Mecburi Yön
Sahilde, kafası karmakarışık yürürken bir şişe buldu. Dün lodos vardı. Sabahtan akşama kadar dalgalar dövmüştü sahili. Bir dünya ıvır zıvırı geri iade etmişti deniz. Şehir çöplüğünü belli bir düzende yığmışlar gibi öbek öbek çöp birikmişti. Şişeyi tesadüfen gördü.
Bütün hikaye, müflis sayısal loto bayii, eski esnaf Rıza’nın sahilde yürürken içinde beyaz kâğıt olan bir şişe bulmasıyla başladı. Yok. Bitti demek lazım belki de. Aslında Rıza için hikayenin sonu, meraklıları içinse henüz başıydı desek daha doğru olur.
O gece yine karısıyla uzun bir ağız dalaşı yapan Rıza, daha güneş doğmadan attı kendini dışarı. Uykusuzluktan gözleri acıyordu. Uzun zamandır huzurlu bir gece geçirmişliği yoktu. Deliksiz uykuya hasretti. Evden çıkınca yine doğruca sahile yöneldi. Mahalledeki fırından bir simit aldı. Artık simit yemekten de bıkmıştı. Düzensiz beslenmeden dolayı bünyesi zayıf düşmüştü. Yorgun ve bezgin bir şekilde, neredeyse ayaklarını sürüyerek yürüyordu. Bu yaşında başına gelenlere inanamıyordu.
Sahilde, kafası karmakarışık yürürken bir şişe buldu. Dün lodos vardı. Sabahtan akşama kadar dalgalar dövmüştü sahili. Bir dünya ıvır zıvırı geri iade etmişti deniz. Şehir çöplüğünü belli bir düzende yığmışlar gibi öbek öbek çöp birikmişti. Şişeyi tesadüfen gördü. Can sıkıntısıyla bir konserve kutusunu tekmeledi. Kutu gitti pet şişeleri dağıttı. Tesadüf biri dik kaldı. Tam ona da esaslı bir tekme atacaktı ki, şişeyi gördü. Sıradan bir şişe sandı önce. Ama dikkatli bakınca ağzının sımsıkı kapalı olduğunu, içinde de beyaz bir kâğıt olduğunu fark etti. Ulan millet sihirli lamba bulur, ben de bula bula bir ruh hastasının notunu buldum anlaşılan, diye söylendi. Sonra bunun, zengin birinin kendi kendine oynadığı bir oyunun parçası olabileceğini düşündü. Neden olmasındı? Zengin adam, kocaman yalısında yalnızlıktan ve can sıkıntısından patlıyordu. Hemen denizin kenarına kurdurduğu sofrasında havyar, karides, ıstakoz gibi şeyler yerken içine not yazdığı bir şişeyi her ay düzenli bir şekilde denize atıyordu. Bir yandan purosunu içiyor, bir yandan da şişenin kime rastlayacağını merak ediyordu. Neden olmasındı? Notu getirene yüz bin lira veriyordu. Zenginle delinin ne yapacağını kim bilebilirdi! Hahahahaha!
Bunlar aklından geçince iştahla atıldı şişeye.
Rıza böyle telaşla ileri atılınca, elinde metal dedektörüyle çöpleri tarayan bir adam kuşkulandı. Değerli bir şey bulduğunu sanmıştı anlaşılan. Şişeyi adama doğru salladı. Değersiz bir şey olduğunu anlasın istedi. İşe yaramaz bir not yüzünden boğazının kesilmesini istemiyordu. Afiyet olsun, diye bağırdı adam uzaktan. Rıza güldü. Bir ayyaş, sahilde bir şişe şarap bulur ve işte mutlu son, diye söylendi.
Biraz uzaklaşınca şişeyi dalgakırana vurdu. Kâğıdı aldı. İşte o zaman gördüğüne inanamadı. Bu kâğıt, şehirde Rıza’dan başka kimin eline geçerse geçsin değersiz bir çöp olarak görülürdü. Bu şehirde, hatta dünyada bu kağıdın değerini Rıza’dan başka anlayacak yoktu.
Kâğıt, tam on üç ay yirmi bir gün önce çekilen sayısal lotonun yetmiş milyon lira değerinde olan talihli kuponuydu. Rakamları kendi adından daha iyi biliyordu. Ezberindeydi. Hiç unutmamıştı. Bu çekiliş, zaten kötü giden işlerine son ve en büyük darbeyi vurmuştu. Uzun zamandır onun bayisinden büyük ikramiye çıkmıyordu. Cenabet bayi diye adı çıkmıştı şehirde. Yabancılar hariç, düzenli oynayanlar uzun zamandır uğramaz olmuştu dükkana. Tek umudu, her hafta devredip duran sayısal lotoyu onun bayisinden oynayan bir talihlinin kazanmasıydı. O zaman eskisi gibi kuyruk olurdu müşteriler. Yeniden itibarı artardı. Para kazanmaya başlar, borçlarını ödeyebilirdi.
Rıza böyle dua ederken büyük ikramiye devrede devrede yetmiş milyona dayanmıştı. Her sabah dükkanı aynı temenniyle açıyordu. Dudakları kıpır kıpır; başını gökyüzüne kaldırıp; Allah’ım gülüver yüzüme. Amin.
İşte tam o hafta bir mucize oldu. Bütün ümitlerini yitirmek üzereyken, köprüden önceki son çıkışı kaçırmak üzereyken, dükkanı kapama hesapları yapmak üzereyken acayip bir şey oldu. Sayısal lotonun büyük ikramiyesi Rıza’nın dükkanından oynanan bir kupona çıktı. Loto idaresi arayıp tebrik etti. Bunu öğrenince çok sevindi, acayip sevindi, oh dedi Rıza. Rahatladı. Ferahladı. Dile kolay. Yetmiş milyon. Parayı kendi kazanmış gibi sevindi. Yoksa bir ay daha dayanamazdı. Kapatırdı dükkanı. Neyse ki...
Güzel haberi aldığı gece uyuyamadı. Sabahı zor etti. Zaten o geceden sonra doğru düzgün uyuyamadı. Huzurlu uykular da, iştahlı yemekler de haram oldu Rıza’ya. O gece sabaha kadar dönüp durdu yatağında. Bu haberi hemen şehre yaymalıydı. Çok bir şey yapmasına gerek yoktu aslında. Sabaha herkes öğrenmiş olurdu. Yine de büyükçe bir brandaya yazı yazdırıp asmalıydı. Yetmiş milyon buradan çıktı. Birkaç kilo şeker, çikolata falan alsa fena olmazdı. Büyük bir şişe kolonya. Yarın ana baba günü olurdu dükkan. Tebriğe gelenler, sayısal oynamaya gelenler. Düşündükçe keyiflendi. Keyiflendikçe uykusu kaçtı. Uykusu kaçtıkça yeniden yeniden planlar yaptı. En ince detayına kadar düşündü her şeyi. Oh dedi, oh.
Sabah namazından hemen sonra erkenden geldi dükkana. Güneş doğmak üzereydi. Büyük pasajın girişine geldiğinde bütün keyfi kaçtı. Tam dükkanın önünde birisi yatıyordu. Ayyaşın biri sızıp kalmış olmalıydı. Kovarım gider diye düşündü. İnşallah ölmemiştir, diye dua etti. Adam, hareketsiz yüzü koyun yatıyordu. Sokulup dürttü. Kıpırtı yok. Sarstı. Yok. Tutup çevirdi. Adamı tanıdı. Dört ay önce iflas eden dükkan komşusu Kamil’di. Nabzına baktı. Bedeni buz gibiydi. Ölmüştü. Hay Allah, dedi içinden, bir bu eksikti. Tam da işler düzelecekken... Şimdi polisler, soruşturma falan, büyük ikramiyenin başarısını gölgeleyecekti. Ah ulan Kamil, dirinden ayrı çektim, ölün bari başıma dert olmasa, diye söylendi kızgınlıkla.
Kamil’le esnaf kefaletten kredi çekmek için birbirlerine kefil olmuşlardı. Rıza borcunu ödemişti ama Kamil ödememişti. İşleri çok kötüydü. Dört ay önce iflas edip dükkanı da kapatınca bütün borç Rıza’ya kalmıştı. Şimdi de tam dükkandan oynanan kupona büyük ikramiye çıktığı gün gelip kapısının önünde ölmüştü. Ah ulan Kamil! Tam da bugün yapılır mı lan bu! Ben senin... diye saydırdı Rıza. Parayı Kamil’in karısından ya da çocuklarından alamayacağını bildiğinden daha çok canı sıkıldı. Kendi derdimiz yetmiyor gibi elalemin borcu da kaldı üstümüze, diye hayıflandı.
Kamil son zamanlarda sayısala dadanmıştı. Her hafta gelip düzenli oynuyordu. Rıza içten içe, ulan borcunu ödemiyorsun ama kumar oynuyorsun diye kızsa da, ses etmiyordu. Kamil de her hafta aynı şeyleri söylüyordu; “Rızacım, bu hafta tamam bu iş. Büyük ikramiye çıkmasa da ucundan bir şey çıksa yeter, meraklanma sen, hemen hallederim borcumu. Hem senin itibarını da kurtarırım. Cenabet bayi söylentisinden kurtulacaksın,” diyor, tam burada gevrek gevrek gülüyordu. “Ah ulan Rıza, karıları boşayıp mersedes bile alırız,” diyerek çıkıyordu dükkandan. Her hafta aynı. O gittikten sonra bu sefer Rıza başlıyordu söylenmeye; “Mersedes alacakmış pezevenk. Sen önce aç karnını doyur, borcunu öde. Beni kurtaracakmış, kendini kurtar lan önce. Pöh!"
Neyse ki polis faslı fazla uzun sürmedi. Kalp krizi dediler. Cenazeyi alıp gittiler.
Bugün Kamil’in cenazesiyle falan uğraşacak durumda değildi. Bugün büyük gündü. Dükkanında oynanan bir kupona büyük ikramiye vurmuştu. Bunu iyi değerlendirmeliydi. Ne zamandır doğru düzgün bir ikramiye kazandırmadığını düşündü. Ufak tefek paralar hariç hatırlayamadı. Normal zaman olsa kapıya cenazemiz var yazar, cenazenin bütün safhalarına nezaret ederdi. Ama bugün başka...
Rıza o gün, ertesi gün, sonraki gün ve gelecek günlerde boşuna bekledi. Aldığı kolonya, şeker, çikolata boşa gitti. Canı sıkıldıkça kendisi yedi. Yazdırdığı büyükçe yazı soldu gitti ama gelen giden olmadı. Büyük ikramiye çıktı diye dükkana akın akın müşteri beklerken tam tersi oldu. İkramiye kazanan kendisini açık etmemek için bayiye uğramasa bile kuponu idareye götürüp parasını alırdı ama o da alınmamıştı. Bu sefer, ikramiye çıkanlar parasını bile alamıyormuş, diye söylenti çıktı. İşleri iyice bozuldu.
İşte o gün Rıza’yı iflastan kurtaracak, işlerin yeniden yoluna girmesini sağlayacak olan ikramiyenin kuponu tam on üç ay yirmibir gün sonra sahilde bulduğu bir şişenin içinden çıktı.
***
Kamil o gece teleteksi açıp numaraları gördüğünde gözlerine inanamadı. Yeniden yeniden kontrol etti. Televizyonu kapattı. Biraz durdu. Tekrar baktı. Doğruydu. Kalktı. Mutfağa gitti. Su içti. Tekrar baktı. Doğruydu işte. Bal gibi kazanmıştı. İçi içine sığmıyordu. Bu arada heyecanını, sevincini evdekilere belli etmemeye özen gösterdi. Hele ki karısına.
Nihayet karısından kurtulacaktı. Kafasında türlü planlar kurmaya başladı. Kazandığını belli etmeden boşanıp, sonra ikramiyeyi almayı düşündü. Böylece bu mendebur kadına zırnık koklatmamış olacaktı. İşler iyiyken sıkıntı yoktu ama zaten asıl yüzü yoklukta çıkmıştı ortaya. İşler kötü falan anlamıyordu kadın. İflas ettikten sonra bile konforundan taviz vermemişti. Hatta dükkanın camlarına gazete yapıştırıp, anahtarı mal sahibine teslim ettiği akşam elinde bir dünya poşetle alış-verişten dönmüştü. Bir sürü mantosu, başörtüsü olduğu halde gidip yenilerini almıştı. Hem de hepsi markalı. Böylece borçlu olmadığı son bankadan, daha dün almayı başardığı kredi kartının limiti de dolmuştu. Büyük kavga ettiler. Kamil hâlâ düşündükçe deli oluyor. Şimdi intikam vakti, dedi içinden. Hiçbir şeyden habersiz çekirdek çitleyen karısına bakıp manalı manalı gülümsedi.
Kararını vermişti. Kuponu saklayacak, boşandıktan sonra gidip alacaktı ikramiyeyi. Ama o zamana kadar Rıza’ya yardım edemez, arkadaşı da iflas ederdi. Olsun, dedi kendi kendine. Nasılsa para var! Ona da veririm diye düşündü. Ama onu böyle sıkıntıda bırakmaya gönlü elvermedi. En azından yapmayı düşündüğü şeyden ona bahsedebilir, boşanana kadar sabretmesini, dişini sıkmasını isteyebilirdi. Evet. En doğrusunun bu olduğuna karar verdi.
Evde duramadı. Heyecanlıydı. Sevinçliydi. Gece olmasına rağmen şehrin sokaklarında coşkuyla yürüdü. Montunun fermuarlı iç cebine özenle koyduğu kuponu sık sık yokladı. Rüya değildi olup biten. Gerçekti. Çabucak boşanıp hemen yeni hayatına başlamalıydı. Çocukları alacaktı yanına. Onları da kendisine benzetir bu kadın, diye söylendi kızgınlıkla. Bu arada eski dükkanına kadar gelmişti. Üzüntüyle baktı. Yıllarını geçirdiği, ekmeğini kazandığı yer şimdi ölü bir beden gibi duruyordu karşısında. Oysa bir zamanlar renk renk çiçek kovaları taşardı dışarıya. Güller, karanfiller, papatyalar... İşler iyiydi o zamanlar. Hele çelenk iyi para kazandırırdı. Bazen şehirden hatırlı, tanınmış biri ölünce bayram ederdi. O zaman gece bile çalışmak zorunda kalırdı siparişleri yetiştirmek için.
Hey gidi günler, dedi içinden.
Sonra ne olduysa yavaş yavaş düştü işler. Günden güne bozuldu. Eskiden insanlar daha mı inceydi, zarifti acaba diye düşündü. Akşam eve giderken sevdiklerine çiçek alanlar gittikçe azalmıştı. Karısına sevdiği çiçeklerden bir buket yaptıranlar birden çekilmişti sanki. Sevgilisiyle ilk buluşmaya gidenler bile çiçek almaz mıydı? Daha da kötüsü, çelenk yerine vakıflara, derneklere bağış yapabilirsiniz diye akıl veren cenaze yakınları oldu. Evet evet, dedi Kamil içinden. En büyük darbeyi onlar vurmuştu. Birden yayılmıştı bu durum. Sonra her gün bir öncekini aratır olmuştu. Ayrıca, satılabilecek ne varsa raflarına dolduran büyük marketler de tüy dikmişti. Çiçek tohumundan tutun da, hazır gübreli toprağa, saksı çeşitlerinden, vitaminli sıvılara kadar her şeyi satar olmuşlardı.
Zaten giderler dağ gibiydi. Dükkanı hiç açmasan bile hatırı sayılır bir sabit gider vardı. Kiracı olmanın bir cezası olarak icat edilmiş stopaj, bağ-kur, kdv, peşin vergi, gelir vergisi, oda aidatı, muhasebeci, çevre temizlik vergisi, tabela vergisi, işgaliye bedeli, gak vergisi, guk gideri... Hele faturalar... Kullanılan elektriğe eklenen kalemlerle nerdeyse üç katına çıkan rakamlar; dağıtım bedeli, enerji fonu, trt payı, btv, kdv...
Dükkana öylece bakakaldı. İkramiyeyi alınca burayı satın almayı düşündü. İş yapmak için değil. Bazen gelip oturmak, misafir kabul etmek için adres belli olsun diye yazıhane olarak kullanmaya karar verdi. Keyiflendi. Gevrek gevrek güldü; kehkehkeh...
Gece neredeyse hiç uyuyamadı. Dönüp durdu yatakta. Heyecanlıydı. Karısı bir-iki söylendi ama aldırmadı. Az daha sabır, dedi kendi kendine. Nasılsa kurtulacaktı.
Sonra yine, sayısal loto oynamaya başladığı ilk günlerde yaptığı uzun ve yorucu muhasebelerden birine girişti. İkramiye kazanmadan önce muhasebe yapmak daha kolaydı. Zaten kazandığı bir şey yoktu. Ama şimdi... Şimdi başkaydı. Yetmiş milyon. Dile kolay. İflas edip iyice parasız kaldığı günlerde nasıl da zorlanmıştı ilk kuponu doldururken. En zoru da Rıza’ya gidip kuponu yatırmaktı. Utana sıkıla gitmişti. Her şeye rağmen, esnaf kefalete olan borcun Rıza’ya kalmasına rağmen, dostu onu her zaman olduğu gibi sıcak karşılamıştı. Birkaç hal hatır cümlesinden sonra elleri titreyerek uzatmıştı kuponu. Rıza hayretten açılmış kocaman gözlerini kupondan yüzüne kaldırdığında, soğuk bir ter damlası omur çukurundan aşağıya yuvarlanmıştı. Namazında niyazında bir adamın böyle kumar oynamasına hayret etmişti anlaşılan. Oysa Rıza da namaz kılıyor ve kendisi oynamasa bile yıllardır loto bayiliği yapıyordu işte. Bu din, iman işleri bir tek kendisineydi sanki. Kötü bir şey olsa devlet izin vermezdi. Zaten piyango idaresi devletin değil miydi! Aynı devletin diyaneti de itiraz etmiyordu. İmamlar bile bankadan maaş alırken, bankaların verdiği promosyanları almaktan çekinmezken... Böyle böyle rahatlattı kendisini. En zoru o ilk gündü. Sonra alıştı. Her hafta bir tek kupon. Üç-beş çay parasına. Düşündüklerini tekrar geçirdi aklından. Ne yapsaydı yani, namerde muhtaç mı olsaydı! Aman canım, dedi uyku arasında. Kafayı fazla yormaya değmezdi. Parayı alınca bir de hacca giderdi. Birkaç garibana yardım ederdi. Oh işte daha ne!
Yatağında dönüp dururken aklına bir şey geldi. Rıza’ya ne kadar vermeliydi? Önce, dostum o benim, dedi kendi kendine. Yarısını vermeye karar verdi. Sonra, kuponu ben oynadım, parayı ben verdim. Dost olsak da ortak değiliz ya, diye düşündü. Sonra düşmeye başladı. Sabah erkenden Rıza’nın dükkanının önünde arkadaşını beklerken, en son yüzbin lirada karar kılmıştı. Tam bunları düşünürken kalp krizi geçirmemiş olsaydı, Rıza geldiğinde rakamın esnaf kefalete olan borca kadar düşmesi işten bile değildi. Ama işte...
Dükkana vardığında daha Rıza gelmemişti. Camiye gitmediğine pişman oldu. Zaten az sonra çıkarlardı namazdan. Güneş doğmak üzereydi.
Birden kalbi sıkıştı. Kaldırıma yığılıp kaldı.
Cenazeden bir gün sonra, Kamil’in o gün öldüğünde üzerinde olan elbiselerini, mahallenin yalnız yaşayan hırpani kılıklı şarapçısına verdi karısı.
Elbise poşetiyle birlikte avucuna bir yirmilik sıkıştırmayı da ihmal etmedi. Adam, yeni elbiselerini bir tenhada hemen giydi. Eskileri çöpe attı. Yirmi lirayla gidip bir şişe köpek öldüren şarabı ve yarım kilo elma aldı. Doğruca sahile indi. Dalgakıranlara oturup, denize karşı keyifle içti. Arada bir, şerefine Kamil abi, diye bağırdı. Şişenin dibini bulduğunda kafayı da bulmuştu. Yeni elbiselerinin ceplerini karıştırmaya başladı. İşte o zaman, montun fermuarlı iç cebinde sayısal kuponunu buldu. Değerli bir şey olsa burada ne işi vardı. Çöpleri karıştırırken sürekli bulurdu bunlardan. Birden aklına bir hinlik geldi. Şarap şişesini aldı. İçini son damlasına kadar boşalttı. Kuponu şişeye koydu. Su almasın diye tapayı sımsıkı kapattı. Büyük bir keyifle kahkahalar atarak denize fırlattı. Bulanın değerli bir şey sanarak nasıl da heyecanlanacağını düşündü. Kahkahası uzadıkça uzadı. Bulduğu şeyin beş para etmez bir kâğıt parçası olduğunu anladığında adamın yüzünü merak etti. Sonra da bunu yapanın... diye başlayan uzun bir küfür edeceğini düşündü.
İşte o zaman kendini tutamadı. Attığı şişenin ardından denize doğru bağırdı. Ben de senin ulan, ben de senin...