Mektuptaki Cinayetin Sırrı
Yıllar sonra, babamın cinayete dair yazdığı mektubu buldum. Bütün vakaları günbegün not ettiği günlük gibi bir defteri vardı; fakat Davarcı cinayetini farklı bir şekilde yazması dikkatimi çekti. Her şey bir yana, olayı, defterine kaydetmemişti. Ayrı kâğıtlara yazıp katlamış, defterin içine iliştirmişti.
Biz savaşa girmemiştik; ama savaştan çıkmıştık. Tüm diğer şehirlerde olduğu gibi Bursa’da da kıtlık zamanıydı. Ekim sonlarında soğuk bir gündü. Hüsam Davarcı adında biri, gecenin bir vakti ölü bulunmuştu. Aslına bakarsanız cinayetti. O zamanlar çocuk denecek yaşta olduğum için ne olup bittiğini bana anlatmamışlardı. Babamın telaşlı bir şekilde gecenin bir vakti evden çıktığını hatırlıyorum. Kapının arkasında asılı duran sakosunu alıp gidişi ve sobanın hava alma deliğinden son takatiyle parıldayan közler, geceye dair iki görüntüydü zihnime kazınan. Aniden çıkıp gitmesine alışmıştık babamın. Zira polisti.
Yıllar sonra, babamın cinayete dair yazdığı mektubu buldum. Bütün vakaları günbegün not ettiği günlük gibi bir defteri vardı; fakat Davarcı cinayetini farklı bir şekilde yazması dikkatimi çekti. Her şey bir yana, olayı, defterine kaydetmemişti. Ayrı kâğıtlara yazıp katlamış, defterin içine iliştirmişti. Birine gönderilmek üzere hazırlanmış gibiydi. Belki de ilk yapraklar eksik olmasaydı kime hitaben yazıldığını öğrenebilirdim; ancak elimdeki kısımda sadece şunlar yazılıydı:
- … bilemiyorum. Elimizde Arnavut çakısı hâricinde cinayete dair hiçbir kati delil mevcut değildi. Sadece delici bir alet darbesi görünüyordu. Çakının maharetli ellerden çıktığı belliydi. Onu kesme taşların üzerinde maktulün yanında gördüğümde bir tuhaflık olduğunu sezmiştim. Boynuzdan sapı, içine lüküs lambası kaçmış gibi parıldıyordu. Namlusunun keskinliğinde ziya bile ikiye bölünüyordu sanki. Bıçakçılar Çarşısı’na gidip tetkik ettirdim. Bu mahiyetteki Arnavut çakısını yapsa yapsa Remzi Usta yapar dediler. Dükkânına vardım.
- Çakmak gözlü, alnı iyice açılmış, kumral bir Üsküp muhaciriydi. Çakıyı gösterdim. “Benim imalatım değil” dedi. “Sapını görüyon mu? Keçi boynuzundan sapı bir tek ben kullanırım. Ondan benim yaptığımı söylemişler; ama sapı yontan kesteki benim değil. Derin kesmiş. Koza Han’daki Çakıcı Sülüman’ın işi bu. Anadın mı?” Bıçakçıların işlerini bu kadar düsturlu yaptıklarını bilmezdim. Belki alamet-i farikanın hangi ustanın emeği olduğu malumdur; fakat ‘bıçağı yontan bıçağı’ teşhis edebilmek nasıl bir istidattır. Hâsıl-ı kelam, Çakıcı Süleyman’ı buldum. Çakıyı gösterdim. Eline aldı. Yokladı. Eser-i sanatını hayran bakışlarla temaşa ediyordu.
- “Sen mi sattın çakıyı?”
- “Hayır, ben satmadım.”
- “Senin imalatın değil mi?”
- “Evet, benimdir. Namlu çeliği en esnek çakıdır hem de. Demiri bile keser.”
- “Öyleyse?”
- “Delikanlının biri tezgâhımdan kapmıştı. Geçen haftaydı. Avluda nizâ çıkmış. Ali Aga çekmiş yivli bıçağını, garibanın üstüne yürümüş. Sebep ne bilmem. Bir dalaş başlamış işte. Ben gördüğümde delikanlı gocuğunu dolamış bileğine, kendini korumaya çalışıyordu. Ali Aga’nın yivlisi nah bu kadar. Delikanlı ıslanmış sıçan gibi kaçacak yer arıyordu. Geldi benim tezgâha dayandı. Parıl parıl yanan çakı gözüne ilişmiş olmalı ki kaptığı gibi fırladı. Vuruşmaya başladılar. İkisinin de bileği sağlam; ama Ali Aga yivlisini çıkardıysa illâ ki kan dökülür. Onun bıçağını da ben yapmıştım. Ardıç ağacından işlemiştim sapını. İnanmazsın, makaslama yapmadan kestane kömüründe sulamıştım canavarı.”
- “Bırak bıçağı, dövüş nasıl neticelendi?” diye kesmek iktiza etti lakırdıyı. Yoksa sabaha kadar bıçaklarının medhi ile dem-güzar olacaktık.
- “Ali Aga bitirir işini sandım; ama delikanlı gözü pek çıktı. Küçücük Arnavut çakısıyla müdafaa etti kendini. Bir çelmeyle Aga’yı düşürüp üstüne çıktı. Dayadı çakıyı boğazına. Ama öldürmedi. Öylece bırakıp gitti. Çok fena etti. Ali Aga arştan ferşe her yeri arayıp bulur onu.”
- “Nerede bu Ali Aga dediğin zat?”
- “Tuz pazarında dükkânı var. Mandıracılık yapar.” Tam gideceğim esnada, “Sen çakıyı nerden buldun?” diye sordu. “Bir cesedin yanında. Muhtemelen senin çakı bitirmişti maktulün işini.” Öyle deyince müteessir mi yoksa müftehir mi oldu anlayamadım. Tuhaf bir hâl aldı. İnsanlar garip. Eserleri felakete dahi yol açsa mağrur olabiliyorlar. Gidip Ali Aga denen adamı bulmam gerekirdi. Arnavut çakısını avuçlarıma alıp müşahede ettim. Ekserin tanıdığı bir imzayı Ali Aga’yı birkaç gündür gören olmamıştı. Kalfalarından nerede ikamet ettiğini öğrendim. Asıl adı Ali Cimcoz’muş. Bir oğlu iki kızı var. Zevcesinden dişe dokunur bir şey öğrenemedim. Demesine göre bir haftadır uğramıyormuş, lakin alışıkmış. Huyu böyleymiş. Arada bir uğrar, iaşe bırakıp gidermiş.
- Üç gün sonra Kapıkule Sınır Kapısı’nda yakalandı Ali. Suçunu itiraf etti. Cinayetin bu kadar kolay hallolması beni tahkike sevk etti. Bilhassa Çakıcı Süleyman ve Remzi Usta arasındaki zıtlık dikkatimi celp etmişti. Remzi Usta’ya gidip “çakı senin” dedim. O sırada demir dövüyordu. Taaccübünden çekici örsün üzerindeki demire isabet ettiremedi. “Katil de sensin. İnkâra hiç yeltenme. Kimin bülbül gibi şakıdığını sen daha iyi bilirsin.” Muteriz olmadı. Tekzip etmedi. Olduğu yere çöktü. “Çakıcı’nın işidir. O mendebur gammazlamıştır” dedi. Filhakika, katili tespit edememiştim. Sadece şüphelerim vardı. Evvelden ehemmiyet vermediğim bir nokta, sır perdesini kaldırmaya yetti. Remzi Usta çakının ustalığını görmüş fakat takdir etmemişti. Çakıcı Süleyman ise bir bıçak ustası olarak eserin karşısında hayranlığını gizleyememişti.
- İlk kez bu derece ihtişamlı bir esere sahip olmanın hazzını yaşıyordu. Artık adı bu eserle yâd edilecekti. Bursa bıçakçıları yaptıkları bıçakların üzerlerine adlarını yazarlardı. Çakıcı’nın adını yazmasına gerek kalmayacaktı artık. Ahali cinayet aletinin küçük bir Arnavut çakısı olduğunu ve Çakıcı’nın hünerli elleri arasından çıktığını biliyordu. Remzi Usta kendini kurtarmak için bütün şanından vazgeçmişti. Usta ne kadar fevkalade bir eser yaparsa yapsın mukallit kabul edilecek, “Ne muhteşem bir çakı, Çakıcı Süleyman’ınkilere benzer,” diyeceklerdi. Tabii ne kadar usta olursa olsun cilalanmış bir bıçak sapının keçi mi yoksa koç boynuzu mu olduğunu bilemezdi. Telaşa kapılmış olacak ki mesnetsiz, hilaf-ı vaki bir beyanda bulundu. Ali Cimcoz edna bir gölge oyunuydu; Tuzsuz Deli Bekir’di. Bana gelince, malumatın hiçbirini rapor etmedim. Korktuğumdan değil. Seni yakmak istemedim.
Mektup burada son buluyordu. Aklımda deli sorular bırakmıştı. Bilgilerini rapor etmekten onu alıkoyan neydi? Yakmak istemediği kimdi? Ayrıca yazının çok şüpheli duran yanları vardı. Defterin tamamındaki notlar daha çok cinayetleri çözmek için yazılmışken burada cinayetten öte bıçaklar anlatılıyordu. Birkaç kez daha okuduktan sonra metnin içinde bir metin daha olduğunu fark ettim. Bazı harfler daha koyu, bastırılarak yazılmıştı. Harfleri bir araya getirmeye çalıştım; ancak anlamlı bir kelimeye rastlamadım. Mektubu on dokuzuncu kez okuduğumda anladım ki cinayeti işleyen babam olabilirdi. Karaladığı satırlar buna işaret ediyordu. Otuz yedinci kez okuduğumda bambaşka bir anlam ortaya çıktı. Babam bu mektubu defalarca okuyacağımı biliyordu. Eminim, her satırını yazarken kıs kıs gülüyor, perişan halimi düşlüyordu.
Her kelimesi benimle dalga geçen bir metin yazmıştı. Metnin içindeki metinde beni temsil eden bir karakter bile ayarlamıştı. Bıçaklar elbette bıçak değildi. Koç mu keçi mi dediği benim burcumdu. Önceleri evlat sahibi olmak istememiş. Bu konuda annemle çok tartışmışlar. Elli üçüncü kez okuduğumda koyu yazılmış harflerin anlamını çözebildim. Sadece sessiz harflerden oluşan kripto bir dil oluşturmuş. Nefretim gittikçe hayranlığa dönüşüyor.
Yıllar öncesinden, işlediğim suçu nasıl bilebilir? Şimdi geriye dönüp baktığımda beni her hareketiyle suça doğru güdümlediğini görebiliyorum. Hediye ettiği çakısını kullanmayacağımı da sezmiş. Hatta sırf kullanmamam için hediye etmiş. Basit bir piyon olarak kullanıldım. Beni en çok rahatsız eden şey ne biliyor musunuz? Benimle dalga geçtiğini anlayacağımı biliyordu ve bunu da anladığını anlayacağımı belli eden cümleler kurmuştu. Ne kadar uğraşırsam uğraşayım hep bir adım gerisindeyim. Metin, dışına çıkamadığım bir dolambaç olup uzuyor. Öldürmenin birkaç yüz yolunu bulabilirdi; ama o hapsetmenin en iyi yolunu buldu.