Nazar Ettik Nazariyâta
Geçtiğimiz ay, ilk basılışından neredeyse bir asır sonra N. Ahmet Özalp, Lisan ve Edebiyatımız Hakkında –Tahlil, Tenkid, Mukayese’yi sadeleştirerek Dil ve Edebiyatımız-Çözümleme, Eleştiri, Karşılaştırma başlığı altında Latin harfleriyle yayımladı. Özalp, eser ve yazarı hakkında kısaca bilgi verdiği “Sunuş” yazısında yazarın kimliği hakkında bilgi sahibi olmadığımızı belirtir.
Geçmişe dair bütün klişe ve önyargılarımızdan kurtularak bir asır evvel yazılmış bir metni elimize aldığımızda beklediğimizden çok daha fazlasıyla karşılaşabilir, umduğumuzdan farklı şeyler bulabiliriz. Edebiyat tarih(çi)lerinin bugüne kadar çok da ilgilenmediği, 20. asrın başlarında yazılmış pek çok edebiyat nazariyatı, estetik ve sanat konulu metinler de okuru şaşırtan ilgi ve dikkatlerle doludur.
19. yüzyıldan itibaren çeşitli oranlarda batılı kaynakların etkisiyle ortaya konan çok sayıda metin olmasına rağmen, ilk defa tam anlamıyla batı etkisinde eleştiri ve nazariyat metinlerinin Edebiyat-ı Cedide döneminde meydana getirildiği konusunda bir ittifak söz konusudur. Arkasından gelen Fecr-i Ati döneminin edebiyat nazariyatına bakışı da bütünüyle batılı kaynaklara yaslanır. Ancak, bu argüman için de bir şerh düşmek gerekir. Çünkü, bu dönemde bütünüyle batı etkisinde yazılan metinler olmakla birlikte halen önceki asrın alışkanlıklarını ve düşünce yapısını devam ettiren metinler de bulunmaktadır.
Cezmi Ertuğrul’un 1917 yılında Hukuk Matbaası tarafından basılan Lisan ve Edebiyatımız başlıklı metni de Fecr-i Ati döneminde sayıları artan edebiyat nazariyatına ilişkin yayınlara eklemlenebilir. Pek çok sebebin yanı sıra, bu metinlerin sayısındaki artışta dönemin idadilerinde verilen edebiyat ve estetik konulu derslerde okutulmak üzere çeşitli ders kitaplarına duyulan ihtiyacın da etkisi olduğu söylenebilir. Zira, bu metinlerin pek çoğu ders kitabı olarak düşünülmüş ve hatta bazıları yazarının verdiği dersler için tuttuğu notlardan oluşmuştur. Lisan ve Edebiyatımız da büyük bir ihtimalle yazarının liselerde okutulmak üzere hazırladığı bir ders kitabıdır.
Geçtiğimiz ay, ilk basılışından neredeyse bir asır sonra N. Ahmet Özalp, Lisan ve Edebiyatımız Hakkında –Tahlil, Tenkid, Mukayese’yi sadeleştirerek Dil ve Edebiyatımız-Çözümleme, Eleştiri, Karşılaştırma başlığı altında Latin harfleriyle yayımladı. Özalp, eser ve yazarı hakkında kısaca bilgi verdiği “Sunuş” yazısında yazarın kimliği hakkında bilgi sahibi olmadığımızı belirtir. Üstelik, yazar uzunca bir süre Agâh Sırrı Levend ve Cemil Meriç’İn yanlış tahminleri üzerine Namık Kemal’in torunu Mehmet Kemal Cezmi ile karıştırılmıştır. Dönemin çeşitli periyodiklerinde de Cezmi Ertuğrul ismine rastlanmamış olması, ayrıca yazara ait başka bir yayının da bulunmaması yazarın müstear isim kullanmış olabileceğini düşündürür. Bu tespit de bir tahminden öteye geçmez elbette.
Temelde milliyetçi hassasiyetler taşıyan yazar, eseri boyunca bilgi ve yorumlarında bu hassasiyetini öne çıkarır. Kendi döneminin kültürel ve siyasi ortamı düşünüldüğünde bu oldukça anlaşılabilirdir. Ancak yazar, kitabının hiçbir yerinde çiğ bir nasyonalizme düşmez. Mesela, Osmanlı edebiyatındaki Arap ve Fars etkilerini olağan karşılar ve Türklerin Arap ve Fars edebiyatından aldıkları form ve muhtevayı değiştirerek kendilerine mâl edebildiklerini belirtir. Dolayısıyla, bu etkiler onu rahatsız etmez, aksine edebiyatımız için zenginlik olarak değerlendirir. “Geçimişin Şairleri Millî İdiler” başlıklı ikinci bölüm, bu düşüncelerin örneklerle desteklenmesinden ibarettir. Fuzûlî, Nef’î, Nedîm, Şeyh Gâlib, Abdülhak Hâmid ve Tevfik Fikret eserlerindeki çeşitli şark ve garp etkilerine rağmen millîdirler, çünkü Arap, Fars ve batı edebiyatlarından aldıkları unsurları “millî bir renge boyamayı” başarmışlardır.
Cezmi Ertuğrul, benzer düşüncelerini, yalnızca edebiyatımız için değil Türkçe için de tekrarlar. “Milliyet Akımları Nasıl Başlıyor?” başlıklı üçüncü bölüm, “Hangi Akımlar Milliyet Akımlarını Doğuruyor?” başlıklı dördüncü bölüm ve Türkçe’nin imlâ ve üslûbunun tarihî seyrini ve 20. yüzyılın başlarındaki durumunu değerlendirdiği beşinci bölümlerin genel çerçevesini, diller arasındaki etkileşim ve kelime alışverişlerinin dillerin millî kimliklerine zarar vermediği düşüncesi oluşturur. Türkçe’nin, özellikle Arapça ve Farsça unsurlardan arındırılması gerektiği düşüncesinin hâkim olduğu bir devirde, İngilizce ve Fransızca gibi Latin kökenli dillerdeki “yabancı” unsurların oranlarını vererek bunların söz konusu dilleri zenginleştirdiğini ve millî özelliklerini bozmadığını ileri sürmesi önemlidir.
Yazarın bu yaklaşımı geçmişin, bize bugünden göründüğü kadar siyah-beyaz olmadığını, aksine her rengin her devirde çeşitli oranlarda temsil edildiğini düşündürmelidir. Dolayısıyla, 20. asrın başında ana akımların yanı sıra ara formların da aydınlar arasında çeşitli oranlarda temsil edildiği kabul edilmelidir. Bu kabul, bizi karşılaştığımız metinler karşısında daha objektif olmaya zorlar. Üstelik Cezmi Ertuğrul’un, kitabının “Giriş” kısmındaki sosyal bilimler ve özellikle tarih felsefesine dair düşüncelerinin pek çoğu bugün de geçerliliğini korur. Kendi çağdaşı batılı düşünürlerin çalışmalarını yakından takip etmiş olması, velev ki bu düşüncelerin bir kısmını kendi çağdaşı edebiyat konulu başka Türkçe metinlerden aktarmış olsun, yazara geniş bir bakış açısı kazandırmıştır. Bu metnin tek başına olmadığını bilmek ve özellikle İkinci Meşrutiyet döneminden itibaren yazılan birçok edebiyat, sanat ve estetik merkezli kitapta benzer içeriklerin tekrarlandığını göz önünde bulundurmak, bugünün okurlarına bir asır öncesi hakkındaki tekdüze ve basmakalıp bazı fikirlerini değiştirme fırsatı verecektir.
- Okuduğunuz öykü ve romanlarda güzel söz aramayın Allah aşkına. Bir hikmetli sözler antolojisi, aforizmalar kitabı alın; olsun bitsin bu iş. Biliyorum sosyal medya için lazım ama sonra yazarlar da sizden etkilenip aforizmalı öykü yazıyorlar. Yazarlarınızın ayarlarıyla oynamayın. Hikayeye odaklanın, lütfen. (AE)