Meksikalı Köpekler
Hiç umurunda değildi. Sinir olmuştum. Hatta gıcık kapmıştım. Yürürken sinirlendim. Kıskandım, topa tuttum. Beğendim. Takdir ettim. Yolda yürümeye devam... Bir birahanenin önünden geçerken bigâne kaldım. Vitrinden içeri baktım. Öyle de güzeldi. Birahane değil de “pub” demişlerdi.
Çitlenen çekirdeğe, tüketilen çaya, boşa harcanan elektriğe, yazmayla bitmeyen Word dosyalarına... İnsan kendi gibi olmamak için çok uğraşıyor. Özellikle öykü yazarken. Sokakta gördüğüm bir karaktere bürünmeye çalışıyorum. Sırf sakalı tuhaf diye ya da üstü başı; ama ne kadar bir başkası olabiliyorum. Karakterimin sesi olduğumu düşündüğümde, okur buna karakterin sesi diye bakıyor mu? Bakmıyor. İlla ki yazarın hayatından, düşüncelerinden, kişiliğinden düşmüş kırıntılar arıyor. “Bir gün bir kitap okudum ve hayatım değişti,” demeyi çok isterdim. Olmuyor. Belki de az okuduğum için; fakat bir gün bir kitap okudum ve şemailim değişti.
Bahsi geçen kitabın müellifi öyle bir öykü yazmıştı ki kendini açığa vurmaktan çekinmiyordu (Okuduğunuz bu öyküyü menşınlayan üç talihli okuyucuya mezkûr muharririn ismini ifşa edeceğim). Anlattığı karakter bitti, kendi konuşmaya başladı. Dedim ki “yanlış yaptın”; ama okumaya devam ettim. Öyle güzel anlatıyordu ki bırakamadım. Gevezeydi. Kelime israfı yapmaktan kaçınmıyordu. Yine de inci gibi tane tane diziyordu sözleri. Kelimeler vücut buluyor, bedenler güzelleşiyor, beni benden alıyordu. Neden öyküyü öykü gibi yazmak zorundayız, tereddüde düştüm.
Kelime tekrarı yapsam ölür müydüm? Hem insanda ne eksikse onu daha sık vurgularmış. Bu öykünün öykülüğü eksik. Demek ki “öykü” ve “hikâye” kelimelerini gayriihtiyari zikredeceğim. Neden belli kurallar koymak ve onlara uymak zorundayız. Fi tarihinden adı lazım değil düşünürün teki kurmacanın mutat kurallarını ortaya koymuş ve asırlar boyu takip etmişiz. Yazar bizle başka türlü iletişim kurmaya çalıştığında tu kaka deyip geçtik; ama işin aslı öyle değilmiş. Meğer yazar kendi karakterini anlatırken, onu bir köşede unutuverse de hikâye devam edebiliyormuş.
Hiç umurunda değildi. Sinir olmuştum. Hatta gıcık kapmıştım. Normalde “gıcık” kelimesini kullanmak öyküyü düşürür; ama o yazınca hiçbir şey olmamıştı. Ben de yazara özendim. Aslında yürürken onunla cebelleştim kafamda. “Yazık” dedim. Kurallara uysa ne güzel de öyküler yazar; fakat zaten güzel yazıyordu. Güzellik görecelidir, tamam da, hadi itiraf edelim, bazı güzellikler herkes tarafından beğenilir. Ne bileyim Yusuf Peygamber güzelmiş işte (art arda gelen gayriihtiyari “güzel”ler). Herkes parmaklarını doğrarmış onu görünce.
Bilimsel bir formül gibi net. İki artı iki dört işte. Yürürken sinirlendim. Kıskandım, topa tuttum. Beğendim. Takdir ettim. Yolda yürümeye devam... Bir birahanenin önünden geçerken bigâne kaldım. Vitrinden içeri baktım. Öyle de güzeldi. Birahane değil de “pub” demişlerdi. Özel adı “Old Castle”. Loş ışıklar, gölgelerde saklanan âşıklar, ahşap sandalyeler. Dayanamadım içeri girdim. Fıçılar her yerde fıçı; ama güzel. Kağnı tekerlekleri, mumluk gibi duran ampuller, kızartma kokuları, çeşit çeşit bardaklar, rengârenk içkiler... Havaya girdim. Bir köşeye oturdum. İçki adabımız yok; ama güzele de güzel demek lazım.
Ben şimdi samimî olduğumu zannediyorum. Samimî yazarsam güzel yazarım diye inandırdım kendimi. Yine de ikiyüzlü olduğum hissinden kurtulamadım. Ne yapsam baştan aşağı takiyye, sağdan sola sahtekârlık. Benim derdim okurla değil, benim derdim kendimle. Bu da biraz yalan. Madem derdim kendimle niye sizin için yazıyorum? Çünkü güzel olan her şey bilinmek ister. Ya da ben övülmek istiyorum. İşte açıkça söyledim. İlgi budalasıyım. Beni övün diye birahaneye girdim. Ayıplasanız da olur. Eylemimi cesaretten mülhem sanmak da bir aldanma; Lâkin bu hamlem bana cesamet gibi sadır olduysa kime ne? Öyle de değil işte. İnsan önce kendini sansürleyecek. Yakası açılmamış küfürler dizemiyorum mesela. Niye? İşte aileden alınan terbiye, mahalle baskısı, adab-ı muaşeret, Freud falan. Saate baktım. Öğleden sonra beş. İyice durum öyküsüne kaçmadan müdahale etmeli.
Olay (örgülüsü):
O esnada Arjantin’in Buenos Aires şehrinde içi et ve bezelye dolu taco’sunu geveleyen adam “Acaba Türkiye nerededir?” diye düşündü. Ben de onun bunu düşündüğünü düşündüm. Bazen Afrika’da bir kelebek kanat çırpar ve... “oha” dedim işte tam burada. Hani kendim gibi olacaktım. Adamın taco’su yere düştü. Bir köpek burnu girdi sahneye. Uzun diliyle seri hareketler yaparak etleri yaladı yuttu. Şeyhimi düşündüm. Acaba şu an nerede olduğumu bilse ne yapardı? Zaten kalp gözü açık değil miydi onun. Her şey ayan. Tasalanmaya gerek yok. Kendimizden kaçarken Cerrahîlere takılmanın sebebi nedir?
Köpeğin aynısından Estonya’da da vardı. Tallinn sokaklarını turlayan Norveçli bir turist bunu fark etti. Elf gibi ak yüzlü, altın saçlı değildi bu adam.
Kırmızı, değirmi suratlı, uzun boylu, ebleh biriydi. Köpeğe yaklaştı ve çok baharatlı bulduğu için yiyemediği al pastor’u (bizim dönere çok benziyor) yere bıraktı. Dişleri dökülesi köpek yemeği şöyle bir koklayıp oradan uzaklaştı. Norveçli adam üzüldü. Sevgilisi onu bu hâlde görseydi kendisine acırdı. İnsanoğlu her yerde aynı işte. Sevgilisinin onu bu hâlde görmesine imkân yoktu ki. Hâlbuki o bütün hareketlerini “ya o beni görüyorsa” diye yapıyordu. Köpeği de bu yüzden beslemeye çalışmıştı. Örnek insan olmak, hayvansever gözükmek içindi; ama gerçekte iyilik yapmıyordu ki. Al pastor’u zaten çöpe atacaktı. Genzini acıtan, kursağını yakan yemeği köpeğe vererek iyilik mi yapılırdı. Ne zaman kendi gibi davranmayı öğrenecekti bu Norveçli.
Hâlbuki, sevgilisi o esnada Güney Kore’de bir yemek pazarındaydı. Tezgâhlarda çeşit çeşit yemekler, sümüklü böcekler, ıstakozlar, isimsiz kurtçuklar, domuz burunları, bağırsakları, kuyrukları vardı. Aç karnına soju içmekten midesi yanmıştı onun da. Sake öyle miydi? Süt gibi lıkır lıkır içerdi de bana mısın demezdi. Kızın yanından iki sarışın geçti. “Bunlar da kesin bizim oralardan” diye düşünürken Rusça konuştuklarını fark etti. Belki Ukraynaca konuşuyorlardı da farkı bilmediği için Rusça dedi. Danimarkaca konuşuyor olsalardı öykücü bunu değiştirirdi. Çünkü okur, “Danimarkaca mı varmış? Danca değil mi o yahu?” gibi sorularla öyküden kopabilirdi; lâkin ben kendim gibi olacağım ya, hani güya öyleyim ya!
Foucault’un sarkacına, Namcu’nun setarına, Hegel’in diyalektiğine. Telefon faturamı ödemediğim aklıma düştü o an. Tabiî telefonu kullanamayacağımı fark edince annemi arayasım geldi. Valide Hanım tam o esnada ocakta unuttuğu tencerenin yanık kokusunu aldı. Arasaydım uyarırdım. Her aradığımda alo yerine “ocakta bir şey mi var?” sorusuyla şaşırtırdım annemi. Çoğu zaman haklı çıkardım. Çoğu zaman annem ocakta bir şeyler pişirirdi. Çoğu zaman unuturdu. Yatsının vakti de girmek üzereydi. Pub’ta namaz kılınır mıydı? İçkiliyken namaza yaklaşılmazdı da namazdayken çıplak kadın görülürdü.
Mekândan çıktım. Gecenin ilerleyen saatlerinde, sokakta yürürken, ortam çok karanlıkken, kocaman, kara binalar arasından geçerken ışığı yanan odalar gördüm. Yalnız mıydılar? İçli içli ağlıyorlar mıydı? Alınları kederden kırış kırış olmuş muydu? Ben de ağladım. Romantiklik böyle bir şey mi? Cevap evetse, romantizm denen bu zelilliğe intisap etmiş zevatı izale etmek elzemdi. Meksikalı köpeklerin akrabaları uğulduyordu sokaklarda. Bence “öyküde kendin olma” meselesi bana göre değil. Beceremiyorum. Hangi kelimeyi tutsam, acemi duvar ustası harcı gibi sapır sapır dökülüyordu. Her harf “ikiyüzlüsün” diyordu. İtirazım yok; ama ikiyüzlülük kendim olmaksa o zaman n’apacaktım? Bunu size nasıl anlatırdım. Kazakistan’da hiç okurum olmadığına göre bir Kazağın derdi beni gerer miydi? Germezse niye geriliyordum. Ben beynelmilel olmanın acısını yaşarken (meşhursanız şöhret hastalıklarınız olacak elbette) kimin için uğraşıyordum?
Karton bardaklardan içilen kremalı kahvelere, öksürükle gelip yutulan balgama, bozuk parası olmadığı için dolmuş şoföründen haya eden mahzuna, hiç leğende yıkanmamış gibi kürk giyen kadınlara, hiçbir şeyi beğenmeyen ekşicilere. Sabah nerede uyandığımı size söylemeyeceğim. “Kendim olacağım diye müptezel dedirtemem kendime,” dedim kendi kendime; ama siz de duydunuz değil mi?
- Bunu dayanamayıp sosyal medyada söyledim, olsun yine söyleyeceğim; yeni kuşağın öne çıkan öykücüleri hızla belirmeye başladı, birbirlerini takip ediyor, dergilerde yazıyor, eleştiriyor, coşkularını saklamıyorlar. Benim açımdan bunu izlemek müthiş heyecan verici diğer yandan “ihtiyarladım mı” diye de sormadan edemiyorum. Düğünlerde halay çeken gençleri nemli ve mutlu gözlerle izleyen emmiler gibi hissediyorum :/ (AE)