O itler
Kasketi güneşten solmuş ve gömleği sararmıştı. Bunları düşündükçe yeniden sinirleniyor ve söyleniyordu. "O itleri ne yapıp ne edip yollayacağım buradan." dedi. Durdu, aşağı yoldan bir araba tozu kaldırarak köye doğru gidiyordu. Yine ilçeden geliyor olmalıydılar. İşini hızlıca bitirip yanlarına gitmek için bir solukta vardı tepeye.
Vadiye tırmandı. Batmak üzere olan güneş son demleriyle terletiyordu. Cebinden mendili çıkarıp alnını ve ensesini sildi. Hiçbir kuru yanı kalmamıştı bez parçasının. Söylenerek cebine tıktı. Kazma ve küreği koyduğu yerden alıp devam etti. Bu vakitlerde böylesine sıcak olacak şey değildi. Allah'ın cezasıydı bu. Her sabahı ve akşamı serinlik, göğü hep yağmur olan bu küçük köyün şimdi kavruluyor olması şu ilerideki tepede işlenen günahtandı. Söverek devam etti yaşlı adam. Belinden düşen şalvarın lastiğini iyice sıktığı için zor nefes alıyordu. Kasketi güneşten solmuş ve gömleği sararmıştı. Bunları düşündükçe yeniden sinirleniyor ve söyleniyordu. "O itleri ne yapıp ne edip yollayacağım buradan." dedi. Durdu, aşağı yoldan bir araba tozu kaldırarak köye doğru gidiyordu. Yine ilçeden geliyor olmalıydılar. İşini hızlıca bitirip yanlarına gitmek için bir solukta vardı tepeye. Kazmayı iki eliyle kavradı. Yere her vuruşunda akbabanın sesi toprağa karışıyordu. Daha binanın önündeyken duyuluyordu sesler. Kapıyı çalmadan girdi içeri.
Muhtar masasında, ilçeden gelen misafirler koltuklarında, iki delikanlı da ayaktaydı. Bir anlık şaşkınlıktan sonra gülümsediler. Muhtar sevecen sesi ve sağa sola kıvrılan vücuduyla ihtiyara yöneldi. Misafirlere dönüp "İşte benim emmim." dedi. Adamlar mütebessim şekilde hâl hatır sordu. Ayaktaki delikanlılara ters ters bakan yaşlı adam muhtarın çekiştirmesiyle oturdu koltuğa. Onlardan gözünü ayırmadan ilçeden gelenlere: "Cinayet için geldiniz yine değil mi?" dedi. Adamlar şaşırıp muhtara döndü. İhtiyar bir cevap beklemeden devam etti: "Ah, ben anlatacağım aslında. Şu hale bak, köyde su azaldı, erzak da bitecek. Yakında kuruyup gideceğiz burada." Aralıksız konuşan yaşlıyı bir bardak suyla susturdu yeğeni. Sonra sözü alıp köy okuluna getirdi. Yaşlı adam su bardağını sertçe masaya vurup. "Gidiyorum ben." dedi. Kapıdan girerken yaşanan şaşkınlık, çıkarken de yaşanıyordu. Kahveyi geçip meydana indi, toprak yoldaki taşlara vurarak, kimsenin selamını almadan yürüdü eve. Homurdanarak açtı kapıyı. Lastik ayakkabılarını terliklerin üstüne fırlatıp mutfağa geçti.
Tahtalardan çakılmış sandalyesini çekerken kenarındaki koyu lekeye takıldı gözü. Bu lekeyi her görüşünde kulaklarında uğultu beliriyor ve vücudu yanıyordu. Sürahiye uzandı. Bardağı doldururken, sürahinin kapağını ne zaman kırdığını düşündü. Hatırlayamadı. Tıpkı lekenin nedenini hatırlayamadığı gibi. En iyisi düşünmemekti. Muhtarlıkta yaşananlara döndü yeniden. Konuşmadığı için pişman olmuştu. Her şeyi anlatıp kurtulacaktı o itlerden. Bardağı eline aldı, içmeden geri bıraktı. Ölen genci düşündü. Çatık kaşları düzeldi, buruşuk etleri toparlandı, yüzü aydınlandı ihtiyarın. "Adı neydi?" dedi kendi kendine. Bir türlü hatırlayamadı. Masadaki bardağı öylece bırakıp kulağındaki uğultuyla odasına geçti. Ne olursa olsun yarın o itleri köyden kovacaktı. Tek düşünmesi gereken buydu. Sabah gün doğmadan uyandı. Yatakta güneşin ışıklarını beklemeye koyuldu. İçinde yaşına nispeten hoş bir kıpırtı vardı. Buruşuk ellerini pencereye doğru uzatıp seyrederken nasır tutmuş parmakları gözlerine yabancı geldi. Neden bu hâldeydiler ki.
- Onca yıl bakkallıktan başka bir şey yapmayan bu adamın elleri nasıl bu kadar sertleşirdi. Ellerini düşünürken penceresinden süzülmeye başlayan güneş gözlerine dokundu. Bazı günler cehennem habercisi olan ışık bugün huzur veriyordu. Bu huzurla yeni bir uykuya daldı ihtiyar. Tekrar uyanınca ağır aksak çıktı yataktan. Güneşe bakılırsa bir iki saat daha uyumuş olmalıydı. Gıcırdayan dolabını açtı. Askılıkta kendisine bakan gömleği aldı eline. Bu koyu renkli kareli gömlek üç gömleğinden en yenisiydi. Düğmelerini ilikler iliklemez sandığın üstündeki bol şalvara uzandı. Başına da bir kasket takıp mutfağa geçti. Kuru ekmeği tavaya parçalayıp üstüne yumurta kırdı. Yumurta ve ekmeği iyice pişirdikten sonra masada duran su bardağının yanına koydu. Sandalyesine geçip ne zaman doldurduğunu hatırlayamadığı sudan bir yudum aldı. Ilımış ve bulanmış suyu tükürüp, bardağı yeniden doldurdu. Son damlasına kadar içip, soğuk ve taze suyun ağzında bıraktığı serinliğe şükretti. Evden çıkıp meydana doğru yola koyuldu.
Bastonunu keyifle yere vururken karşıdan gelen iki gence takıldı gözü. En son muhtarlıkta gördüğü delikanlılar gülümseyip selam verdi. Sonra mırıldanarak geçtiler yanından. Yüzü asılan ihtiyar durup arkalarından baktı. Birden önüne dönüp "O itlerle mi yiyeceksin parayı?" diye bağırdı boşluğa ve bastonunu fırlattı. "Siz göreceksiniz. Bugün kovduracağım sizi." diyerek geldiği yola geri döndü. "Sana vermem o parayı" diye mırıldanmaya devam ediyordu. Henüz gittiği yüz metreyi hızlıca geçtikten sonra eve vardı. Kömürlükten kazma ve küreği alıp tepeye gitmek üzere çıktı. Sabah serinlikle başlayan gün yaşlı adam ilerledikçe daha bir yakıcı oluyordu. Güneşin bu yaşlıya hiç acıması yoktu. Mendili cebinde bulamadığı için gömleğinin koluna sildi terini. Zar zor vardı tepeye. Soluklanmak için olduğu yere çömeldi. Başını göğe kaldırınca bulutların köye doğru süzüldüğünü gördü. Bu lanet olası tepe cayır cayır yanarken bulutların varlığına anlam veremedi. Bu da onların işiydi. Bulut gökteyken bile bir su damlası düşmüyordu toprağa.
Buradan bakınca her yer sarı, her yer çoraktı. Yaşlı adam doğrulup kazmayı yere vurdu. Bir daha vurdu, bir daha vurdu derken tepesinde gezinmeye başladı akbabalar. Leş toplayıcılarına dalmış bakarken uzaktan gelen koku burun deliklerinden süzüldü. Yağmurun ıslattığı toprağın kokusuydu bu. Aşağı baktı, köye sular inerken ayaklarını bastığı toprak kupkuruydu. Toprağı biraz kazdıktan sonra köye indi. Muhtarlığa gidecekti. Evet, yeğenine gidip artık onları burada görmeye katlanamadığını anlatacaktı. Ya o baksındı çaresine ya kendisi bakacaktı. Hızla girdi kapıdan. Muhtar sıçradı. "Bana bak vereceksin jandarmaya o itleri." diye kükremeye başladı ihtiyar. Yeğeni konuşmasının bitmesini bekliyor, asla ağzını açmıyordu. Yaşlı adamın kükremesi bitince, "Otur emmi." diyerek karşısına aldı amcasını "Bu havada nasıl bu kadar terledin? Dur sana bir bardak su vereyim." dedi.
İhtiyar su dolu bardağı eline alıp sertçe vurdu masaya. "Beni oyalayamayacaksın, öldüreceğim onları." diye bağırarak çıktı kapıdan. Eve varır varmaz mutfağa geçti. Zar zor çevirdiği musluktan kireç gibi su aktı önce. Bir bardak doldurdu. Nefes almadan içti. İçinin yanması hâlâ geçmemişti. Güneş tüm eve dolmuş, nefes aldırmıyordu. Boncuk boncuk terliyor, başına kadar suya batıyordu. Sendeleyerek çıktı mutfaktan. Koridorun sonundaki odaya girdi. Ağır bir kokusu vardı bu odanın. Perdeleri kapalı, kare desenli nevresimi toz kaplamıştı. Ahşap masanın üstünde duran birkaç kitaba sonra yanındaki fotoğrafa baktı. Çerçeveyi kollarıyla sarıp oturdu yatağa. Kavurucu sıcak içinden geliyordu. Dışarıya verdiği nefes bir duman gibi odaya yayılırken önce kesik kesik hıçkırmaya sonra gürültüyle ağlamaya başladı. Adını hatırlayamadığı ama sevgisini iliklerinde hissettiği bir adamdı çerçevedeki. "O katiller aldı onu." dedi. Ertesi gün ne olursa olsun onlardan kurtulacak, hem kendini hem de köyü huzura kavuşacaktı.
- Serin bir sabaha uyandı. Banyoya geçip küçük aynada yüzüne baktı. İhtiyarlıktan nohut kadar kalmış gözleri şişmişti. Baktığı her yanı su damlasının ardından görür gibiydi. Duşluğa girip sararmış perdeyi çekti. Tabureye oturdu ve uzun bekleyişten sonra gelen sıcak suyu leğene doldurdu. Tasla vücuduna dökerken hamur kıvamında kolları sallanıyor, su vücudunun kıvrımlarından kayıp gidiyordu. Banyosu bitince iki şalvarından temiz olanını, üzerine de krem rengi gömleğini giydi. Dün saatlerce yığılıp kaldığı odanın kapısını açıtı. Çerçevedeki delikanlı yüzünde buruk gülümsemeyle baktı babasına. Titremekten ayakta zor duran ihtiyar, kafasını sallayıp çıktı odadan. Yaşadıklarına rağmen bir sükûn çöktü içine. O delikanlının kim olduğunu biliyordu, bilmek gerçek bir acı veriyordu. Bu gerçeklik onu zinde tutuyor ve huzur veriyordu. Kederin getirdiği bir huzur. Ama asıl huzuru o katilleri öldürdüğünde yaşayacağına inanarak evin kapısını açtı. Kazma ve küreğiyle çıktı evden. Yaşlı bedeninin el verdiği en hızlı adımlarla kahveye doğru yol aldı.
O ikisini orada bulacağına emindi. Kimsenin selamını almadan bu sıcakta üstlerine giydikleri ceketlere şaşırarak vardı kahveye. Çınarın altındaki masada oturmuş, çay içiyordu aradıkları. Yanlarına kadar gidip başlarına dikilinceye kadar görmemişlerdi ihtiyarı. Üzerlerinde bir gölge belirince döndü ve toparlandı gençler. Yaşlı adam "Takılın peşime." dedi. Önce birbirlerine baktılar sonra Kahveci Ragıp'a. "Gelin diyorum size." diye kükreyince peşine takılıp tepeye doğru yol aldılar. İhtiyar en önde söylenerek yürüyordu. İki lafından biri aşağılık katiller demek ve yine içini yakan güneşe küfretmekti. Ardında bezgince yürüyen iki adam ağzını bile açmadı yol boyu. Ne yapacaklarını bilemiyorlardı. Tedirgindiler. Yaşlı adama acıdıkları her hâllerinden belliydi. Tepeye varıp da kazmayı yere vurunca, delikanlılardan biri ihtiyarın elini tutup karşısına geçti. Yavaşça çömelip, "Emmi, gel köye inelim." dedi. Diğerine nazaran daha cılız ve esmer olan gencin elleri yumuşacıktı. Dokununca oğlunun ellerini hatırladı ihtiyar. Tutup sürüklediği eller geldi gözünün önüne. İrkilip çocuğun avucundan çekti elini.
Kazmaya davranınca delikanlı oflayarak doğruldu ve arkadaşının yanına gitti. Olduğu yerde biraz dolanıp aşağı baktı. Muhtar, Kahveci Ragıp efendiyle gelirken ihtiyar kazmayı durmadan vuruyor, "Sizi gömeceğim buraya." diyordu. Gençlerden irice olanı çömelip sigara yaktı. Dumanı yaşlı adama doğru gidince dönüp bu sıcakta tüttürme şunu dedi. " Ne sıcağı emmi?" dedi delikanlı. Sırılsıklam olan ihtiyar zor nefes alıyordu. Öksürmeye başladı. Kazmayı bırakıp yere çömeldi. Gözlerini kapatınca yere düşen kül tablasını gördü, masadaki su bardağına uzanırken "Çok sıcak baba." diyordu bir ses. İrkildi ihtiyar. Kalkıp kazmayı aldı. Birkaç kere salladıktan sonra zihni tekrar bulanıklaştı. Elindeki tapuyu zorla çekiştiriyordu çerçevedeki adam. "Geber baba" diyerek havaya salladı küreği. Debelenirken su dolu sürahi yere düşmüş, kürek el değiştirmişti. Yaşlı adam art arda indirdiği darbelerden sonra titreyerek doğruldu. Kan ayaklarının kenarından sızıyordu. Yanan vücudu boşluk da sallanır gibiydi.
Yerde yatan oğlu gözünün önünden kaybolurken görünen tek şey parıldayan güneşti. Tekrar tepedeydi ihtiyar tıpkı o gün gibi alev alan vücudu titremeye başladı. Hâlâ rüya mı gerçek mi ayırt edemediği bir anda gidip geliyordu. Yere yığıldı. Cılız olan genç başını tutup titrek sesiyle birkaç kez "Emmi" dedi. İhtiyarın bütün vücudu titriyor "Siz öldürdünüz." diyordu. Muhtarla kahveci tepeye varmışlardı. Yanındaki sudan serptiler yüzüne. Yeğenine dönüp "Öldür onları" diye bağırdı ihtiyar. Muhtar çaresizce, "Onlar yapmadı." dedi. Dudaklarından parça parça dökülen bu cümle için hemen pişman olsa da çok geçti. Yaşlı adam gözlerini göğe dikmiş öylece kaldı. Kaskatı kesilmiş ve benzi sararmıştı. İhtiyarı çarşafa koyup bir ucundan tuttular. Onlar tepeden ayrılırken gökteki iki akbaba kazılı çukura indi. Yaşlı adam dökülen suyun üzerine yığılan oğlunu ve kavuran sıcağı hatırladı. Akbaba toprağı eşerken, oğlunu tepeye nasıl gömdüğünü hatırladı. Gözleri açık, nefes almıyor gibiydi.
Delikanlılara dönüp "Yarın unutur." dedi muhtar. İhtiyarın kulağına bir vızıltı gibi geldi ses. Boğazı kupkuruydu, kurak bir toprak gibi çatırdıyordu vücudu, biraz sonra ufalanıp kum olacak ve rüzgâra karışacaktı.