Melek Kayıtları
Bir gün, kırmızı ışıkta beklerken, siyah bir Porş’un siyah camına, yanında bekleyen Suriyeli bir mültecinin esmer yüzünün yansıdığını görmüş, bunun ilahi bir işaret olduğunu düşünmüştü. İçinde bir yerler burulmuştu.
Bakışları
Ders anlatırken hiç gözlerinizi gözlerimize değdirmiyorsunuz, diyen öğrencisine: Gönüllerinizden ayıramadım ki gözlerimi, gözlerinize sıra gelsin, demişti. Zarifti.
Teselli
Ders esnasında görmediğim varlıkların beni dinlediklerini ve dahası benimsediklerini hissediyorum, demişti. Zira gördüğüm varlıkların beni dinlediklerini ve benimsediklerini hissetmiyorum, diye latife etmişti. Nüktedandı.
Nota
Bilmediğiniz edebiyat dergisi adı yok, bilmediğiniz sure adı çok, deyivermişti bir gün. Ağzını pek de âdeti olmadığı üzere iyice açıp gözlerini büyüterek; put işte budur, kalbimiz put üretir, deyivermişti.
Minnet
Dostoyevski okumayana ehliyet vermeyeceksin, diyen yazarı, buğday sarısı tüyleri Temmuz gecesi rüzgarında dalgalanan çoban köpeği yavrusuna ansızın vurup kaçan Nissan Juke’u görünce; Biz koşu bittikten sonra da koşan atlarız, diyen şairi, yüksek lisans savunmasından çıkıp kitaplarını Eskişehir’in en eski sahafına satarak memleketine yollanan Gandi gözlüklü subayı tanıyınca… Anladım, demişti. Derindi.
Çiçek
Unutmabeni çiçeği var, İncitmebeni çiçeği yok. Keşke olsa, deyivermişti.
Yiğitlik
Beş sene boyunca akademik sınavları geçmek için çalışıp ömrü hayatını buna hasretmiş olan arkadaşının, muradına erdikten sonraki günlerde bütün mesaisini öğrencilerine harcadığını görünce: Yahu millet bu adamın arkasından az mı atıp tutmuştu, hırslı falan diye, bak gördün mü adamdaki yiğitliği, deyip duygulanmış, hak şerleri hayreyler, demişti. O ünlü dizenin derin anlamını hayatımızla tefsir ediyorduk. Çay içerken, sohbet ederken, teneffüslere çıkıp derslere girerken bir yandan da usul usul, sessiz sessiz olgunlaşıyordu dizeler. Hak şerleri hayreyler demek, bu demekti! Bize açılan yeni mânâ kapısının önünde, bütün öğrencileri, mesrur ama sessizdik şimdi. Konuşmayı sevmezdi.
Hapishane
“Modern hayat bir hapishanedir, diyen filozof bunu mu kast emişti bilmem ama bugün bir okulda Exupery’den bahsederken servis zamanı geldi, deyip üzüntüyle koşturan çocuklar dokundu kanıma” diye yazmıştı yüzkitabına. Çocukları severdi.
Porşşşş
Bir gün, kırmızı ışıkta beklerken, siyah bir Porş’un siyah camına, yanında bekleyen Suriyeli bir mültecinin esmer yüzünün yansıdığını görmüş, bunun ilahi bir işaret olduğunu düşünmüştü. İçinde bir yerler burulmuştu.
Buruk
Bir yıldır fatura ödediği dükkanın çorbacı olduğunu, üç senedir çay içtiği kafenin sürücü kursuna dönüştüğünü, yıllardır tıraş olduğu berberin ecza deposuna çevrildiğini, dedesinin kasabının cami yaptırma derneğine, cami yaptırma derneğinin Hacamatçı Cevat’ın ofisine, saz evinin iddia bayiine, iddia bayiinin yeniden saz evine ve ardından dönerciye dönüşmesine tahammül edebileceğini söylemişti ve eklemişti: Uzak ülkelerde, iki yüz elli senelik eczanelerin ve beş nesildir aynı binada hizmet veren otellerin varlığından haberdar olmasaydım! Şehri düşünür, şehre üzülür, şehre yanardı.
Küçük Na’t
“Sana övgü makamında Ne söylesem faydası yok!” diye yazmıştı. Yüzkitabının bu sayfasına her döndüğünde gözleri nemlenirdi.
Rindane
Milli Kütüphane’de çalıştığı senelerde, bir gün yüz yıllık dergi ciltleri arasında dolanırken mırıldanmıştı: Ah Allah’ım ne olacak bunca hırs! tozlu raflarda dergi ciltleri!! Sadeydi. Rind meşrepti. Dervişti.
Mahzun
Bir gün, lisede çektirdiği ne kadar fotoğrafı varsa hepsini babasının gençliğinden beri gözü gibi koruduğu üçayaklı ahşap masaya yığmış, fotoğraflardaki diğer yüzlere dokunmayarak kendi yüzünü itina ile kazımış, daha sonra, apartmanlarının arkasındaki güvercin evinde hepsini ateşe vermiş, fotoğrafların yükselen dumanlarına bakarak: İnsan dünyada mahzunane mukimdir, demişti. Çok gençti o zamanlar. Şairlenirdi.
Gümüş tel
Bir gün, Cuma hutbesini dinlerken, birörnek serilmiş yeşil halıların üzerinde ağarmış saç tellerinden birini görmüş ve hüzünlenmemişti. Bu defa, hüzünlenmeyişine şaşırmıştı. Hüzünlenmeyişine şaşırmasının bile ilerde kaybedilecek ve kaybedilişine hüzünlenilecek -büyük ihtimalle hüzünlenilmeyecek- bir merhale olduğunu düşünmüştü. Saçında ilk gümüş teli gördüğü günü hatırlamıyordu. Her şey birden olmuştu. En sıradan en olağan en hissiz haliyle dünya, üzerinde ne olursa olsun, ne kıyametler koparsa kopsun, teenni ile karşılıyordu. Dünyanın bu halini teenni ile karşılamak gerekir, diye düşünmüştü. Üzerine filozof gölgesi düşmüştü.
Deniz kabukları
Uzak bir kıyı kentinde, kıyının uzak bir yerinde, belki de şimdi Kırım’ın güneyinde bir noktada tam da benim durduğum şu yerin hizasında bir adam, elleri ceplerinde kederli kasvetli dikilmektedir bencileyin, diye düşünmekteyken, belki onun da pardösüsünün yakaları kalkık, belki onun da ağzında yarısı bitmiş bir sigara vardır, diye düşünmekteyken, belki onun da saçları dağılmıştır ve belki o da bekardır diye düşünmekteyken… Neden senin telefonun hiç çalmaz ki, diyen, deyiveren, dediği sözün şiddetini amcasının gözlerinde görünce mahcup olan yeğenine bakakalmıştı! Yalnızdı. Yalnız mıydı? Buna emin olamıyordu. Bundan emin değildi.
Kibrin incecik kanatları
Sivaslıydı. Gürünlüydü. Çoğunluğu Konyalı olan arkadaşları “Gubuzzz!!!” diye takılırlardı. Bunun ne demek olduğunu anlamamıştı. Bunun ne demek olduğunu zamanla anlamıştı. Gülümsemişti. Kibrin incecik kanatlarının kalbine dokunup geçtiği demlerde kalbinde bir ürperiş bulurdu. Allah korusun, derdi. Allah korurdu.
Rıhtımda son basamak
Dünyanın başka şehirlerini, başka ülkelerini, başka kıyılarını, uzak ve ıssız kasabalarını özlemezdi. Dünyayı beğenmezdi. Özlediği ve beğendiği başka bir iklim vardı. Başka bir mevsim. Başka bir alem. Başka bir şehir. Başka bir ada. Ama bu dünyada olmayan bir ada. Bu dünyada olmayan bir iklim. Bu dünyaya gölgesi düşmemiş ağaçlar. İnsan sureti değmemiş ırmaklardı. Hayatı boyunca önüne çıkan seyahat imkanlarını genellikle geçiştirmiş, erinmiş, önemsememiş, umursamamıştı. Ama nasıl olmuşsa, bir şubat akşamı, Avrupa’nın kuzeyindeki bir şehre doğru gitmekte olan arkadaşına yoldaşlık etmeye niyetlenmişti. O uzak ülkelerin bu kadar kolay ve hızlı fethedileceğini bilmezdi. İşte o şehre gelmiş, işte o şehrin okyanusa bakan merdivenlerini adımlar olmuştu.
Basamakta son bakış
Rıhtımda adımlarken ve acaba bir ömür boyu dünyayı merak etmeyerek yanlış mı yaptığını kendisine sorarken ve içindeki iklime bu şehrin ne kadar da benzediğini düşünürken ve birden başını martılara çevirmişken… Geleceği son noktanın burası olduğunu hissetmiş ve oradaki tahta evlerden birine girip şöminenin başına oturmuştu. Adımlarının, nefeslerinin, cümlelerinin bittiğini söylemiştim ona. Şaşırmıştı. Her insan şaşırır. Nasıl yani, nasıl yani, nasıl… Bana böyle mi gelecektin? Böyle kolay ve şiirsel mi, demişti. Tahta evlerden birinin içinde küçük bir şezlonga uzanmıştı. Yüzünde hâlâ o şaşkınlık ifadesi kaybolmamıştı.
- Türkçede kara mizah metinlerinin hiç yazılmıyor oluşu bir de deneme okumanın keyfine varamıyor oluşumuz üzerinde ne kadar durulsa azdır. (BB)