Metnin özgül sınırları

Toplumlar yaşadıkları durumları oluştururken ona ait duyarlılığı da oluştururlar.
Toplumlar yaşadıkları durumları oluştururken ona ait duyarlılığı da oluştururlar.

Yazarın da toplumun bir bireyi olduğu, onun da dünyaya fezadan inmediği ve her şeyden önce bir anne babası, kardeşleri, ailesi, arkadaşları, bir cemiyeti, bir devleti, bir dünyası olduğu söylenebilir.

Kur’an’da, Hz. Adem’in yasak meyveyi yedikten sonra cennetten tardı ile başlayan süreçte, yeni gönderileceği sürgün yerinde ona eşya, hal ve hayat bilgisinin öğretildiği daha doğrusu onun ineceği yerde varoluşunu kolaylaştırıcı bir durum olarak ona “bütün isimlerin öğretildiği”1 bilgisi sunulur bizlere. Meleklerin kendilerine öğretilmiş bilgi haricinde hiçbir bilgiye sahip olmadıkları hakikati göz önüne alındığında Allah’ın Hz. Adem’e yüklediği bu bilgi onun ufkunun enginliğini, bilmesinin sınırlarını, öğrenme derekesini de bizlere göstermektedir. Hz. Adem’e yüklenmiş ve koskoca bir dünya hayatında ona gerekli “bütün isimler” onun dilini imliyorsa, onun dünyasını da imliyor demektir. Ludwig Wittgenstein’ın “dilimin sınırları dünyamın sınırlarıdır”2 dediği maksim burada devreye giriyor ve zihinde yer alan, insanın özünde kendine yer edinmiş ve onun varlığına kazınmış bilgi, bu yönüyle de hurufat, ilkin dil ve konuşma olarak kendine bir yol bulsa da şifahi dönemlerden yazılı dönemlere evrilerek kültürün, medeniyetin, uygarlıkların yolunu açıyor demektir.

İnsandan başka hiçbir canlının “bütün isimleri” öğrenme durumu söz konusu olmamışsa bütün isimleri evirip çevirebilme, ondan kültür kurabilme yeteneği bir beceri olarak sadece insana mahsustur denilebilir. Bütün isimlerin ilerleyen zamanlarda söz ve yazıya dönüşmesi sonucu insanın hayatında her tür gelişmelere neden olduğu da gözden kaçmamalıdır.

İnsanın kültür tarihimizde bizler için önem arz eden avlanmasını ve o zamane hayatından kesitler gösteren mağaralara ilk çiziminden (Lascaux Mağarası) sözün uçtuğu, yazının kaldığı bilinciyle yazıya önem verildiği dönemlere geçiş kurmacayı da ilgilendiren bir gelişme olması bakımından önem taşıyor. İnsanlığın yazma ihtiyacını oluşturan etmen neyse, yazılan şeylerin bir kültür verisi olarak sonraki nesillere kalma durumu da bir o kadar önemli oluyor. En eski metinlerin yazarı, içinde bulunduğu hakikati çağlar sonrasına taşıma imkânına da sahip olmuş oluyor böylelikle.

Bir babanın gururunu incittiği için oğlunu bile bile öldürmesini işleyen Hildebrand Destanı’ndan, kırılan bir atın toynağını işlemiş Merseburg Büyülü Sözcükler’e; kendi kavmini Çinlilerin ipeklerine kanmaması yönünde uyaran bir Han’ın endişelerini anlatan abidelerden, uzun bir yolculuğa çıkmış ve yıllar sonra binlerce badire atlatmış Odysseus’un tanrısal laneti kırışını ve yuvasına geri dönüşünü anlatan destanlara kadar elimizde böylelikle yeni insanlık durumunu (conditio humane) bizlere sunan metinler oluşuyor. Şifahi dönemlerde de etkisi kesin gözüken ama yazılı metinlerde iyiden iyiye dikkat çeken her köken metnin sakral olması yönündeki tez, insanın inanma ihtiyacının yazıyla dahi sonsuzlaştırıldığı tezine götürür bizleri. Bugün mimari gözle bakıldığında en eski mimari yapının Göbeklitepe olduğunu ve bunun da bir mabet olduğunu biliyoruz. İnsanların T biçiminde dua eden insanlarla kendilerine bir tapınak yaptıkları bilgisi sadece mimari için önemli değil edebiyat için de önemlidir.

Edebiyatın sakral boyuttan profan boyuta inebilmesi ya da dönüştürülebilmesi yüzyıllar alıyor.
Edebiyatın sakral boyuttan profan boyuta inebilmesi ya da dönüştürülebilmesi yüzyıllar alıyor.

Edebiyatın sakral boyuttan profan boyuta inebilmesi ya da dönüştürülebilmesi yüzyıllar alıyor. Edebiyat “dini olan”dan “dünyevi olma”ya geçerken sonsuz yaptırımlara tabi tutuluyor ve zamanla bu yaptırımlar aşılarak edebiyat sakrallıktan profanlığa doğru evrilmiş oluyor. Sakrallık elbette tam tekmil kaybolmuyor, işlerliğini her daim bazen açıkça bazen de Styx suyu gibi derinlerden sürdürüyor. İnsanın Hz. Adem’den beri haznesinde yer edinen “bütün isimler” bilgisiyle bu verilerin ilkin grafolojiye, şekillere, sonra hurufata dönüşmesi ile edebiyat bizim bugün anladığımız anlamda edebiyat olarak bir ortak kültür mirası halinde günümüze dek evriliyor. Zor zamanları geride bırakmış ve artık geçmişte şifahi olduğu kadar yazı geleneği de olan bir kültürde kurmacanın sınırları ne olabilir peki? Mezar taşı yazıtlarından, büyülü sözcüklere, abidelerden, cönklere ve ceylan derisi üzerine yazılı metinlere; papirüsten kâğıtlara, oradan bilgisayarlara geçen bir toplumun kurmacasında bir sınırlama yapma imkânı var mıdır? Kurmaca bir sınır tanır mı?

Alfabede her harf kadar her harfin anlamlı kombinezonları sayısının imkânsızlığa denk düştüğü matematiksel verilerle ispat edilebilir mi? Kurmacaya biçilen sınırlar tematik midirler, içerik olarak mı ona bir sınır koyulabilir? Bu yapılabilir mi? Ahlaki ve hukuksal boyutunu da düşünmekte fayda vardır kurmaca sınırlarının. Bir toplumun kendine ait ahlaki değerleri varsa kurmaca bu ahlaki değerleri görmezden gelebilir mi? Kurmaca sınırlarını aştığında hukuksal bir cezai yaptırımla karşı karşıya kalabilir mi? Bunların cevabını aradığımızda kurmacanın da özgül sınırlarını çizmiş oluruz. Şimdi bunların cevabını arayalım. Ben kurmacanın sınırlarını yukarıda da dillendirdiğim gibi dört ayrı kategoride ele alacağım. Bunlar tematik, biçim-şekil, ahlaki ve hukuki boyutlar olacaktır. Peki, konu ve tema olarak kurmacaya bir sınır koyma imkânına sahip miyiz? Kurmacanın anlatmakta zorlanacağı ya da kurmacayla iştigal eden kişinin anlatamayacağı konular var mıdır?

Genelgeçer bilgi kurmacanın sınırsız uçuş imkânının olduğu, yazarın isteyeceği her temada, istediği her konuda yazabileceği yönündedir.
Genelgeçer bilgi kurmacanın sınırsız uçuş imkânının olduğu, yazarın isteyeceği her temada, istediği her konuda yazabileceği yönündedir.

Genelgeçer bilgi kurmacanın sınırsız uçuş imkânının olduğu, yazarın isteyeceği her temada, istediği her konuda yazabileceği yönündedir. Yazar algısı, normalde halktan ayrı bir şekilde düşünen; entelektüelse, kendine ait normları dışına çıkmamış ve kısır düşünen halk gibi değil de engin bilgi ve düşüncesiyle sınırları zorlayacak bir kişiymiş görüntüsünü veriyor bizlere. Her toplumun ister istemez geleneği, örf ve adetleri birbirinden farklıdır. Semavi metinlerin ve dinlerin yasakladığı, insanlar arasında barış ve huzurun tesisi için gerekli şartlar ve yasaklar yani arketip olan günah ve yasaklar haricinde toplum ve topluluğun kendi karakteristiği etrafında geliştirdiği kanun ve yaşayış şekilleri vardır. Bir toplumda cevaz gören bir eylem, başka bir toplumda hor görülebilir. Bu kurmacanın insanla, insan topluluğuyla, cemaat ve cemiyetle bağlantısını da perçinler. Toplumlar yaşadıkları durumları oluştururken ona ait duyarlılığı da oluştururlar. Sayısız insan ferdinin yaşadığı bir toplumda bazen işler yolunda gitmeyebilir. Öyle bir durum arz eder ki bu, toplumun kaldıramayacağı bir durum olabilir.

Yazar tema olarak kurmacanın da kendine sunduğu imkân doğrultusunda kendi konusunu topluma mugayir bir konu olarak belirlerse, bir sıkıntının eşiğine gelir. Aklıma bu aşamada rahmetli Meral Okay’ın durumu geldi. Meral Okay, “Muhteşem Süleyman” dizisinin senaristi olarak Kanuni dönemini, kendisi ile birlikte, onun aşklarını ağırlıklı olarak anlatan bir dizi film yazarıdır. Bu dizi yürürlüğe girdiğinde, ister istemez bu konu ile yürürlüğe girdiğinde, dizinin konusunu eleştiren, medyada kendisini linç eden bir kesimle karşılaştı. Okay’ı eleştirenler, tarihi dökümanlara sığınarak, tarihi gerçeklikten hareket ederek Kanuni’nin başka gerçeklikleri olduğunu savunuyorlardı. Oysa Meral Okay’ın savunusu ise, yazdığının tarihi bir bilgi/belge olmadığı, bunun sanat olduğu, bir senaryo olduğu, bir kurmaca olduğu yönündeydi. Tema ne kadar Kanuni dönemi olsa da tarihi verilerden hareket ederek bilimsel bir disiplinle tarihi gerçeklik ardından koşanlar ciddi bir ürün bekliyorlardı.

Kurmacada Kanuni, haremden çıkmayan bir padişah olarak gösterilebilir miydi? Bu dizi tarihi bir gerçeklik içermediğinden, ya da aslını onlara dayandırmadan ve senaryo olduğundan, senaristin kurmaca olarak kaleme aldığı senaryosunda eleştirileri bertaraf etme hakkı gözükmekte miydi? Tarihi roman yazarları başlarına bu formatta adli işler gelmesin diye genelde romanlarının ya da çektikleri filmin önüne “Burada anlatılan olay ve karakterlerin gerçekle hiçbir bağlantısı yoktur” tarzında bir ibare koyma gereği hissederler. Ama bir taraftan da herkesin bildiği ve tüm bir toplumun ve hatta dünyanın hakikati haline gelmiş, gerçek tarihi belgelerle herkes tarafından yapıldığı kanıtlanmış olayların yazılan kurmaca eserlerle gerçekliğinin dağıtılmasının toplumsal bir faydasının olmadığı yönünde tezler de var. Bugün Hitler döneminde altı milyon Yahudi öldürüldüyse ve bu tarihi verilerle kanıtlanmışsa, tarihi veriler ve kanıtlar Auschwitz, Dachau, Buchenwald gibi orada canlı kanlı herkesin göreceği şekilde duruyorsa, bu katliamın yapıldığı gerçeği bizlere bas bas bağırıyorsa, bunu inkarın bir insanlık suçu işleme anlamına geldiği de düşünülmektedir.

Bunun reddi aynı olayların yeniden vuku bulma tehlikesini içinde barındırdığından olayların demokratik fikir özgürlüğüyle bağlantısı kesilir ve bunu söyleyenin niyetinde bir kötülük aranır. Gerçeklikte bunu söyleyenlere hor bakıldığı ve hatta kurmacada buna rağbet gösterenlerin de pek itibar görmediği düşünülebilir mi? Toplumda tarz olarak yer almış konuları kurmaca işleyebilir mi? Toplumun en hassas damarına kurmaca dokunabilir mi ve toplumu o hassasiyetinden uzaklaştırmak için bir aracı olarak kullanılabilir mi? Abdullah Şevki’nin “Zümrüt Apartmanı” adlı romanına kurmacanın sınırları bahsinin hukuksal boyutunda da başvurmak gerektiğinden konu olarak şimdilik buna burada kısaca değinmekte fayda görmekteyiz. Kurgu Kültür Merkezi Yayınları tarafından basılan bu kitap toplumumuzun ve dünya topluluğunun da pedofiliyi suç olarak gördüğü, kendini savunamayan ve kurban olarak seçilmiş kişi olarak kendine zulmedene karşı koyamayan çocuğa karşı istismar sahneleri bulundurduğundan toplumda infial yarattı.

Pedofiliye dünya tepki koymuşken, o hassasiyeti dünya yasaklarla göstermişken, pedofili işleyen, bu tarzda çocuk pornografisi içeren metinler ve filmler yasaklanmış ve cezai suç içermişken bir yazar, yayınevini de bularak “Zümrüt Apartmanı” gibi bir romanı neden yazmaktaydı? Annesinden habersiz kaçırdığı küçücük çocuğu, cinsel istismarını tüm ayrıntılarıyla da anlatarak okura nasıl bir mesaj vermekteydi? İnfial yaratan kısımda bir adamın küçük çocuğa oral seksi ayrıntılarıyla anlatılmıştı. Söz konusu cinsel istismar sonrasında küçük çocuğun ölmesi ve karakterin olaydan kurtulmak için yaptıkları okura taşınmaktaydı. Kitabın karakterlerinden birinin anlatımıyla verilen sahne o kadar canlı tasvir içermekteydi ki okurlar bundan iğrenmekte ve bunu çocuk pornosu, pedofilik suç olarak nitelendirmekteydiler.

Bir toplumda cevaz gören bir eylem, başka bir toplumda hor görülebilir. Bu kurmacanın insanla, insan topluluğuyla, cemaat ve cemiyetle bağlantısını da perçinler.

Ama bir yönüyle de en eski metinlerde, Tevrat’ta geçen ensest ilişki örneklerinden3 Bocaccio’nun “Decameron”una kadar neredeyse pornografik konuların işlendiği; Nabokov’un “Lolita”sından Henry Miller’in “Sexus”, Plexus”, “Nexus”una kadar cinsel iğrençliklerin kurmaca geleneğinde tolere edilebilir olduğu görülüyordu. Kendi dönemlerinde itirazlara maruz kalmışlarsa da şimdi bir edebi değer olarak edebiyat tarihinde, kültürel miras olarak yerlerini almaktaydılar. Bizlerin gardı bu durumda ne olacak, neyi savunacağız? “İnsanlığın değerleri ihlal edilemez” teziyle dünyanın da suç olarak gördüğü pedofili eylemlerin kurmacada dahi gerçekleştiren kişilere bu cesareti ve bu imkanı nereden nasıl buldukları üzerine hesap sorucu tavırla mı ilerleyeceğiz? Yoksa vatandaşlık görevi olarak addettiğimiz bir bilinçle yasaların ve kanunların bize verdiği haklarla bu durumda bir vatandaş olarak bunu dava mı edeceğiz? Yoksa “kurmacadır, kurmacaya sınır biçilemez, hurufata düştüğünde bir düşünce o, artık bu dünyadan değil, uydurulmuş bir şeydir ve bu bir ceza gerektirmez” tezine mi yöneleceğiz?

Twitter’da ve facebook’ta yani sosyal medyada acılı aileleri, çocukları pedofilik mağduriyete uğramış ailelerin acısını yazar kaldırabilecek midir? Toplum perspektifiyle bakıldığında yazılan “o iğrenç şeyler” toplumda karşılık bulduğunda, elbette tepki çektiğinde, infialler oluştuğunda kitabın yayınevi ve yazarı toplumsal linçten kendilerini nasıl uzak tutacaklar? Onlara böyle bir linçe uğramama garantisini kim verebilir? Yoksa yazar, yayınevi sahibi toplumsal linçi göz önüne alarak mı toplumda infial yaratacak bu tarz konuların üstüne üstüne gitmektedirler? Bunu bilerek mi yapmaktadırlar, bu bir proje midir? Ölüm korkusu ve başlarına her an bir şey gelebilecek kaygısı ile yaşantılarına devam etmeyi göze alabiliyorlar mı? Yazarın kurmacadaki konu seçimi bu bağlamda bilindik konuları devam ettirmek midir? Yoksa herkesin düşündüğünden ziyade farklı konuları, ona acı verse de vermese de ele alarak onun -toplumun- acı eşiğini geliştirmek midir? Tema olarak kurmacanın sınırlarına bir başka örnek Salman Rushdie’nin “Şeytan Ayetleri” adlı romanı sayılabilir.

Rushdie, “Şeytan Ayetleri”ni çıkardığında romanında İslam dünyasının kutsal değerlerine hakaret ettiği gerekçesiyle İran İslam Cumhuriyeti’nin kurucusu Ayetullah Humeyni’nin hışmına uğramış ve ona 15 Şubat 1989 tarihinde “katli vacip” fermanını çıkarmıştı. O dönemlerde devlet idaresinde elliye yakın basın kuruluşu, “Şeytan Ayetleri”nin yazarı Salman Rushdie’nin öldürülmesi karşılığında, başına altı yüz bin dolarlık ödül koyduğunu dünyaya açıkladı. Bununla yetinilmemişti ve Devrim Muhafızları’na yakınlığı malum İran Fars Haber Ajansı da bu ödüle ek olarak otuz bin dolarlık bağışla katkısını ana akım medyaya duyurdu. Salman Rushdie’nin bu fetva karşısında zaten artık İslam topraklarında yaşama şansı yoktu. Amerika’da korumalarla yaşamak durumunda kalakaldı. Hatta Salman Rushdie’nin romanı yayınladıktan sonraki ölüm korkusunu bir yana bırakın “Şeytan Ayetleri” romanından ötürü kâfirlikle suçlanan Salman Rushdie’nin kitabını farklı dillere çeviren ve böylelikle onu dünyaya yayanlar da bunun bedelini hayatlarıyla ödediler.

Bu, Ayetullah Humeyni’nin fetvasının bir devamıydı ve o kitabı farklı dillere çevirenler bunu hayatlarıyla ödediler. Örneğin, kitabı Japoncaya çeviren Hitoşi İgaraşi ofisinde bıçaklanarak öldürüldü. İtalyancaya çeviren Ettore Capriolo, Milan’daki evinde bıçaklandı, ancak hayatta kalmayı başardı. Kitabın Norveç’teki yayıncısı ise Oslo’daki evinin önünde sırtından vurularak öldürüldü. Kitabı Türkçeye çeviren ve bir kısmının Aydınlık gazetesinde tefrika halinde yayımlanmasını sağlayan Aziz Nesin de ölüm tehditleri aldı, kitap Türkçe’de hiç yayımlanmadı. Aziz Nesin’in yakılmaktan son anda kurtulduğu 1993’teki Madımak katliamının nedenlerinin birinin de “Şeytan Ayetleri” olduğu söylenmektedir.4 Kurmacanın sınırlarında ele alacağımız ikinci madde kurmacanın şekilsel ve biçimsel sınırlarıdır. Kapsamına bir sınırlama kabul edip etmediğidir. Yazılı metinlerin klasik gelenekte sınırı elbette sadece yazılı dünyanın yani kurmacanın habitusuyken, klasik dönem dışında hele de Oulipo grubu ekseninde kurmacaya yeni biçim, yeni şekil vermek düşüncesi eklemlenmiştir.

“Masumiyet Müzesi”nin biçim ve şekil olarak klasik romanların konusundan ve şeklinden öte bir alana kaydığını söyleyebiliriz.
“Masumiyet Müzesi”nin biçim ve şekil olarak klasik romanların konusundan ve şeklinden öte bir alana kaydığını söyleyebiliriz.

Yaratıcılığı bu yönde evriltmek, kurmaca metnin kendi ikliminden taşmak, metnin sınırlarını aşmak girişimleri gerçekleşmiştir. Deneysellikler olarak değerlendirdiğimiz bu çabalarda kurmaca dünyada bizlere sunulan her öğe, karakter, olay bir şekilde geleneksel halinden farklı bir şekilde sınırlarını aşmak arzusuna sahip olmuştur. Irmak anlatılar döneminde yazarın gücüne daha doğrusu yazarın arkasında durduğu anlatıcının gücüne inanılırdı.

Yazarın anlatıcısı kalemine ve kuracağı dünyanın sağlamlığına güvenmekteydi. Yeni bir dönemin başladığı modern sonrası edebiyatta belki de kurmacanın geçirdiği evrimde okurların artık yeni bir şey okuma, kurmacada yeni devrimler, deneyimler yaşama, yenilikler gözlemleme ihtiyacı hâsıl oldu. Deneysel çalışmalar böylelikle çoğaldı ve pazar da buldu. Postmodern dönemde sadece romanın kendi sınırlarını aştığı ve yatay aksta sadece metnin kendi sınırları içinde kalmadığına dair iyi örnek Orhan Pamuk’un “Masumiyet Müzesi”5 adlı romanıdır.

Orhan Pamuk’un “Masumiyet Müzesi”, bize kurmacanın şekil ve içeriğinin de sınırsız bir düşünce ve tasarıyla kendi daracık alanını aşıp interdisipliner alanlara kayabileceğini; hurufatın, kurmacanın dünyada her şeyle bir illiyetinin olabileceğini gösterdi.

“Masumiyet Müzesi”nin biçim ve şekil olarak klasik romanların konusundan ve şeklinden öte bir alana kaydığını söyleyebiliriz. Kitap İletişim Yayınları’ndan çıkmış, romanın 570. sayfasında yer alan satılırken henüz damgalanmamış bir boş damga yeri bizi apayrı bir düzleme, romanın kendi sınırlarını aşacağı apayrı bir hakikate taşıyacaktır. “Masumiyet Müzesi” çünkü sadece yatay aksta bir roman değildir. Bu haliyle İstanbul’da Beyoğlu’nda kurulu “Masumiyet Müzesi” binası ve konstrüksiyonu ile gerçek dünyada önümüzde halihazırda bir gerçek mekan olarak durmaktadır. “Masumiyet Müzesi” romanı klasik roman tanımını aşmış, iyi bir oyunla romanı hurufattan, kurmacanın sınırlarından gerçekliğe taşımış ve mimari sanatın yardımıyla bize harflerden-tuğlalardan evlere doğru yol aldırmıştır. Böylelikle okur eseri okurken soyuttan somuta, hayalden hakikate de yol almış bulunmaktadır. Kurmaca metin gerçekliğe taşınmış olmaktadır. Romanı okuyanların zihninde canlandırdıkları nesneler zaten “Masumiyet Müzesi”nde yer aldığından romanın bitirilmesi için kesinlikle “Masumiyet Müzesi”nin görülmesi, gezilmesi gerekmektedir.

“Masumiyet Müzesi” bir romanın devamı olarak orada yerini almakta, içine girenler, müzeyi gezenler de gerçeklikte kurmacanın labirentlerinde dolaşmaktadırlar.
“Masumiyet Müzesi” bir romanın devamı olarak orada yerini almakta, içine girenler, müzeyi gezenler de gerçeklikte kurmacanın labirentlerinde dolaşmaktadırlar.

Roman “Masumiyet Müzesi” romanının tüm sayfalarının okunduğunda ve kitabın dış kapağı kapandığında bitmemekte, 570. sayfada yer alan damga yeri İstanbul’da “Masumiyet Müzesi”ne giriş bileti sayılacağından kitapla gerçeklikte yer alan müzeye girdiğinizde, müzeyi gördüğünüzde, müzenin kapısından çıktığınızda bitmektedir. Bu haliyle İstanbul’da gerçek evlerin yanında yer alan “Masumiyet Müzesi” bir romanın devamı olarak orada yerini almakta, içine girenler, müzeyi gezenler de gerçeklikte kurmacanın labirentlerinde dolaşmaktadırlar. Gördüğümüz gibi o klasik gelenekten gelen ve anlatıcının düz anlatış kabiliyetine dayanarak yazılan romanlardan ziyade artık kurmacanın-gerçeğin, hayalin-hakikatin bağlarının incelmediği artık topyekun ortadan kalktığı, kaybolduğu zamanlar yaşıyoruz. Orhan Pamuk’un “Masumiyet Müzesi”, bize kurmacanın şekil ve içeriğinin de sınırsız bir düşünce ve tasarıyla kendi daracık alanını aşıp interdisipliner alanlara kayabileceğini; hurufatın, kurmacanın dünyada her şeyle bir illiyetinin olabileceğini gösterdi.

Yeter ki yazar kurmaca üzerine düşünsün, kurmacayı gerçekliği taşıma ve başka alanlarla açma yoluyla onun içeriğinde ve şeklinde yenilikler oluşturabilsin, bu bilinçte olsun; bunu yapabileceği fikrini kazandırdı. Kurmacanın bir diğer sınırı için başka bir madde de kurmacanın ahlaki boyutudur. Bu maddeyi konu ve tema bölümünde az çok işlemiştik. Onunla doğrudan bağlantısı da vardır. Kurmacayı kaleme alan yazar yazdıklarını bir toplum içinde gerçekleştirdiğinden o toplumdan ayrı, kendine özerk bir alan oluşturup da mı yazdıklarında ahlaki boyut oluşturacak, yoksa “sanatın toplum için” olduğunu savunan görüşten hareketle bağlı bulunduğu kültür, topluluk, devletin dininin, kültürünün sınırladığı ahlaki sınır içinde mi yazma felsefesini geliştirecek? Bizler yazarların çok farklı ve doğrudan “sanat toplum içindir” ilkesini savunmadıklarını da bilmekteyiz. Yoksa “sanat sanat için”, “sanat Allah için” ilkelerini ne yapacağız? Ahlakın yazma için büyük bir veri olduğunu, edebiyatın “edep”ten geldiği görüşü ile görme imkânı buluruz. Bütün edebiyatın kökenlerinin, ilk metinlerin sakral olduğunu ve yazıya, harfe, kültüre, uygarlığa eğilimli insanın kökeninde de dini duyguların olduğunu dillendirmiştik.

Bu bakımdan ahlakın, dinsel ahlakın edebiyatta yeri ayrıdır. Ahlakın sadece edebiyatta değil, felsefenin, sosyolojinin aslında tüm alanların, gündelik hayatta yaşamların temeli olarak görenler de vardır. Bu bağlamda dini konuların her daim tüm dinler indinde etkisini koruduğu, ahlakın kendine toplumda her daim yol bulduğu söylenebilir. Edebiyatın “edep”ten gelmediğini, edepsiz şeylerin de edebiyat içinde dahil edilebileceğini savunan görüşler de vardır. Bunun için son düzlükte bir şekilde edebi vurgu yapan edebiyat yerine “lettre” harfinden “literatur” yani “yazmak”tan “yazın” sözcüğüne dikkat çekenler de olmuştur. Klasik edebiyatımızda, eski edebiyatımızda, diyelim ki İbni Haldun’un “Mukaddimesi”nde edebiyat “edebiyat” olarak değil, “ilmi-edep” olarak geçiyorsa, çok eski metinlerde Arapların da şiire ve edebiyata aşırı değer verdiklerini bildiğimizden Muallakat-ı Seba öncesi ve sonrası, Kur’an’da da edebiyatla iştigal edenler “şair”, “şuara” yapılanlar ise “şiir” olarak adlandırılıyorsa, “Mesnevi” gibi kitaplarda edep ilmi bizlere aktarılırken edepsiz örneklerin de sunulduğunu görebiliyorsak edebiyatın sadece edebi bizlere salık vermesi gerektiğini savunamayız.

“Mesnevi”nin içinde geçen erotik, abes mevzular kıssadan hisse alması gereken insanlar için aleni anlatılır ve burada Mevlana özel bir edep içine girmez. Anlatmak istediğini açıkça doğrudan, bu abes olsa da anlatır. Ahlak şayet bir sınırsa roman ya da öykü bu sınıra uymalı ona riayet etmeli midir? “Zümrüt Apartmanı” adlı romana tekrar dönecek olursak, pedofil birisinin arzularını bir çocukta nasıl gerçekleştirdiğini romanda okumak, tüm hatlarıyla, ayrıntısıyla bunu okumak bizlere okur olarak nasıl bir insani katkı sağlayacaktır? Bu “iğrenç”, “kirli”, “abject” temler, psikanalitik olarak bir şekilde arzu ettiğimiz ve bilmediğimiz, bilinçaltımızda yer edinmiş duygularımıza hitap edecek, onu tetikleyecek, onu harekete mi geçirecektir? Edebiyatçı biraz da Aristotelesci “katharsis” içinden baktığından bir çocukla yaşanan cinsellikte o tıynette olmayan birinin duygu durumu, “yansıtma” yaşadığı ya da “metinle özdeşleştiği” vakit bu okudukları karşısında ne hissedecektir? Roman ve öykü biraz da bu mudur? Sizlere hiç hissetmeyeceğiniz, hissedemeyeceğiniz duyguları, düşünceleri; arzu etmediğiniz, iğreneceğiniz şeyleri mi yaşatmaktır?

Kurmaca toplumdan ayrı bir şekilde düşünülemiyorsa ve muhatabı da bir şekilde yazarın yazdıklarını okuyacak insanlar ve okur güruhuysa, burada yazarın değil de başkalarının da metne müdahale hakkı doğmaktadır.

Kışkırtmak, nefret duygusunu harekete geçirmek, kininizi kusacağınız bir hal içine sokmak; şok olmanızı sağlamak mıdır? Kurmacanın zorlanan sınırları arasında edebiyat tarihinde en sıklıkla bu ahlaki durumun olduğunu görürüz. Sanatçılar biraz da avam olmadıklarından, diğer insanlardan farklı düşündüklerinden, toplumun genel düşüncesinden yaratıcılıkları ile ayrıldıklarından, Freudyen nevroz durumlarıyla farklı bir ruh durumunda olduklarından toplumu yer yer sarsmayı, yer yer de onun suyuna gidip onu okşamayı uygun görmüşlerdir. Kurmaca ister topluma Stendhalyen tutulmuş ayna olsun ve onların gerçekliğini birebir yansıtsın, isterse de sanatın toplum için var olduğu tezinden ayrı bir şekilde onun ahlakına mugayir konular, tezler, içerikler kaleme alsın, bir şekilde yazarın yazdıkları ahlaki sorgulamaya her daim tabi tutulacaktır. Kurmacanın bir başka sınırı da yine hem konuyla hem de ahlaki sınırlamayla bağlı hukuki sınırlamadır. Kurmaca metinler toplumun ahlaki değerleri ile ters düştüğünde hukuki süreçlerle karşılaşırlar.

Kurmacanın bir başka sınırı da yine hem konuyla hem de ahlaki sınırlamayla bağlı hukuki sınırlamadır.
Kurmacanın bir başka sınırı da yine hem konuyla hem de ahlaki sınırlamayla bağlı hukuki sınırlamadır.

Thomas Bernhard gibi dili keskin, yarattığı kurmacada gerçekte sevmediği yazar isimlerini doğrudan verip onlara hakaret ettiğinden, kişilerin Bernhard hakkında hukuki ve adli süreci başlattıkları görülür. Eser her ne kadar kurmacaysa da diyelim ki Bernhard metninde Ingeborg Bachmann’a, kurmacada adını doğrudan zikrederek, onun görünüşüne, hatta memleketine kadar her şeyi ayrıntısıyla anlatıp bir de ona hakaret ediyorsa kurmaca bir nevi kendi sınırlarından gerçekliğe doğru taşma durumu arz ediyor mudur? Bachmann’a, Bernhard’ı eserindeki karalamalar nedeniyle şikayet ve dava etme hakkı böylelikle doğmuş olmakta mıdır? Aynı mesele daha önce de örneğini verdiğimiz “Zümrüt Apartmanı” olayı için de geçerlidir. Romanın içeriği toplumda infial oluşturduğundan, toplum medyanın da gücüyle galeyana geldiğinden; Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı’nın devreye girmesi sağlanmış, şikâyetler artmış ve bu bakanlığın da yaptığı açıklamayla birlikte Abdullah Şevki hakkında suç duyurusunda bulunulmuştur. Bu zat hakkında gözaltı kararı bile çıkartılmıştır.

Kitabın basılması ve her kitabın arkasında yer alan bandrollere bakıldığında bunun Kültür Bakanlığı onayından geçtiği görüldüğünden bakanlık onayı bir sansür kurulu olarak eserin yayınlanmasında bir onay etkisi taşımıştır. Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı’nın “Çocuklarımızın yüksek yararı ve toplumsal ahlaki yapımızın korunması önceliğimizdir. Bakanlık olarak çocuklarımızın ruhsal, psikolojik ve fiziksel gelişimlerini etkileyecek her türlü olumsuz içerikle mücadelemiz devam edecektir” ifadeleri bakanlığın açık politikasını bizlere gösterir. Hatta bu açıklamanın buraya verilmesinde fayda olduğu kanaatindeyim: Kültür Bakanlığı’nın belki de gözünden kaçan, kitabın aldığı bandrol ise kitabın yazarının adli soruşturmasında önemli bir argümantasyona dönüşmüş, kendisine verilen bandrolün bu müesseseden çıkmasının kitabında sansürlenecek bir şeyin olmadığı tezine götürmüştür yazarı ve yayınevini.

Öyle ya da böyle yazar pedofil olmadığını, bu eseri daha önce eserlerinde erotik denemeler de gerçekleştirdiğinden Amerika’da moda olan “Kirli Gerçeklik” akımının etkisiyle yazdığını, burada niyetinin insanları pedofiliye özendirmek olmadığını; amacının ayrıntıları, iğrenç sahneleri anlatarak insanlığın bu eylemden tiksinmesini sağlamak olduğunu dillendirmiştir. Buraya dikkat edelim, yazar amacının pedofiliyi yayma ve özendirme olmadığını, bundan nefret ettirmek için romanını yazdığını dillendirmiş ve hukuki sürecin sonunda yazar da, yayınevi sahibi de adli kontrol şartıyla serbest bırakılmışlardır. Abdulah Şevki’nin “Zümrüt Apartmanı” toplum tarafından şiddetli bir eleştiri ve hor görüyle karşılanınca Elif Şafak’ın da “Mahrem”inde çocuk pornografisi ile ilgili edebiyat yaptığı keşfedilmiş ve bu iki sayfa sanal ortamda Şafak’ı karalamalara dek varmıştır. Şafak cenahında bunlara bir karşı duruş ve savunma gerçekleşmemiştir. Şafak’ın kurmaca indinde adli soruşturması çocuk pornografisiyle değil de “Baba ve Piç” adlı romanda Türkiye’nin resmi tezine karşı tez geliştirme ile hakkında açılan soruşturma davasıdır.

Yazar ister istemez yazdığında, kurmaca ile illiyet kurduğunda -ister otobiyografik unsurlardan faydalansın ister faydalanmasın- kendi gerçekliğini de kaleme almış olur.
Yazar ister istemez yazdığında, kurmaca ile illiyet kurduğunda -ister otobiyografik unsurlardan faydalansın ister faydalanmasın- kendi gerçekliğini de kaleme almış olur.

Batıda belki de çoktan var olan toplumsal bellek çalışmaları bizde Orhan Pamuk’un kurmaca bir eserde değil de medyatik söylemle Türklerin “1 milyon Ermeni’yi ve 30 bin Kürt’ü öldürdü”ğü yönündeki teziyle başladı denilebilir. Türkiye’nin ve Ermenistan’ın raflarında tarihi belgeler daha açıklanmamış ve gün yüzüne çıkmamışken Orhan Pamuk’un bu sözü “içeriden biri” tarafından yapılması bakımından dünyaca önemsenmiştir. Ölüm tehditleri bile almıştır Pamuk. Elif Şafak, kitabında İstanbul - Amerika arasında biri Türk diğeri Ermeni asıllı iki aile üzerinden Türkiye-Ermenistan ilişkilerini incelese de Beyoğlu Cumhuriyet Savcılığı, yazar Elif Sağlık (Şafak) hakkında “Baba ve Piç” adlı romanında «Basın yoluyla Türklüğü aşağılama» gerekçesiyle dava açmıştı. Kemal Kerinçsiz sadece Orhan Pamuk’u değil, daha önce Hrant Dink’i de şikâyet etmişti. Şimdi de Elif Şafak’ın “Baba ve Piç”inde “Türklüğe alenen hakaret” edildiğini savunmuş ve Beyoğlu Cumhuriyet Savcılığı’na dava açmıştır. Beyoğlu Cumhuriyet Savcılığı yazarın 5237 sayılı TCK’nın 301/1. maddesi gereği cezalandırılmasını talep etmişti.

İlgili kanun maddesi, “Türklüğü, cumhuriyeti veya Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni alenen aşağılayan kişi, 6 aydan 3 yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır” hükmünü içerdiğinden dava başlamış, davada kovuşturmaya gerek olmadığı kanısı hasıl olmuş, sonra dava başka bir mahkemeye taşınmış ve “kovuşturmaya gerek kalmadığı” görüşü ile yeniden raflara kaldırılmıştı. Hatta bu süreçte Elif Şafak’a karşı kin ve nefret artmış, bu toplumsal bir nefrete dönüşmüş, Elif Şafak’ın kitapları, resimleri yakılmıştı. Elif Şafak’ın ve Semih Sökmen’in davalarını savundukları tez ise şuydu: “Baba ve Piç”in bir edebiyat eseri olduğunu, “roman karakterlerinin ağzından alıntılar yaparak bir roman yazarının suçlanamayacağını, şikâyetin haksız olduğunu, şikâyetin tam aksine, kitabın insanlar arasında barışçı bir kültürün gelişmesine katkı amacını taşıdığını, kitapların dava konusu olmasının hem ülkedeki demokratik gelişmelere, kültür ve düşünce hayatına sekte vurarak, hem uluslararası kamuoyu nezdinde, Türkiye’nin çıkarlarına ciddi zararlar verdiğini” savundular.

Davanın sonunda eserde suç unsuru oluşmadığı ve yeterli delil bulunamadığı gerekçesiyle Şafak beraat etti. Şafak, o dönemlerde yeni doğum yaptığından dolayı duruşma salonunda yer almamıştı. Daha önce Orhan Pamuk davasında bir toplumsal gerilim yaşandığından, Şafak’ın davaya katılmamasını iyi karşılayanlar oldu ve elbette onu avukatı temsil etmişti. Sonuç olarak yazarın da toplumun bir bireyi olduğu, onun da dünyaya fezadan inmediği ve her şeyden önce bir anne babası, kardeşleri, ailesi, arkadaşları, bir cemiyeti, bir devleti, bir dünyası olduğu söylenebilir. Yazar ister istemez yazdığında, kurmaca ile illiyet kurduğunda -ister otobiyografik unsurlardan faydalansın ister faydalanmasın- kendi gerçekliğini de kaleme almış olur. İçgörü ile yazar ve amatörken ne kadar kendinden, kendi hayatından bir şeyler anlatırsa geliştikçe, yazma eyleminde deneyim sağladıkça başka deneyimleri de profesyonelce anlatma kudretine erişir. Ustalaşmak buna doğru giden yoldur.

Peki, ama yazarın yazdığı, kurmaca kimi anlatır, kime yazılır? “Odağında kim vardır ve muhatabı kimdir?” deyince burada toplumu, toplumsal dönüşümleri, sosyolojiyi, insanı, insan davranışlarını dışarıda tutma lüksümüz yoktur. Kurmaca toplumdan ayrı bir şekilde düşünülemiyorsa ve muhatabı da bir şekilde yazarın yazdıklarını okuyacak insanlar ve okur güruhuysa, burada yazarın değil de başkalarının da metne müdahale hakkı doğmaktadır. Yazar yazdığını yazıp artık onu bir ticari unsur olarak piyasaya sunuyorsa, kitap yazarın aklından, zihninden çıkıp canlı kanlı bir kitapla sayısız insan tekine ve topluma ulaşıyorsa bu toplum kendi doğruları ve düşünceleriyle kitabın içinde ne varsa onu eleştirme hakkını kendinde görmektedir. Ruhunu okşayan bir şeyse metin, kendine haz veriyorsa onu yüceltir; değerlerine bir saldırı görüyorsa, inandıklarına karşı bir tezi okuyorsa kurmacada, buna karşı savunma mekanizmaları geliştirir ve bu bağlamda yazımızda sıraladığımız döngü yeniden baştan başlar.

Topluma mugayir davranışlarının hararetine binaen, infialin çokluğuna binaen mahkeme davalarından, yazarların, çevirmenlerin ölümüne kadar iş varır. Bu bağlamda belki de iki tarafın görüşünü derleyerek yazımızı bitirebiliriz. Yazarlar mahkemelere, hayatlarına mal olacak tehditlere binaen kurmacanın sınırsız olduğunu savunup yazma eyleminde bir sınırlamaya tabii tutulamayacaklarını savunadursunlar; yazarların yazdıklarıyla muhatap okur ve insan güruhu kurmacanın bir sınırı olduğunu, kurmacanın her şeyi yazma hakkını kendinde göremediğini, her şeyden yüce tuttukları kendi değerlerine bir saldırı gerçekleştirmemesi gerektiğini, yazarın bunun bedelini bir şekilde ödemesi gerektiğini savunurlar.

  • 1 Bakara Suresi 31-33. Ayetler: “Allah Âdem’e bütün isimleri, öğretti. Sonra onları önce meleklere arz edip: Eğer siz sözünüzde sadık iseniz, şunların isimlerini bana bildirin, dedi. Melekler: Yâ Rab! Seni noksan sıfatlardan tenzih ederiz, senin bize öğrettiklerinden başka bizim bilgimiz yoktur. Şüphesiz alîm ve hakîm olan ancak sensin, dediler. (Bunun üzerine:) Ey Âdem! Eşyanın isimlerini meleklere anlat, dedi. Âdem onların isimlerini onlara anlatınca: Ben size, muhakkak semâvat ve arzda görülmeyenleri (oralardaki sırları) bilirim. Bundan da öte, gizli ve açık yapmakta olduklarınızı da bilirim, dememiş miydim? dedi. Bkz. Kur’an-ı Kerim ve Yüce Meali, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Hazırlayanlar Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Ali Özek, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Doç.Dr. Ali Turgut, İstanbul 2011, s.5
  • 2 Ludwig Wittgenstein, Tractatus Logico Philosophicus, YKY, İstanbul 2002, s.131
  • 3 Tevrat, Tekvin Bölümü, yaratılış 20: 12 “Üstelik, Sara gerçekten kız kardeşimdir. Babamız bir, annemiz ayrıdır. Onunla evlendim.”
  • 4 Bayram Sarı, https://dunyalilar.org/salman-... Erişim tarihi: 21.11.2019
  • 5 Orhan Pamuk, Masumiyet Müzesi, İletişim Yayınları, İstanbul 2012, 592 s.