Mehmet Kahraman Öyküsü
Kitap boyunca kendini gösterecek olan bilinç yolculukları, bilincin farklı katmanları arasındaki fiziki ya da psikolojik çağrışımsal geçişler, aynı öykü içinde beliren anlatıcı değişimleri ve bilinç kaymaları daha ilk hikâyeden kendini gösteriyor.
Gülhan Tuba Çelik: Bilinç Yolculukları ve Sahne Parçacıkları
Mehmet Kahraman’ın üçüncü öykü kitabı Babamı Öldüren Şeyler, geçtiğimiz aylarda okurla buluştu. Babamı Öldüren Şeyler’de kendinden önceki kitaplar Minareden Düşen Ezan ve Işıklar Açık Kalsın’ın ayak izleri görünse de şunu peşinen söyleyebiliriz: Mehmet Kahraman bu kitaptaki öykülerini bilincin farklı katmanlarında var etmeyi başarmış. Hatta bunu özellikle yapmış.
Minareden Düşen Ezan’da ince ince örülmüş duygu-düşünce dünyası ve sosyal ilişkiler; kahramanın her zaman bir anne, bir eş, bir baba, bir oğul olarak ön plana çıkması; hayatın kötü yanlarını görmezden gelecek kadar sorumluluk sahibi olan bireylerin çokluğu dikkat çekiyordu. İkinci kitap olan Işıklar Açık Kalsın’da sorumluluk bitmediği gibi üstüne bir de dünyanın ağırlığı inmişti. Devletlerin, ekonomik sorunların, krizlerin, savaş ve göçün pençesinde kıvranan insanların yükü daha da artmıştı. Panaromasını tamamlayan Mehmet Kahraman Babamı Öldüren Şeyler’de, insanları çevrelerindeki olaylar ya da varlıklarla çoğaltmak yerine, aynı insanın farklı bilinç düzlemlerindeki anıları ya da hayalleriyle hikâyeyi genişletiyor. Duyarlılığı daha ilk kitabından beri hissedilse de insana çok daha yakından, çok daha derinden bakmayı tercih ediyor.
Kitap boyunca kendini gösterecek olan bilinç yolculukları, bilincin farklı katmanları arasındaki fiziki ya da psikolojik çağrışımsal geçişler, aynı öykü içinde beliren anlatıcı değişimleri ve bilinç kaymaları daha ilk hikâyeden kendini gösteriyor. “Cennet Gibi Bir Şey”de görünen zaman akıyor, hayal edilen zaman kuruluyor, geride kalan zaman canlılığını koruyor. Anlatıcı şahıslar noktasında olmasa da anlatılan zaman konusunda kesinlikle bir çeşitlilik mevcut.
“Ekmek Bayatlatma Odası”nda daha cesur bir hamle görüyoruz. Öykünün başında, gazetedeki bir fotoğrafa bakan iki erkek kahraman yüzeysel bilinçtedir. Fotoğraftan yola çıkıp konuşmaya yoğunlaştıkça, daha derinlerdeki bilinç -çağrışım ve anıları ile- ortaya çıkar. Altta olanın üste çıktığı bu değişimde, başka bir zamana ve mekâna yolculuk ederiz. Bu yolculukta insanlar da başkadır. Böylece aynı insanın farklı bilinç düzeylerinde nefes alan değişken hallerinin varlığıyla zenginleşen bir öykü yapısı görülür. Öykü boyunca, anlatıcılar, keskin bir çizgi olmadan birbirine karışır, kahramanların zamanları iç içe geçer, küçük küçük sahnelerden oluşan bir hikâye dünyası oluşur. Çağrışımlar, görüntüler, bilinç akışı ve zaman sıçramaları özellikle kurulmuş gibidir. “O An”, “Kurgulanmış Bir Hayat” ve “Kız Babası” öyküleri de bu çabanın başarılı örneklerini verir.
“Bitmeyen Yol”da babası ile düğün pilavına giden otuz beş yaşındaki oğul yine bilinç yolculukları ile var olur. Yürüyüş boyunca deyim yerindeyse yeniden var eder kendini. Babasının bir sözünden yola çıkıp dün başına gelen olayı hatırlar veya çocukluğundaki çeşitli sahneler hatırına gelir. Bunlar basit bir anımsama değil özellikle kurulan önemli parçalardır. Böylece kahraman farklı bir bilinç düzeyinde, güçlü bir şekilde ortaya çıkar. Bir sonraki hikâye “Babamı Öldüren Şeyler” de teknik anlamda yukarıda söylediklerimizden aykırı bir duruma sahip değildir. Yeri gelmişken bir parantez açmakta ayrıca fayda var. “Bitmeyen Yol”, “Babamı Öldüren Şeyler” gibi baba oğul merkezli öyküler ufak bir gerilime sahip olsalar bile oğul her zaman sevgi dolu, sorumluluk sahibi ve anlayışlıdır. Maddi imkânsızlıklar onu her zaman fiziksel ya da psikolojik bir şiddete maruz bıraksa da; oğul, kolektif yokluğu anlar ve bu yüzden kimseyi suçlayamayacağını bilir.
“Kor” ve “Anahtar” öykülerinden ayrıca bahsetmek gerekir. “Kor”un geçmişteki mağdur genç kızı ve “Anahtar”ın Bülent’i bilinç yolculuklarının derinliklerine duyulan bir açlığı ve arayışı ima eder. Yani delirmek aslında çok kolaydır. “Sen Ben ve Bilmediğimiz Diğerleri”nde bilinç düzeyi ile bilinçaltının paralel ilerlemesi, “Bilmediğim Bir Şey Söyle”nin Şeri’si’nin delilik sınırlarında gezinmesi de dikkat çekicidir. Bu öyküler bilinç düzeyindeki sahneleri önemseyen bir öykücünün, bilinçaltına doğru yapmak istediği kazı çalışmalarını işaret eder.
Babamı Öldüren Şeyler taşralı ya da şehrin kenarındaki çocuklukları, ince düşünüş ve duyarlılıkları, bilinç akışıyla açılan yeni sahneleri, silik annelerin otoriter kocalarını, kaçılmaya cesaret edilemeyen Kuran kurslarını, evde kalmış kızları, eve geri dönen kadınları, kız babalarını, oğulları, mesai çıkışı karısı ve çocuğuna dönen adamları içerir. Mekân özellikle belirtilmese de kahramanların pilava gitmesinde, dolmuş bekledikleri mevkilerde, geçtikleri caddelerde Konya’yı görürüz.
Babamı Öldüren Şeyler’in kahramanları, aykırı olana sempati duyup yardımcı olurlar fakat kendileri düzgün olmaya önem verirler. Bu düzen içten gelen bir inanış olarak görünse de derinlerde bir yerde erk korkusu, toplum baskısı ön plandadır. Çoğu kahraman bunu hissetse de yaşadığını dile getiremez. Bir yandan da zorluklarla mücadelede hayata küsme değil sabır görülür. Bu mücadelede ailenin baskın kutsiyeti ve din olgusunun rahatlatıcılığı inkâr edilemez. Rutini yaşamayı önemseyen kahramanlar çok güçlü değildir. Bunalıp şaşırıp yolunu kaybedebilirler. Hikâyeler de bu ruh hallerine uygun olarak net kararlarla bitmez, tıpkı kahramanları gibi, kendilerini kaderin güvenli akışına bırakıp yollarına devam ederler.
Ahmet Melih Karauğuz: Okuru Öldürmeyen / Babamı Öldüren Şeyler
Hepimizin anlatacak bir hikâyesi var şu dünyada. Hepimizin hayatı yeni bir hikâyenin sayfalarına açılıyor her gün. Attığımız her adım, girdiğimiz her yol, söylediğimiz her söz yeni bir hikâyenin giriş paragrafını oluşturuyor belki de. Hatta belki de her birimiz, büyük bir hikâye yaratıcısı için çalışan çalışkan arılarız. Bütün bir ömrümüzü, uzun ya da kısa da olsa öz, hakiki bir hikâye için geçiriyoruz. Her birimiz aslında anlatacak ya da anlatılacak bir hikâyemiz olsun diye çabalıyoruz.
Mehmet Kahraman hikâyeye geç başlayan ama hikâyesini çabuk bulan öykü yazarlarımızdan. Geçtiğimiz aylarda Hece Yayınları’ndan çıkan Babamı Öldüren Şeyler kitabıyla üçüncü öykü toplamını bizlerle buluşturdu. İlk öykü kitabıyla üçüncü öykü kitabından bu yana yaklaşık beş yıllık bir zaman farkı var. Beş yılda yüzlerce öykü yazmış demek bu Mehmet Kahraman için. Onun dışında, Mahalle Mektebi dergisinin öykü editörlüğünü yapması, yüzlerce öykü okuyup eleştirmek, onları oldurmak için bir çabanın içinde olmak demek. Mehmet Kahraman öykü için ciddi emekler veren bir isim. Bu emeklerin bir yansıması olarak da iki yılda bir Mehmet Kahraman öykü kitabı okumaya alıştık okurlar olarak.
Mehmet Kahraman öyküsüne baktığımızda, ilk dikkatimizi çeken, başta kitap adları olmak üzere, üzerine koyarak ilerleyen, genişleyen, büyüyen bir öykü evrenine sahip olduğu. Minareden Düşen Ezan’la başlayan serüven, Işıklar Açık Kalsın’la devam etti. En son kitabı olan Babamı Öldüren Şeyler de gerek kitap adı ve gerekse kitaplardaki öykülerin geneli olarak baktığımızda daha da güzelleşen, iyileşen bir öykü dünyası izlenimini uyandırıyor.
Mehmet Kahraman’ın ikinci kitabıyla üçüncü kitabı arasında gözle görülür en belirgin fark, ikinci kitaptaki öykülerin karanlık dünyasının bu kitapta olmayışı. İkinci kitap fazlasıyla karanlık bir atmosfere sahipti ama Babamı Öldüren Şeyler hayatın vasatında, bir önceki kitaba göre biraz daha renkli, hayatın içine daha sağlam basan öykülerden oluşuyor. İkinci kitaptaki karanlık hikâyeler bir insanın hayatında uzun süre yer edemeyecek kadar karanlıktı. Ama Babamı Öldüren Şeyler’de acının, ölümün, kayıpların, pişmanlıkların tonu daha yaşanabilir, daha gerçek. Bu bakımdan üçüncü kitap, ikinci kitaba göre daha kolay alıyor içine insanı, kolay kolay da bırakmıyor.
Mehmet Kahraman titiz bir dil işçisi. Savruk bir öykü dünyası yok. Titiz ve planlı. Her öyküsünde bunu rahatça görüyoruz. Kitabın ilk öyküsü “Cennet Gibi Bir Şey” öyküsünde de bunu görüyoruz. Kelime seçimleri, anlattığı âna ve zamana uygun olarak kurduğu öykü dünyası Mehmet Kahraman öyküsünün ne olduğuna dair ipuçları veriyor bize. Erkek çocukların dünyası üzerinden bir takım pişmanlıklar, hayaller etkili bir biçimde aktarılıyor.
Mehmet Kahraman’ın bu kitabında bir önceki kitaplarından farklı olarak biçimsel bir öyküsü de bizi karşılıyor. “Bir Rüyanın Ömrü Kadar” başlığını taşıyan öykü, iki dostun sosyal ağ üzerinden konuşmalarını içeriyor. Öykü, Mehmet Kahraman’ın genel öykü çizgisi üzerinden ilerliyor ve yine pişmanlıklar, keşkeler, zamanında itiraf edilememiş, söylenememiş, insanın ruhunda derin yaralar ve boşluklar oluşturan durumları anlatıyor. Öykü, sosyal dünyanın biçimsel olarak öykümüze etkilerinin somut bir örneği olarak değer kazanıyor.
Cortazar’ın boksun özellikleri üzerinden bir öykü-roman karşılaştırması yaptığı söylenir. Cortazar’a göre “Roman boksta maçı puanlarla kazanma sanatıdır. Öykü ise nakavt etme.”Mehmet Kahraman’ın bu kitabındaki öykülerine baktığımızda nakavt etmek yerine maçı puanla kazanmayı seçen bir yazar görüyoruz. Öykülerde puan alacak her şey var. Ancak ölümcül vuruş eksik. Tüm öykülerde okur vurucu, sarsıcı bir son beklerken bunu bulamıyor. Mehmet Kahraman’ın öyküleri Babamı Öldüren Şeyler ama maalesef okur ölmüyor. O son vuruş, o zihinlerden kazınmayacak an bir türlü gelmiyor. Kahraman maçı kazanıyor ama zihinlerde yer edip edemeyeceğini zamanın göstereceği bir yerde bitiriyor.
Ali Güney: Özgürlük ile Öz Denetim Arasında: Babamı Öldüren Şeyler Üzerine
Ödüllü öykücü, Mahalle Mektebi dergisi öykü editörü Mehmet Kahraman’ın üçüncü öykü kitabı “Babamı Öldüren Şeyler”. İlk iki kitabıyla öykü dünyasında saygın bir konuma ulaşmış Mehmet Kahraman’ın son kitabı, bu sayıda konuğumuz.
Kitabın ismi ile başlamak istiyorum. Öyle ki Kahraman, çok etkili bir isim bulmuş. İnsanı meraklandıran, kitabın muhakkak okunması gerektiği hissini uyandıran enfes bir başlık.
Kahraman’ın anlatısında, gerçeği kılcallarında hisseden bir kurgu anlayışı görürüz. Hayatın içinden seçilen tiplerin mekanik bir seyirle ilerlediğine şahit oluruz. “Kurgulanmış Bir Hayat”ta öykü kişisinin yağmurlu bir günde yürürken dolmuşa binmeyerek yürümeyi tercih etmesi durumunda olduğu gibi. Öykü kişisinin neredeyse her bir adımını hesap ederek oluşturulan bir hikâye anlatır. Ne anlattığını bilerek ilerlemenin güveni sezilir. Eklemek gerekirse, Mehmet Kahraman öykülerinde kör bir neden sonuç ilişkisine de rastlamayız.
Öykülerde, okuyucu da metnin bir parçası konumundadır. Öyküde serinkanlı boşluklar bırakmaz Kahraman, finale de vurucu bir etki yapma hevesiyle yönelmez. Öyküsünü, bir taşın su yüzeyinde dalgayı oluşturması gibi anlatır. Matematiğe çok yaslanarak kurgu oluşturması, hikâyeyi gerçek olana dayandırma çabası yer yer kronikleşir.
Bilindik bir belirleme olacak ama öykü kitabının bir keşif, bir dil reformu yahut özgün bir anlatı oluşturması esastır. Bunlardan herhangi biriyle (belki ikisiyle, keşke hepsiyle) bir farklılık oluşturma çabası, yazarı öne çıkarır. Kahraman yazısını kurarken, hayatın tam ortasından seçtiği öykü kişilerini kurgu hatası yapmamak üzerine inşa eder. Dili önemser. Bu çok kıymetli. Ama böyle olunca anlatı, kendi üzerinde bir zar örmeye başlar. Hayatı doludizgin yaşamak isteyip içinde kalanların hikâyelerini okurken, bu zarın yırtılmasına ihtiyaç duyulduğunu hissediyorum. Birçok öyküde yazının yırtılıvermesini çok bekledim. Burada bir eleştiri alabilirim, yazarın konumu, okurun beklentisi vb... Kabul ediyorum. Ancak Mehmet Kahraman, öyküsünde bize dair anlattıklarıyla değerli bir maden bulmuş. Bunu işlerken özgürlük ile özdenetim arasında hareket etmenin sancısını yaşayan bir üsluba sığınıyor. “Yarın Bu Saatte” öyküsünde şöyle bir cümle geçer, “Asıl anlatmak istediğim şeye gelemiyorum bir türlü. Dur şimdi onu anlatacağım.”
Tıpkı öykü kitabının başlığında yaptığı gibi, hepimizi toz-duman edebilecekken, niyedir bilinmez, kanaatkâr bir münzeviye dönüşüyor.
Bir yenilik çabası olarak sosyal medyayı öyküye dâhil etme çabası ayrıca önemlidir. “Bir Rüyanın Ömrü Kadar” isimli öyküsünde iki eski arkadaşın sosyal medya uygulaması üzerinden ara ara konuşmalarını, dertleşmelerini, hayatı muhasebe etmelerini okuruz. Bu çaba çok önemli ama benim burada değinmek istediğim, yazarlarımız bu yenilikleri öykülerine yansıtırken, özellikle yayınevlerine düşen mühim işler. Bu öykü kitapta yer alırken daha güzel bir tasarımla sunulabilir ve öykünün etkisi yükseltilebilirdi.
Walter Benjamin, Hikâye Anlatıcısı isimli ünlü makalesinde “Hikâye anlatıcısının psikolojik nüanslardan vazgeçişi ne kadar doğal yollardan olursa, hikâyenin dinleyicinin hafızasında yer etme şansı da o kadar artacak, hikâye tümüyle ona mal olacak...” der. Böyle.
Mahmut Sami Yıldız: Felakete Şahit Olmak
İnsanoğlu bir şahit olarak yaşıyor yeryüzünde. Ailesinin şahidi, arkadaşlarının şahidi, komşusunun, ülkesinin, çağının şahidi. Sürekli bir şahitlik hâli. Bu durum insanoğlunun mayasında var. Kâlûbelâ’dan beri.
Her an her şeye şahit olan insan, ancak bu durumun farkına varırsa hikâye sahibi olabilir. Yani hikâyeyi doğuran şahit olma hâlidir. Ve şehadet için görmek yeterli değildir, işitmek, tatmak, koklamak ya da dokunmak yeterli değildir. Somut beş duyudan süzülen özün ruha dokunmasıyla başlar şahitlik. Mültecileri herkes görebilir fakat onların hâlinden anlamak, hissetmek çok daha farklıdır. O mültecilerin hikâyelerini, yalnızca onların acılarına şahit olan anlatabilir. Demem o ki; hikâyeci, şahit olan ve daha da önemlisi şahitliğinin farkında olan kişidir.
Mehmet Kahraman, şahitliğinin farkında olan ve şahit olduklarını anlatmaktan çekinmeyen bir yazar. Son öykü kitabı olan Babamı Öldüren Şeyler tamamen bu şahitliğin mahsulü olan öykülerden oluşmakta. Kocasının eziyetlerine katlanamayarak baba evine dönen bir kadının mahcubiyetini, iş yerindeki hemen herkesin dalga geçtiği evde kalmış bir kadının evlenme hayallerini, bir babanın yaşamı boyunca ölüme denk saydığı acılarını ve daha nicelerini görüyoruz bu kitapta. Hemen her gün karşılaştığımız fakat dikkatimizden kaçan bu olaylara şahit olmamıza, hassasiyetimizin bilenmesine vesile olan Kahraman’ın öykü yazarlığından ziyade hikâye anlatıcılığına yakın olduğunu söyleyebiliriz. Hem biçim hem de dil bakımından sadeliğin tercih edildiği öykülerle okuru, oturma odasında laflayan bir ailenin bireyi gibi hissettirmeyi başarıyor yazar.
Öykülerdeki sadelik, biçim ve dil ile sınırlı kalmayıp kurguya da sirayet etmiş. Girift olmaktan epey uzak olarak kurgulanmış bu öykülerde iki temel eksiklik olduğunu düşünüyorum. Birincisi merak unsurunun oldukça zayıf olması. Bahsettiğimiz üzere öykülerin konusu günlük yaşamdan seçilmiş. Herkesin bir şekilde karşılaştığı bu olayların seyri de gayet tahmin edilebilir olduğundan okurun sıkılması yer yer kaçınılmaz oluyor. Bu açıdan Mehmet Kahraman’ın “neyi anlattığından” çok “nasıl anlattığını” önemsediği gözden kaçmıyor. İkinci eksiklik ise etkili bir finalin yokluğu. Seyri tahmin edilebilir öyküler, yine tahmin edilebilir ve basit bir şekilde sonlanıyor ve bu durum, her öykü okurunun içinde var olan nakavt olma arzusunun karşılıksız kalmasına sebep oluyor.
Bu iki eksiklik ise yine sadelik ve akıcı bir ritimle harmanlanan “felaket” hikâyeleriyle kotarılmış. Belli ki yazar, olumsuz duyguların olumlulara nazaran çok daha güçlü, etkili ve kalıcı olduğunu iyi biliyor. “Büyük Resim” adlı öyküde geçen “Aslında felaket hikâyeleri anlatmayı severim. İnsanlar sizi daha bir ilgiyle dinlerler.” cümleleri de bu durumun kanıtı mahiyetinde.
Hasılıkelâm, Babamı Öldüren Şeyler, bizim hikâyemizi olduğu gibi yine bize anlatıyor. Ne bağırarak ne de fısıltıyla konuşuyor. Dümdüz diyor ki: Babamızı öldüren şeyler, elbet bir gün bizi de öldürecek. Ölmeden önce ölüme şahit olmak istemez misiniz?
Arda Arel: Herkes Öldürür Sevdiğini
Başlığı Tuncel Kurtiz’in o davudi sesiyle okuduysanız, kulak verebilirsiniz bu dediklerime. Evet, ölüm Mehmet Kahrman’ın yeni kitabı Babamı Öldüren Şeyler’deki öykülerin neredeyse ortak derdi. Zaman ne denli değişirse değişsin insanoğlunun her daim başucundaki meselesi, ensesindeki soluğu olacağı için ölüm, elbette her yazarın ömründe en az bir kereliğine de olsa tahkiye vagonunu çeken lokomotifi olmalı. Bu kadar içimizden ve hepimize ait başka ne olabilir, belki aşk...
Yine de ölüm, ölmek, öldürmek bütün albenisine rağmen, tahkiyeye girdiği andan itibaren beraberinde şüphesiz yazar için büyük bir risk getiriyor. Nasıl getirmesin, kendileri dildeki en yorgun mefhumlardan... İşte öykücünün de alametifarikası tam olarak burada peyda oluyor, olmalı: Onu, öncekilerden farklı verebilmek...
Mehmet Kahraman’ın öykülerindeki başarılı üslubu, akıcı dili, kelime seçimlerindeki doğallığı gördükçe acaba diyorum... Bence daha iyi işleyebilirdi muhtevayı. Ölüm mefhumunun beraberinde getirdiği ezber dramların ve türlü klişelerin dışında bir öykü mümkün. Tabii ki bu benim tercihim, yazarı bununla mükellef tutmak abes kaçar. Zira Babamı Öldüren Şeyler’deki öyküler, ezber dramlara ve türlü klişelere rağmen etkileyici. Daha da önemlisi kendini okutuyor.
Basit ve bildik yerden yaklaşıyor hikâye ve yine öyle devam ediyor. Cortazar’ın o meşhur “Roman sayıyla kazanır, öykü nakavtla” yorumu Kahraman’ın öyküleri için geçerli değil. Sürpriz final olacaksa bile hikâyeye dışardan eklemlendiği için aynı etkiyi yaratmıyor. Ama kimin ihtiyacı var ki sürpriz finale pekâlâ diyebilirsiniz çünkü öykünün olmazsa olmazı değil. Başta dediğim gibi bir öykünün iyi bir öykü olabilmesi ve okuruna kendini okutabilmesi için elzem olan her şey zaten Mehmet Kahraman öyküsünde mevcut: Başarılı bir üslup, akıcı bir dil ve bildik bir hikâye... Bu toplamda Mehmet Kahraman öyküsü için samimi dememiz öyle sanıyorum en kâfi ve hakiki yorum olacaktır.
Öykü maskesini kuşanıp, bin bir taklayla meraklısı okuru öldüren öyküleri okumaktansa, Babamı Öldüren Şeyler’i okumayı yeğlerim.