Mümin, munis, mütevekkil: Melek Kayıtları
Melek Kayıtları; öykü üzerine düşünen bir kafanın ürünü olduğu açıkça belli olan, Görünmez Öyküler adlı bir hikâyeyle başlıyor. Burada öykü aslında yaşam demektir ve kahraman öykülerden geçip ölüme gelir.
İlk öyküsü 1995 yılında Dergâh dergisinde yayımlanan Abdullah Harmancı’nın beşinci öykü kitabı Melek Kayıtları, İz Yayıncılık’tan çıktı. İki ay gibi kısa bir sürede ilk baskıyı tüketen kitap, Harmancı’nın hikâyeciliğinde önemli duraklardan biri olma özelliği taşıyor. İlk kitabı Muhteris’ten beri “derdi” değişmeyen yazar, tematik anlamda önemsediği olguları derinleştirip ayrıntılandırırken, biçimsel anlamda çağın nabzını tutarak yeni ruha göre eserler vermeyi de dikkate alıyor. Bu yönüyle gençliğe hiç de uzak bir öykücü olmadığını söyleyebiliriz Abdullah Harmancı’nın.
Melek Kayıtları; öykü üzerine düşünen bir kafanın ürünü olduğu açıkça belli olan, Görünmez Öyküler adlı bir hikâyeyle başlıyor. Burada öykü aslında yaşam demektir ve kahraman öykülerden geçip ölüme gelir. “Sadece kış olan öyküler okudum, sadece yaz olan öyküler okudum, sadece sabah olan, sadece çiçek olan, sadece kadın olan öyküler okudum, sadece kuş olan öyküler okudum, sadece başlayan, sadece biten, hiç başlamayan ve hiç bitmeyen öyküler okudum.” Öyküyü yücelten ve güzelleyen bir dünyası yoktur Harmancı’nın.
Öyküden bahseder, öykü hakkında düşünür fakat ağır basan şey; öykünün anlamına dair fikriyatın yazarın iç dünyasındaki karşılığıdır. Harmancı’nın kahramanları daha çok, muhasebesini yapar öykünün. Özellikle manevi iklimlerdeki karşılığının ne olacağını merak ederler. Hatta bir karşılığı olup olmayacağını. “Sözün en güzelini söyle.” düsturunun kendilerini kurtarıp kurtarmayacağını. Melek Kayıtları adlı hikâyede şairlenen, Defter’de günlüğünü karıştıran, Gösteri’de içinde kimselerin bilmediği bir kelime taşıyan, Gıcır Kitap Cix Telefon’da kitabının heyecanını yaşayan, Alabora’da yazılanlar ve yazdıkları hakkında konuşan, Pim’de anlatma ihtiyacı ile tutuşan adamlar hep büyük bir düşüncenin ağırlığını taşırlar.
“Artık yazmayacağım! Beni esir alan. Beni hırsa bürüyen. Beni saran. Sarmalayan. Beni örten. Beni insanlaştıran. Beni herkesleştiren. Beni herkesten ayıran. Beni sıkan. Beni boğan. Beni dünyaya bağlayan. Beni onaran. Beni bağlayan. Beni kışkırtan. Bana engel olan. Beni iteleyen. Beni kamçılayan. Beni kıstıran. Beni açan. Beni esriten. Beni ayıklayan. Beni koruyan. Yazı!! Seni yazmayacağım! Peki sonra ne olacak? Kurtulacak mıyım? Kurtuluş mu bu? Beklentisizlik mi? Mümkün mü bu? Yazmak dışında bir engelim yok mu gerçekten? Böylece kurtulacak mıyım?”
İspirto Renkli Kağıtlar’da ölüm döşeğinde bir teyzeyi, onun yeğenini ve bu ölümün saati rüyalar aracılığı ile kendine bildirilen genç kızın yeğenle konuşma çabalarını görürüz. Ötelerden bir haberin, gerilim ve korkunun ön planda olduğu bu hikâyede “Kasımdı. Karanlıktı. Soğuktu.” şeklinde cümleler geçer. Kasım ayının gerilim yaratan atmosferini kitap boyunca iki hikâyede daha görürüz. Eksi Bir’de; hayatın hayata benzemediği, çocukların çocuğa benzemediği, annelerin anneye benzemediği, yaşamanın yaşamaya benzemediği bir varoluşta okula gitmek istemeyen bir genç kızı ve gizliden gizliye kendini anlayacağını umduğu hocasını görürüz.
Orada şöyle geçirir içinden genç kız: “Beni tanımıyordunuz. Sizinle tanıştım. Tüyap’ta. Kimselerin size kitap imzalatmadığı o soğuk Kasım akşamında.” Bu satırları okuyunca Harmancı’da Kasım ayının erken bir soğuk ile özdeşleştiğini ve daima bir gerilim ürettiğini fark ederiz. Bu ayın karşımıza çıktığı üçüncü öykü ise Röveşata’dır. Hayatındaki kadının yansıması olan günahı daha fazla taşıyamayacağına dair iç sıkıntıları yaşayan adam, bir yandan onu terk etmeyi düşünürken bir yandan da kadının kendinden sonraki hayatını düşünüp kıskançlığa kapılmaktadır. Uzun uzun düşündüğü o gün yine tanıdık bir aydır: “Karanlık, kül rengi bir Kasım ikindisiydi.”
Harmancı hikâyelerinde dikkat çeken bir nokta da başka bir âlemdeki, başka bir dünyadaki, başka bir ülkedeki, başka bir şehirdeki birinin; ama illa ki var olması gereken birinin, kendisini tamamen anlayacağını düşünmesidir. Önce Melek Kayıtları öyküsünde ortaya çıkar bu arzu: “Uzak bir kıyı kentinde, kıyının uzak bir yerinde, belki de şimdi Kırım’ın güneyinde bir noktada tam da benim durduğum şu yerin hizasında bir adam, elleri ceplerinde kederli kasvetli dikilmektir bencileyin.” Bu arzunun tematik ve teknik anlamda büründüğü kusursuzluğu ise Kilisenin Bahçesinde adlı öyküde görürüz. Hikâyede Praglı ya da Peşteli bir ressam kendine çok benzeyen birinin var olduğuna ve hislerinden dolayı onun İzmir’de yaşadığına inanmaktadır.
Peşte kıyısından Tuna’ya ya da Prag Kalesi üzerinden Vlata’ya bakarken gitmeye özenir. Arkadaşları ile otururken onlara da sorar bunu. Kendilerine çok benzeyen birinin, kendilerine çok uzak bir şehirde yaşıyor olduğu düşüncesine kapılıp kapılmadıklarını merak eder. Aynı şairlerden hoşlanıp hoşlanmadıklarını, onun da arabasını değiştirmeye üşenip üşenmediğini, onun da ne olduğunu bilmeden beklediği şeylerin olup olmadığını, onun karısının da karamsarlığından bıkıp bıkmadığını, onun da insanlardan sıkılıp bayramlardan çekinen bir yanı bulunup bulunmadığını düşünür. “Ben kemerimi takarken o da takmaktadır, ben elimi kaşığıma uzattığımda o da uzatmaktadır, ben tablomdaki bir ağacı silmeye çabalarken o da bir ağaçtan vazgeçmiştir.”
Kitabın en dikkat çekici hikâyesi olan Kilisenin Bahçesinde, o insanın gerçekten var olduğunun ispatı ile biter. Bir yarışma münasebeti ile Paris’te bulunurlar ve görürler ki birinin resminin bittiği yerden diğerinin resmi başlamaktadır. Çivit rengi bile aynıdır. Ressam ve resim temalarının işlendiği bir diğer hikâye Ressam Mavi’de entelektüel bir ressamdan bahsedilir. Ressam konuşmasını yaparken kahramanımız onu dinlemekte ve içten içe garezlenmektedir. Konuşmasının güzelliğine, simasına, kitaplarına, resimlerine, mezun olduğu okullara, gezdiği ülkelere gizli bir hınç duyar. Kalbindeki karalığın önüne geçmek için kalkıp giderken ressamın kötürüm olduğunu görüp şok olur. Çıkarken en son duyduğu, resimlerinde kullandığı mavinin sebebine dair bir sorudur.
Gösteri, Alabora ve Pim öyküleri dalgın, düşünceli, sakin kahramanların delirdiği hikâyelerdir. Gösteri’de içinde bir kelime taşıyan adamın, o kelimeyi herkesle paylaşmak istemesini görürüz. O kelime insanların hayatını güzelleştirecek, onları daha iyi insanlar haline getirecektir. Normal yollardan söylemeye çalışır, söyleyemez, darlanır ve ani bir hamle ile şehrin en büyük binasının tepesine çıkar. İntihar ederken hala, kelimesinin kendisini koruyacağına inanmaktadır. Alabora’da başıboş yaşamlardan duyduğu çaresizlikle bir binanın çatısına çıkmak ve içindeki her şeyi insanlara aktarmak isteyen benzer bir kahraman vardır. Pim’de ise yine bir diyeceği olan insanın dolması ve aklındakileri söyleyerek insanların/ dünyanın pimini çekmek istemesi vardır.
Kitabın son bölümü Kanatsız Kapılar ise otuz iki küçürek öykünün yer aldığı ve küçürek öykünün en başarılı örneklerinin verildiği bir hikmet yatağıdır.