Munzur Dağı Silelenmiş Garinen
Bir duanın kurbanı olacağımı nereden bilebilirdim. Söylesene. “Hayırlısı olsun” deyip geçsene. Ellerini, nedir kaldırıp da göğe. Çocuğu kundaklar gibi, sarıp sarmalayıp örtülerin içine, duayı da aynen ayetlerin içine öyle. Söylesene. Titreyen kalp, tanrıya en yakın kalptir bilsene.
Ahmet Karakuş’a ithafımdır.
Bir duanın kurbanı olacağımı nereden bilebilirdim.
Güneşin yere en rahat uykuda vurduğu zamanlardaydı. Rüzgâr, işi hiç olmamış bir aylağın dudakları arasında çıkan şen ıslık makamındaydı. İnsanları insanlara bağlayan bakış mı, gülücük mü, ağlayış mı, arzu mu, bunu düşündüğüm zamanlardaydı. Beni hayatta tutan, içimi ısıtan ve ışıtan o nazar mıydı? Kalp çarpıyorsa bu yüzden çarpardı işte. Erinç içte kabarırsa bu yüzden kabarırdı. Mut, hep kahkaha halinde gülen adamdı. Öylesine dillendirmiştim onu. Öylesine bir duaydı kalbimden kopup gelen. İçim harlıyken, daralmışken yüreğim, yağmurlu bir günken, damlacıklar buhurlu buhurlu göklerden inerlerken, ağzımdan çıkan sözlerin eşref saatine denk düşeceğini nereden bilebilirdim.
Altı sene acılı azap içinde kaldım. Altı sene, iflah olmaz biri olarak gezindim durdum bu şehirde. Altı sene bir hayalet gibi, ölmüş ve akması gereken öte dünyaya akamamış bir ruh gibi yol aldım durdum kör gecelerde. Sanki bir yumru boğazımda, altı sene hiç yutkunamadım. Gecenin bir sabahı olur, kardır yağar sonra da kalkar. Yağmur her daim yağmaz, bir soluk alır. Şimşeğin feri bir çakımlık kadar. Altı sene herkesin uyuduğu gece yarılarında gökte kayra kapılarını aradım durdum. Kurtuluşu varsa duanın etkisini geri almak. Kalpten kopan duayı, geldiği boşluğun kalbine geri göndermek. Derin maviye geri katmak onu. Nereden tirfillenip geldiyse, nereden koptuysa, nereden kalbime indiyse yeniden onu oraya eklemlemek. Dostlara bu yüzden “Dua ederken ne dediğinizi iyi bilin” diyorum. “Sonra biçili ekin gibi melül mahzun ortalıkta kalakalmayın.”
Her şeyin bir kaynağı olur ya. Ah o her nehrin kaynağını görme arzusu. Her şeyin bir kaynağı olur ya. Gözyaşının örneğin. Ya da hüznün. İnsan sonunda boynu bükük bir yaratık ve kördüğüm. Yanı başında gezdirdiği kalbin gahı büzüldüğü olur. Gahı nefes aldığı. Kalbin çağlayan gibi aktığı da olur, bir deli sarmaşık kalp göğe dek uzadığı da; bir kirpi gibi yumulup da kendi içine küçüldüğü, küçüldüğü, küçüldüğü de olur. Kanatlanıp uçtuğu da. Kalp kaynaktır. Dünyaya çarpan bir kalple ilerleriz. Kalp kaynaktır ve dünyada çarpıntısıyla nefesleniriz. Her şeyin bir kaynağı olur ya. Saraybosna’da, Bosna nehrinin örneğin. Bir kuğunun gezindiği yerdir bu kaynak. Birkaç yeşilbaşlı gövel ördek takip ederler bu kuğuyu. Nasıl da çağıldar Bosna dereleri. Fokurdayan zemin, sulak arazi. Nereye gitseniz hep su. Blagay gibi deli dolu çıkışı kaynağından. Buna nehri. Dumlu gibi Palandöken dağından alıp da nefesi.
Üç nehre kaynak olacaksa sessiz soluk, yolda dizilecek bir kervan gibi kabarmak, kabarmak, kabarmak. Her şeyin bir kaynağı olur ya. Oluşun da bir kaynağı vardır bildim. Her gün daha fecir sökmeden, ak iplik o kara iplikten gözlerini ovuşturarak ayrılmadan, bir fecir hali, meleklerin yeryüzünde günün defterlerini açtığı demler vardır. Duha. Belki de o yüzden o vakitlerde ayık olmamız talep edilir bizden. Oluş kendi göğünde bir gonca gül gibi baş verirken, “o müjdeli an” uyanık olmak da bir duadır diye geçirdim içimden. İnsan o anını gâfil avlanmadan geçirirse, uykunun sımsıcak kollarına teslim etmezse kendini, gözleri açık tetikte durursa sanki varlığının susuzluğunu gidereceği düşüncesine kapıldım bir an. İşte böyle vakitler vardır. Tüm bir senenin melekler indinde dökümünün yapıldığı akşam, bin aydan hayırlı gece, diğer günlerden daha kara bir göze sahip gün, vakt içinde de görünmeyen kayra anları vardır değerli okurum. Duamla işte ben de o değerli anı tutturmuşum.
Saçlarını rüzgâra yaslamış bir gelişi vardı hatırlarım Azra’nın. Gözlerinde umut. Daha ziyâde neyle karşılaşacağını bilememenin bir ışıltısı. Uzaktan görüyorum onu. Bir çınarın dibine oturmuşum, kitap okuyorum. Çınarların yaprakları kocaman. Hangi kitabın içine koysam, katlamadan, parçalamadan acaba sığar o kitabın içine diye düşünüyorum. Çınar yaprağından bir ayraç. Yemyeşil çim. Oturduğum yerde çimlerin sanki de büyüdüğünü hissediyorum. Kovuğun hemen yanı başında daha yeni baş vermiş mantarlar. Karıncaları takip ediyorum. Karıncalar, ne de aziz yaratıklar. Başlarını sağa sola vuruyorlar. Antenlerinin onları yönlendirdiği yere gidiyorlar. Bir uyum olduğu kesin aralarında. Erinmeden kendi sıkletlerinin misliyle şeyleri nasıl da yuvaya taşıyorlar. Kim ki yuvaya en büyük gıdayı getirdi, karınca cemaati olarak hep birlikte mutlu oluyorlar. Rüzgâr daha mı deli dolu esiyor ne?
İçimde kopan fırtına mıydı bilmiyorum. Azra’nın gelişini görüyorum uzaktan. Yaklaşıyor, yaklaşıyor, yaklaşıyor Azra. Kendi gelmeden daha, kalp çarpıntısı geliyor. Yüzünde bir kızarıklık. Yanakları sanki yasak elma, ta cennetten kalma. Elini uzatıyor bana. Gözlerinde bakıyorum denizin maviliğinden bir şeyler kalmış. Alın en utangacı gelip oturmuş da yanaklarına. Tanışmak istiyor benimle. Ellerimi nereye koyacağımı bilemiyorum. Azra yaslamış ya elini göğün en yumuşak karnına. Eli orada öylece kalakalıyor. Bir el gökte nasıl asılı kalıyor. Bir el göğün mavisine direniyor. Bir el diz kapaklarından vurulan zürafa nasıl ıhdırırsa acıyla aşağıya öyle iniveriyor. Bir el, son balta darbesini yemiş gür ağacın yerine sığmayan yapraklarıyla çığlık çığlığa, öyle devriliveriyor. Kalbin bir gediği varsa, gediği ona artık yetmiyor. Soluk almak ne mümkün. Görünmeyen bir el sanki boğazımı sıkıyor.
Uzun süre arkadaş olduk onunla. Başlangıçta tedirgin gezdik. Dışarıda göz var. Büyüyen gözler. Ne düşünürler sonra. Yürüyüşleri uzattık. Ben hep yola yakın ve solda. Kuşların öttüğü ağaçların altından geçtik. Ayakkabılarını çıkarıp çimlere uzanmış insanların yanından geçtik. Kelebekler kırılgan kanatlarıyla yol istediler bizden. Kırılgan kanatlı kelebeklere verilmiş yollardan geçtik. Piknik yapan ailelerin yanından. Gazeteyi masaya sermeye çalışan kadınla rüzgârın oyununda kim galip gelecek acaba? Çay içtik. Ben tavşankanı, o ise açık. Birlikte yemek yedik. Kitapları paylaştığımız da oldu. Hediyeler verdik birbirimize. Göz işte, bir şeylere alışıyor ya, her yerde gözlerim artık onu arar oldu.
Her insanın, açık yara olduğu söylenir ya, söylemek istediğim o değil; her insan insan teki olarak bir eksik ruh ya, Azra sanki de ruhumu tamamlayan bir varlıktı. Adem’den beri Havva Adem için neyse, Habil’e ya da Kabil’e İklima, Tristan’a Isolde, Ferhat’a Şirin, Mecnun’a Leyla ve Azra, Azra, Azra, Azra. Dünyaya onun için gelmişim sanki, sanki yara imişim de merhem oymuş gibi; kadim bir yaraymışım da beni cisimleştirecek oymuş gibi. Gözüme fer, halsiz ellerime güç, varlığıma anlam oymuş gibiydi. Rüyamda gelinlikle görmüştüm onu. Rüyamda süsenler, müge çiçekleri, beyaz orkideler, beyaz zambaklar arasında onu. Bana kalsa dünyanın en güzel kızıydı Azra. Bir gülücük ve göğü şarlatarak indirirdi kucağıma. Ağzında bir kıvrım Azra’nın ve dönsün derinliklerin tarif edilmez sonsuz bir gülistana.
İki kişi birbirini severse gönlün önüne hiç kimse geçemez. Yeter ki iki kişi de birbirleri için yaratıldığını düşünüyor olsunlar. Nikâhta keramet vardır sözü, evlilik işlerinin pek de uzatılmaması gerektiği düşüncesi, uzadıkça evlilik sürecinin şeytanın bir şekilde devreye girip akışı sekteye uğratacağı inanışı insanlar arasında dönüp duruyor. Bizde de, her ne kadar biz birbirimizi sevsek de işe ebeveynler karışınca aramızda soğukluk oluştu. İlişki dar alandan halka halka genişleyince, ilişkide sorunlar belirmeye başladı. Annem ve babamı beğenmediler. Aileler arası bir kan uyuşmazlığı oldu. Annesi babası, annem ve babamı kabul etmediler. Annem gariban her istediğini yaptı Azra’nın, gelin-kaynana düşmanlığını ortadan kaldıracak her şeyi denedi daha gelinlikler giyilmeden. Annem saygıyı elden bırakmadı büyük olmasına rağmen. Azra’ya kalsa gül gibi geçinirdik. Anne babası hep onu yoldan çıkardılar.
Bahtı pek yaver gitmeyen benim gibileri ne paklasın? Duran saatin bile günde iki kez doğruyu gösterdiği bir demde insanın bahtının bu kadar da kara oluşu, esefle şurada kayda geçirilsin. Bahtı kara biriyim ben. Şikâyetim mi var, hayır estağfurullah. Bağlanmayı şiar edindim de kendime. Yeryüzü insan gözüne devasa göründüğü için kalplerimizin dünyaya bağlılığı olur diye düşündüm. İnsan biraz yeryüzünden dışarı çıktı mı; taştı mı, açıldı mı sınırsız ötelere ve feleklere, kendi küçüklüğünü gördü mü, hiçbir derdinin olmayacağını düşündüm. Bir peygamberin bedeni yaradan güllük gülistan, felekleri düşündüm. Bir dert diş ağrısı gibi sizi uyutmayan, felekleri düşündüm. Vefat eden ve toprak olan birinin hep yanı başınızda olması durumu, hep felekleri düşündüm. O yüzden bahtımın karalığında da felekleri düşünmekten başka bir şey yapmayacağım. Kara baht feleklerin derinliğine yenilir.
Feleklerin derinliği kara bahtı siler süpürür. İnsan feleklerin derinliğine kapıldı mı yaradan açan gonca gülü, diş ağrısı gibi uyutmayan derdi, yanı başınızda olan ve artık vefat edeni düşünemez. Sadece ölen için geçerli değil bu, sevdiğiniz biri ve artık görüşemediğiniz biri için de bu geçerli. Görüşmeler azaldı. Kurak toprak suyu nasıl içine çekerse günde üç kez telefonlaştığımız bir aşk ilişkisinden bu telefonlaşmalar da azaldıkça azaldı. İki tarafta da “Ben değil de o telefon açsın” inatlaşması ile ilkin haftalar, sonra aylar, sonra altı aylar kadar uzun süre görüşemez olduk. Geriye umut belki de özel günlerdi. “Sevgililer gününde beni arayacak mı?”, “Doğum günümde telefonum çalacak mı?” sorusu yegâne umut olarak bende kalakaldı. Hiçbir telefon gelmedi bu günlerde. Telefondan ses seda kesildi gitti.
İnsan sevdiğini candan özlerse şehir topyekûn sevgili olur. Özlem içte kabarırsa parktaki gül Azra olur, trafik lambasının yeşili Azra, kırmızısı Azra olur; acı azalsın, dert unutulsun diye televizyonda izlediğin filmlerdeki kadınlar Azra olur, sabah aldığın ekmek Azra, zeytin Azra, aldığın nefes Azra olur. Görünen bir şeyin görünmesinden kaynaklı kalp ferahlığıyla görünmeyenin özlemle tütsülenen, hasretle buğulanan varlığı yokluğun ve belirsizliğin girdabına da bulandı mı ey okur buna kalp nasıl dayansın? Belirsizliğin, boşluğun, ne yapacağımı bilememenin, önümü görememenin sıkıntısıyla bir gün uzak diyarlara, Azra’nın yanına gitmeye karar verdim. Bir gece yarısı onun memleketine doğru hareket ettim. İnatlaşmayı bırakıp, omuzlarımı büküp, kanadı kırık bir kuş gibi önüne serilecektim. Af dileyecek, özür dileyecektim kendisinden. Görüşmeyeli çok uzun zaman olmuştu.
Yolculuk uzun sürdü. Çok yoruldum. Bir pansiyonda yer ayırdım. Valizi odaya öylesine attım. Kalbimde bir heyecan uzun zaman yaşamadığım. Yaşadığı yere vardım. Azra burada yaşıyor ya çimlere bakıyorum çimler daha bir yeşil. Gökler daha bir mavi Azra burada yaşıyor ya. Ağaçlarda yapraklar yeşilin en doymuş makamında, Azra burada yaşıyor ya. Varlığım mut ile dolu. “İyi yaptın da geldin” diyorum kendi kendime. Kendime güç veriyorum. Uzun süre uygun zamanı kolladım onunla konuşmak için. Uzun süre sonra da yolda onu yalnız yakaladım. Karşısına çıktım bir çiçekle. Süseni çok seviyordu. Sıcaktan yanakları al al olmuş bir süsenle. Bir yabancı gibi baktı bana. Gözlerindeki o nefreti hiçbir kelime yazmaya yüz bulamaz kendinde. Gözümü gözünden de uzaklaştırarak, gözlerine bakmaya cesaret edemedim.
Özür diledim. Af diledim. “Neden geldin?“ dedi bana. Tek dediği de buydu. “Neden geldin?” Sonra çekip gitti. Süsen elimden yere düştü. “Neden geldin?” uğultusuyla pansiyona kendimi zor attım. Üzerimde ne varsa çıkardım. Yanıyordum. Ateşler içindeydim. Sonrasını hatırlamıyorum. Bir ağlama. Hıçkırıklar. İçte bir baskı. Bir fırtına. Duvarlar sıkıştırıyor beni galiba. O sabahı nasıl ettim bilemedim. Kendimi oteldeki odanın tavanına dalgın dalgın bakarken yakaladım. Çekip çıkarıp da o dalgınlıktan kendimi, yola hazırlandım. Yola koyulup ertesi gün memleketime geri döndüm.
Bir duanın kurbanı olacağımı nereden bilebilirdim. Söylesene. “Hayırlısı olsun” deyip geçsene. Ellerini, nedir kaldırıp da göğe. Çocuğu kundaklar gibi, sarıp sarmalayıp örtülerin içine, duayı da aynen ayetlerin içine öyle. Söylesene. Titreyen kalp, tanrıya en yakın kalptir bilsene. Tanrının titreyen kalbin mesafesine mesafesi hiçtir, bilsene. Dua ederken. Bunları düşünsene. Bir duanın kurbanı olacağımı nereden bilebilirdim. Çalçene söylenen söz, sarf edilen soluk çalçene, neler getirir ah önümüze. Söylesene. Nereden bilebilirdim.
Üniversite kütüphanesinde rafları karıştırdığımda bir albüm geçti de elime. Yıllıkta Azra’nın fotoğrafı. Toprakta bir neşve olur, bir hareketlenme. Tohum patlar, kardelenin hararetiyle karların arasından bir çıkışı olur. Kalbimde bir tohum aynen öyle. Fotoğrafını çizmeye çalıştım aklıma. Fotoğrafı albümden koparamadığım için uzun uzun baktım ona. Zihnime nakşettim. Israr ettim. Onurum zedelendi. Gururum kırıldı. “Aşk ilişkisinde” dedim kendi kendime “onurun, gururun işi ne?.” “Boynunu bıçağa gözünü kırpmadan iten İsmail gibi, sevdiğine boynunu uzatıp kurban olmak gerekti.” Bir ay sonra da evlilik teklifi ettim. İzmir’deydi kendisi. İçimde sûreti büyüdükçe nefes alamaz oldum. Çok oldu kendimle yalnız kaldığımda, içimin yabanıl ormanlarında yalnız başıma gezdiğimde “İzmir’e git onu gör, göremezsen Azra’yı İzmir’i gezip gelirsin” dedim. Karanlıktı.
Otobüste Kerem ile Aslı’yı okuyordum. Adımı sizlere ey değerli okur lütfetmeyi unuttum, adım Ahmet olduğundan kendimle bir bağlantı da kurdum Kerem ile, onun da adı “Mirza Ahmet”ti zira. Ya Kara Sultan namıyla Aslı. Ah Azra. Aslı sensin. Gök maviliğini gözlerinden almış. Gece saçlarından almış karalığını. Kundağa sarılı bebekler gibi geceye sarılı yolcular. Orada işte. Gecenin insanları serin tülüyle bürüdüğü demlerde yolcusun ya, garipsin. Sahipsizsin. Bir yerlerden bir yerlere oluşun bir akışı var. Simurg’a uçuş gibi toplu bir uçuş, kalp çarpışı, gözün beklediği ve erimesini istediği o mesafe hususunda ortak bir arzu var. Yolcular kadar çarpan kalpler var. Allah’ın yolcuların duasını kabul ettiği bilinir. O gece anında herkesin yattığı sadece şoförün, muavinin ve benim uyanık olduğum zamanlarda bir dua ettim. “N’olur Rabbim” dedim “Keremin aşkından daha koyu bir aşkla beni yu.” Yorgun bir beden ve perişan bir ruhla İzmir’e, evlerinin önüne kadar kendimi zar zor sürükledim.
Tüm gün boyunca onunla konuşmak için nöbet tuttum kapılarının önünde. Fotoğraftaki peri, Aslım işte çıkıp gelmişti. Azra, o Kara Sultan. Ürkek bir ceylan edasıyla yaklaştım ona. Konuşma imkânı bulduk. Kaç saat gezdik ben de bilmiyorum. Kalbimin soluk boruma baskısı ile nihayetinde kendimi toparladım ve teklifi yaptım ona. Akşam oldu ve ayrılmam gerekiyor İzmir’den. Para da yok. Herhangi bir işim yok. İşsizim. Ayrılmaya gönlüm el vermiyor. İkna etmeye çalışıyorum. Allah yardım etti ve kısa bir sürede ikna da ettim Kara Sultan’ı. Nişanlanmaya karar verdik. Anneme babama söyledim. Vardığımda İzmir’e artık evlerinde kalıyorum. Ne de olsa nişanlanacağız. Ben önden gitmişim ailem gelecek. Sabaha doğru gözüme bir iki saat uyku girmiş. Uyandım midemde bir ağrı, soda almaya gideceğim. Bir gümüş yüzük yaptırmışım parmağıma. Nişana bir gün kalmış. Her şeyi hazırlamışız. “Soda almaya birlikte çıkalım” dedi.
“Olur” dedim. Birlikte çıktık. Yolda nişanlanmayı istemedi. Dediklerine inanamadım. Perişan oldum. Gözüm dönmüş, kulaklarımda bir uğultu. Yüzüğü kızgınlıkla çöpe atmışım. Hediyeler almışım. Zaten işsizim. Parayı bulmakta zorlanmışım. Kara Sultan bana bir sebep de söylemiyor. Hiç sebepsiz. Manisa’ya kadar gözlerimi açmadım otobüste. Dokunsanız da ağlayacağım dokunmasanız da. Otobüs güzergâhına ilerledikçe rüzgar yemiş kavak ağaçları gördükçe ağlıyorum. Yemyeşil çayırlarda farklı farklı yerlerde herkes kendi dinginliğinde yonca yiyen atlar gördükçe ağlıyorum. Yeni doğmuş bir kuzu sütünü de içmiş ya içindeki enerjiyi bir türlü atamıyor ve çimlerde zıplayıp duruyor ağlıyorum. Üç arkadaş şehrin girişinde evlerinin önünde bir basketbol sahasında tek potada basketbol oynuyorlar. Biri uzaktan üçlük deniyor. Topu potaya sokmaya çalışıyor ağlıyorum. Yaşlı bir amca aksakallı, yemyeşil bir hortumla çiçekleri suluyor ağlıyorum. Bir yandan da Cengiz Özkan çalıyor.
Parçanın adı: Munzur Dağı Silelenmiş Garinen.
Munzur dağı silelenmiş garinen
Aram açık ela gözlü yar inen
Eller bayram eder nazlı yarinen
Benim ömrüm geçer ahu zar inen
Selvinin dalına yaslanmayasın
Yağan yağmur ile ıslanmayasın
El kızı dediğin Azrail dostu
Yalan sözlerine aldanmayasın
Ter sırtımdan dökülüyor. Yakıyor vücudumu. Uzun süre sonra bir daha ikna etmeye çalışıyorum. Nişan oluyor. Bir sene nişanlı kalıyoruz. Bir arıyorum oldukça neşeli. Telefondan kınkanatlı kelebekler uçuşuyor. Bir bakıyorum o açıyor telefonu ve yağmur dolu bulutlar gibi yüklü. Fırtınalı. Hep böyle. Etlerimi yiyorum. Tırnaklarımı kemiriyorum. Ben ne yapacağım diye Allah’a yalvarıyorum, yakarıyorum. İşsizim. İnşaatlarda fazla para olur duymuşum, inşaatlarda iş arıyorum. Gidiyorum kapısına düşman görmüş gibi. Bir rahatlıyor. Sonra bir celalleniyor. Ağlayarak Manisa otobüsüne binip ayrıldığımda oradan telefonda “Sensiz bana yaşam yok” diyor. Dedim ya param yok. Fazla da gidip gelemiyorum. Her şey paraya bağlı. Bir gün Mavi’den ceket alıyorum. Bir kusuru çıkıyor. Şikâyet ediyorum kusurlu diye. “Manisa’daki mağazamıza iade edebilirsiniz” diyorlar. “Oradan ücretinizi alabilirsiniz”. “İlla erkek elbisesi almam şart mı, kadın elbisesi ile takas edebilir miyim bunu?” diyorum. “Olur” diyorlar. Nişanlıma bir şey alıyorum.
Bir parka hediye ediyorum ona. Bir sene böyle sürüyor. Benden ayrılıyor. İşim olmadığı için. Ayrılıyor benden. “Bir gün ona doğruyu söyle” diyorum. “Görünüşüm hoşuna gitmiyor değil mi?” diyorum. “Açık alnım. Saçlarım olmamayışı. Kaşlarımın kalınlığı.” “Evet” diyor. O zamanlarda facebook, twitter yeni çıkmış. Bir akşam cesaret edip bakıyorum hesabına. Fotoğraflarına. İnternetten kuytu yerlere ağlamaya gidiyorum. Annemin dizine başımı koyuyorum sonra. Hüngür hüngür ağlıyorum. “O kızı istiyorum anne” diyorum. Annem de benimle ağlıyor. Babam giriyor içeriye. Utandığımdan odama gidiyorum. Telefonda mesajlar gelmiş. Açıyorum. Pişman olmuş. Bir iki gün sonra internet kafeye gidiyorum nikâh masasında fotoğrafı. Gelinlikle fotoğrafını görüyorum sevdiğimin. Gelinlikli fotoğrafını görüyorum. Bir iç çekiyorum. Düşman başına. O ahın göğe saplandığına inanıyorum. Ben o soluğu hangi göğe saplasam gök dayanamaz bu acıya. Gök dile gelir.
Sonra dedim huş ağaçlarının gözleri kör olsun. Azra ile sınırsız gezmelerimizde nazarı o gözler verdiler. Kimi yatay kimi dikey o gözler huş ağacının gövdesinde. Hızını alamamış nazar için ağacın bembeyaz gövdesinde bir sağa bir sola kayan gözler. Hiçbir şeyi kaçırmak istemeyen, her şeye yetişmek isteyen gözler. Kör olsun. Yaz olmuş kırık kırık deli azgın yemyeşil çimlerde açmış sapsarı aslandişlerine konan ve çiçeğin balını toplayan kelebeklerin kanatlarındaki gözler de kör olsun. Karahindiba. Kanatları açılıp kapandıkça toz kanatlı kelebeklerin kanatlarında bir gözün, gözlerin açılıp kapanması olur. Sonra uzun uzun Azra ile bana baktıkları olur. Kör olsun. Kursağı yanmış korkulu bir şekilde hayvanseverler tarafından su içsin diye kaba başını tedirgin, korkulu bir şekilde sokup sokup çıkaran kedinin de gözleri kör olsun. Yanından geçerken ürkütmüş olacağız ki kediyi, o nasıl bir bakış atmıştı bize Allah muhafaza. Kör olsun.
Bir duanın kurbanı olacağımı nereden bilebilirdim.
Gözlerim hafif sırtını boşluğa yasladığında, bir garip daldığında boşluğa Azra’nın. Kapkara saçları rüzgârla bir havalanır. Kâkülleri yüzünü örter. İncecik elleriyle kâkülleri alnından alır. Gülümser. Gözleri hala çözemediğim hangi uykunun göğü makamında. Gözlerinin masmavi dalgınlığında göğüm hâlâ ekinlenir.
Bir duanın kurbanı olacağımı nereden bilebilirdim.
Kabuğu yaradan kaldırdığınızda kan gelir. Duayı oluştan, o rutinden, akıştan kaldırdım da. Ömrüm boyunca artık duayı, duayla çağlayıp gelen o iniltileri, acıları durdurmanın yolunu arayacağım. Duanın oyuğu maddi bir şey değil ki bir şeylerle doldurulsun. Kurusun. Kabuk tutsun. Soluklansın ve nefes alsın. İçimde bir dua oyuğu ile Manisa’da geziyorum şimdi. Dostlara bu yüzden “Dua ederken ne dediğinizi iyi bilin” diyorum. Sonra bencileyin biçili ekin gibi melül mahzun ortalıkta kalakalmayın.