isyan dolu. Babam ve arkadaşlarının iyileşmeyen yaralarının çaresi belliydi, ama Kiriko’ya karşı adım atmak zor işti.
Babam bir yolculuktan erken dönmüştü. Son hilal daha görünmemişti. Aldığı darbelerin hem acısına dayanamamış, hem de kan emici olmaktan bıktığını söylemişti anneme. Dere kenarında yetişen, güzel kokulu mor çiçekli bitkiden toplamaya gönderdi annem beni. Dere boyunca dolaştım, babam için toplayabildiğim kadar güzel kokulu, mor çiçekli bitki topladım. Koşarak nabamıza geldim, içeriden gelen çığlıkları duyunca adımlarımı yavaşlattım. Nabamızın küçük deliğinden içeri bakınca, boğazlanan annemi ve kardeşlerimi gördüm. Babam bu sefer sesli bir şekilde lanet okuyordu Kiriko’nun adamlarına. Kurumaya başlayan kötü kan kokusunu o zaman duydum. Dizlerimin bağı çözüldü, olduğum yere oturdum kaldım. Bu esnada kollarımdan tutup, bahçesine çekti beni Samut, “Sessiz ol İka, yoksa akıbetin farklı olmayacak,” dedi.
Nabamı ve ölmüş ailemi bırakıp Samut’un peşine takıldım. Her ne kadar beni istemese de onunla birlikte ormanın içine daldım. Birkaç gün ormanda ilerledikten ve onun avcılığını izledikten sonra Samut’tan yardım istedim. “Senin gibi tek okla geyiği yere sermek istiyorum Samut.” Gözlerini gördüm, gözlerinin içindeki sorguyu. Geyik avlamama gerek olmadığını, gelecekteki eşimin benim için avlayacağını söyledi. Zaten geyik avlamayacağım, diyemedim. Çok ısrar ettim, neden bunu istediğimi öğrenmek için o da çok ısrar etti. Ormanda ilerlediğimiz bir gün sadece “Kiriko” dedim. “Anlamıştım” dedi. Kan kokusu burnumdan gitmiyordu, kafası bedeninden ayrılmış ailem de gözlerimin önünden... İçimden geçenleri anlattım Samut’a. Bu hissi bildiğini ve bana yardım edeceğini söyledi. Ama işimiz bittiğinde peşini bırakmamı istedi. Biliyordum uzaklara gitmek istediğini.
O dev gibiydi ben de yanında cüce. Oku ve yayı sağlam tutardı, ben ise sallanarak, yay ağırdı. Bana okun nasıl tutulacağını gösterdi. Elimden tutup oku nasıl kavrayacağımı anlattı. Bana dokununca içimde ılık bir his uyandı, ağır ve o yaklaştıkça baş döndürücü, iç gıdıklayıcı. Bir akşam yay tutma ve ok atmada çok hızlı ilerlediğimi, kısa sürede köye dönüş yoluna düşebileceğimizi söyledi. Yolun sonu görünmeye başladı. Ne yol, ne de yolculuk bitmesin istiyordum. O da tam tersini.
“İşimi bitirdikten sonra kalacak yere ihtiyacım var, belki de birine Samut.”
“O ben değilim.”
Ertesi gün artık bu işi yapabileceğimi söyledi, yanımda olacağını ve gerektiğinde de müdahale edeceğini. Benden çabuk kurtulmak istiyordu belki. Ne olursa olsun peşini bırakmayacak, saklansa yerini bulacaktım. Onca gün yanımızdaki nabada yaşayıp babamla konuştuklarında, dişlerini dahi görmediğim Samut’un gülümsediğini görmüştüm. Gülümseyip gözlerimin içine bakıp kaldığını. Sonra hızlıca başını öteye çevirdiğini, terlediğini ve dayanamayıp kalkıp gittiğini. Benim yolum artık Samut’un peşinden gitmekti.
Köyümü önüne alan dağın tepeciğine çıktık. Kiriko’nun adamları avdan gelen yaralı ve ölü köylüleri meydana taşıyordu. Ölüler buluşma meydanında yakılacak, yaralılar ailelerinin bakımına verilecekti. Kiriko da yeni kızlarıyla nabasına girecekti. Samut’la bu sahneyi görünce birbirimize baktık. Geceyi orada bekleyeceğimizi ve köyümü gözetleyeceğimizi söyledi. Geceyi bekledik, yanında durdum, hatta ona sokuldum. Bu sefer beni itmedi. Bana iyi bir avcı olmanın hünerlerini tekrar anlattı. Bir işi hallettiğinde iz bırakmamanın önemli olduğunu, ciğerin ve kalbin tam ortasına tek seferde nasıl ok atılacağını anlattı. Düşündüm, ok sadece ağaç dalından mı yapılırdı?
Gece oldu. “Sen beni burada bekle. Meydandaki ateşe attığım toz kırmızı alev püskürtürse buradan uzaklaş, yeşil püskürtürse hemen Kiriko’nun nabasının önüne gel. Avın seni bekliyor olacak. Ama ne zaman ki sana el sallarsam, ormanda konakladığımız yere git, altında oturduğumuz uzun ağacı arkana al ve küçük dere büyüğüyle buluşuncaya kadar yürü. Birleştikleri yerde bir kaya olacak. Kayanın yosun tutmuş yanını arkana al, yönünü değiştirmeden ilerle. Köyüm ve arkadaşlarım seni bekliyor olacak. Köyde seni karşılayanlara bunu ver” dedi. Boynundan ucunda kaplan dişi olan iki kolyeyi çıkarıp bana taktı. “Ama.” “Söz ver İka, yoksa başaramayız.” “Söz Samut.”
Korkumu hissettirmediğimi sanıyordum. Yanılmışım, iliklerine kadar hissetmiş. Çünkü ilk kez alnıma düşen perçemlerimi sağa sola çekerek öptü, babam gibi. Hayır, sevdiğim erkek gibi, beni seven bir erkek gibi. “Korkma İka” dedi. Sesindeki yumuşaklıktan sevgi kokusu aldım. Burnumdan gitmeyen kan kokusu kenara çekildi, mor çiçekli bitki kokusu geldi, yerleşti sanki. Korkuyla beklediğim gecenin içinde yürümeye başladı Samut. Köyün yanında akıp giden derenin kıyısına vardı. Akan suya girdi, suyun diğer yakasından çıkana kadar görünmedi. Bu kadar uzun süre nefesini tutabildiğini bilmiyordum. Yeşil tozu hiç atmayacağını, yayını boynuna geçirip oklarının sivriliğini ağzına götürüp, diline sürüp ölçmesinden anladım. Dili kanamıştı anında, yutkunmasından anladım. Hızla ağzına dolan kanı, hızla yutmuştu.
Samut orada, ben tepecikte beklemeye başladık. Gece nasıl uzundu, nasıl karanlıktı. Çalıların arkasından hiç çıkmadım, Kiriko’nun çığlığını duyana kadar. Yavaşça başımı kaldırdım. Köy aydınlanmıştı. Kiriko’nun nabasındaki kadınlar feryatlar atarak dışarı çıktı. Samut, Kiriko’nun boynunu bir eliyle sıkmış, diğer eliyle de hançerini tutmuş bir şekilde göründü. Aslında hançeri yavaş yavaş Kiriko’nun şah damarına sokuyordu. Birden indirecek ve işini bitirecekti. Öyle öğretmişti. Yeşil tozu ateşe fırlatacak, yaydan oku Kiriko’nun kalbine atmamı isteyecek diye yine de bekledim. Böyle bir şey olmadı. Samut sıkıca tuttuğu Kiriko’yla etrafında dönmeye başladı, bir yandan da bağırarak bir şeyler söylüyordu. Kiriko da sanki yalvarıyordu.
Tüm adamları ellerindeki keskin aletlerini yere bıraktı. Yaralı ve ölü köylülerin aileleri yerdeki aletlerden aldı, Kiriko’nun adamlarına doğru tuttu. Herkesin onlardan bezdiği yüzlerinden okunuyordu. Samut döndü döndü, sonra önü bana doğru çevrili olunca durdu. Elindeki hançeri Kiriko’nun boynuna soktu. Ellerini havaya kaldırdı. Yere düşen Kiriko bir iki kez yerde titredi ve canını verdi. Öcümün alınmış olmasının verdiği mutlulukla Samut’a gülümsedim. Bilmiyorum gördü mü, bunu ona hiç soramadım. Kiriko’nun adamlarından birinin yerden hızla aldığı hançerin kurbanı olmuştu. Hançer boğazına değdiğinde el salladı. Gülümsemem yarım kaldı, gözlerimdeki yaşlar ise şelale gibi aktı.
Ölümü görmüştüm yeterince, ömrümün sonuna kadar bu bana yeterdi. Orman bana vermesi gerekeni vermişti. Yollarını, Samut’un tarif ettiği yolları. Yüreğimdeki sıcaklığın adı Samut, dilimde Samut. Yeni köyüm Samut’un obası, köy reisinin oğlu Samut’un. Elimdeki iki kolyeyi gösterince, beni hemen Samut’un nabasına aldılar. Hastalandım, günlerce Samut’un yatağından kalkamadım. Burada Samut’u hatırlatacak o kadar çok şey vardı ki. Ok, yay, hançer, avlanmış hayvanların postu, geyik boynuzu. Yanlarına iki de kaplan dişi eklendi. Samut’un ölümüyle yalnız kalmıştım, artık tektim. Samut’un gülümsemesi geliyordu gözlerimin önüne. Güzel kızsın İka ama ben beklediğin değilim, diyen sesini işitiyordum hep. Her baktığım yerde onu görüyordum, onu öldüğü yerde...
- Heidegger, “insanlar için hakikatin vuku bulmasında sanat hâlâ daha asli ve zorunlu bir mecra mı?” diye soruyor. Bu tespiti bana yıllar önce halk ekmek bayisindeki abi sipariş verdiğim ekmeği uzatırken elimdeki Varlık ve Zaman’ı görünce yapmıştı:
- “Okumakla adam olunmuyor artık, bırak bu işleri, ekmeğinin derdinde ol”
- Ben ekmek uzatırken, “ekmeğinin derdinde olmak” vurgusu yapmasındaki şairaneliğe takılmış kalmıştım. Aklım bir karış havadaysa demek. Halbuki “dert” de Heidegger’in en önemli kavramlarından biridir değil mi? Henüz okumamıştım.
- Okumuş olsaydım şöyle derdim: “Dert ediyorum, öyleyse varım abi” (bilen bilir, Heidegger’in mottosunun bu olduğunu söylerler) ve eklerdim; “abi para üstünü eksik vermişsin.” Çünkü eksik vermişti. Hala 25 kuruş alacağım var. (A.E.)