Mazz ramann inn ktlug velan ram

Son bir gayretle, kendi kanına bulanmış parmaklarıyla hilalî okun temreninden tutup yayına yerleştirdi.
Son bir gayretle, kendi kanına bulanmış parmaklarıyla hilalî okun temreninden tutup yayına yerleştirdi.

Zihgiri ve emanet yüzüğü çıkarmak için muskasını açtı. Zihgiri bulmuştu; ama çift başlı kartal tamgalı yüzük kaybolmuştu. Sağına soluna bakınsa da nafileydi. Sonra zihgiri, tuttuğu meşaleye yaklaştırdı. Zihgirine bakınca yüzü keyifle gevşedi. Zihgirin üstünde çift başlı kartal tamgasını seyretti biraz daha. Aynı harfler sıralandı: "Mazz ramann inn ktlug velan ram."

Rivayettir ki Kemankeş Kökcele, beyleriyle meşveret edip, cenk yerini üçüncü dolunayın gurub ettiği ova olarak tayin etti, çün evvel ağaçların kırdırılıp pâk ettirilmediği tek yerdi. Cenk, orman tarafa çekilsindi ki astar ağaçları arasında efsun, sihir işlemesin, ejderha kanadı giremesin. Lakin fırsat ve nusret karaurba leşkerine karin olmayıp, beyler dahi tarumar oldu. Cengin ikinci günü Kökcele öyle bir iş etti ki aleme destan oldu. Gayrısını ustam, ozanların ozanı Dahhâk şöyle eyitti: Toprak rengi saçından bir tutamı, kaşının kenarından salıp rüzgârı hesap etti. Sol dizini yere koyup, "yas" diye harf vererek fırlattı okunu. Düşmanın boğazına saplanan okun temreni kızıla boyanmış vaziyette ensesinden çıktı. Az evvel Kökcele de boğazında bir okla son nefesini verebilirdi. Bereket, atı Zinn, düşman okunun gelişini görmüş, olduğu yerde zınk diye durup Kökcele'yi düşürmüştü. Yere kapaklanırken bir okun vızıldayarak kulağının dibinden geçişini işitti; fakat zavallı Zinn, boynunun altından yaralanıp yuvarlanmıştı. Güçlü, alaca bacakları, kurumuş ağaç kökleri gibi çamurun içine karıştı. Yüreği dağlandı Kökcele'nin. Bütün bir savaşı, bütün bir yurdu kaybetmişçesine avazı çıktığı kadar bağırdı. Üzerine gelen eli gürzlü bir düşmanı tek yumrukla tepeledi.

Kökcele atını gizli gizli "Zinn" diye çağırırdı. Karaurbalıların yanında Zinn diyemezdi, bunu öğrenmişti. Çünkü Zinn kutsal harfti. Bir hayvana Kum Kitabı'nın kelamıyla seslenilmezdi. Henüz yeni kemankeşliğe geçtiği zamanlar atına, koşgonun ve ihtiyarların yanında Zinn diye seslenmiş ve fal'aya cezasına çarptırılmıştı. Kökcele'nin bu dünyadaki tek varlığı atıydı. Onunla yer, onunla uyur, onunla oynardı ve onu en sevdiği harfle çağırırdı. Zinn harfinin iki dikey çizgisi ve yuvarlak kısmı ona atın başını andırırdı. Zinn'in altında uzayıp giden kıvrımsa ilk kepazesine benzerdi. İlginç olan, savaşın en çekişmeli ve debdebeli anında bunların aklından geçiyor olmasıydı. Belki de ihtiyarlamıştı, hissiyatlı bir adama dönüşmüştü. Yareni gözü önünde hak ile yeksan olmuştu, nasıl yufkalaşmasındı yüreği. Pos bıyıklarına birkaç damla ıslaklık dokundu. Artık o gözü pek, cenkten cenge at koşturma hevesiyle yanıp tutuşan yiğit, köşesine çekilip ok ve yay imal etmek istiyordu.

Bir kez daha yaya güşad verdi. Zinn'in rüzgârda savrulan parlak yelesini düşledi. Yay öyle bir gerildi ki öküz sinirinden yapılmış çile, kopacakmış gibi gıcırdadı. Gözlerini boz bir kurt gibi kıstı. Ok, düşmanın zırhına isabet etmiş onu sırtüstü yere sermişti. Kalabalık İrtişler çemberi biraz daha daraltmış, sayıları çoğalmış gibiydi. Kudaylar, ricatı erken başlatmıştı anlaşılan. Kökcele, yere dökülen oklarını toplarken bir yandan da kaçmaya çalışıyordu. Birden ensesine nereden geldiğini anlamadığı biri tünemişti. Kökcele bu düşmanın gelişini, oklarını toplarken fark edemedi. Kefere, kopeşi suratına doğru savurduğunda, Kökcele hiç düşünmeden kolunu kaldırarak kendini korumaya çalıştı. Kopeş koluna gelmişti ama Kökcele'de bir acı hissi uyanmamıştı. İrtiş eri de afallamış, sivri kulaklarını oynatırken onun neden feryat figan etmediğini anlamaya çalışıyordu ki Kökcele yatağanını çekip cüsseli adamın işkembesine saplayıverdi.

İrtiş, işkembesindeki yatağanla birlikte yüzüstü düştü. Yatağanın kavisli başı kızıl bir yakut gibi parıldıyordu güneşin altında. Kökcele koluna baktığında su bağasından ve kemikten yapılmış bilek siperinin kırılmış olduğunu gördü. Kopeş darbesi, siperi iki eşit parçaya ayırmış, kuvvetli bileğinde hafif bir çiziğe sebep olmuştu. Ortalıkta ne karaurbalılar ne de Kudaylar kalmıştı. Kökcele gittikçe savaş meydanından, astar ağaçlarından uzaklaşıyordu. At kişnemeleri, kılıç şakırtıları kesilmeye başladı. Lennistan'ın gür ve eğri çam ağaçları arasına doğru koşarken Kemankeş Kara Kübek Paşa'nın hediye ettiği sadağındaki okları düşündü. Kübek Paşa'yla tanışmış olmasaydı bu sefere de iştirak etmeyecekti. Okları, Elbruz Dağı'ndan kesilip yirmi sene bekletilmiş çam ağaçlarından yapılmaydı. Yelekleri de kuğu tüyünden olan bu oklar yağlanmasın diye ustalar yağlı yemek yemez; is vurmasın diye kömürden, dumandan kaçarlardı.

Böylesi nadir okların havada süzülüşünü seyretmekten pek haz alırdı Kökcele. Eğer sefere katılmış olmasaydı, menzil bozmak için koşgondan destur alacaktı. Ok meydanında talim yapan en hünerli menzil okçularından biri olup, koşularda daima birinci gelirdi. Yaptığı talimlerden birinde tam bin iki yüz üç gezlik menzile ulaşmıştı fakat destur almadığı ve şahitler de olmadığı için atışı hiç hükmündeydi. Bütün bunları düşünerek koşan Kökcele'nin, yorgunluktan olsa gerek, ayağı tökezledi. Toparlanayım derken hemen dibinde derin bir çukur bitivermişti. Düşmemek için kendini durdurmaya çalıştı ama muvaffak olamadı. Sadece düşerken çam köklerinden birine tutunabilmeyi başarmıştı fakat okkalı cüssesini zur-ı bazusu çok fazla taşıyamamıştı. Kendini çukurun dibinde buluvermiş, bilincini kaybetmişti. Küçük bir çocuk ağlayan annesinin kollarına sarılmıştı. Ama validesi onu itmişti. "Korkma." demişti çocuğa bakmadan. "Yoksa yiğit bir asker olmak istemiyor musun? Ananın eteklerinde pineklerken nasıl olacak o iş? Babanın ölüsüne kapanıp ettiğin yemini mi hatırlatayım? Kız kardeşlerinle ağabeyine bir bak. En son ne zaman av getirdin? Hem kıtlık bitince zaten alırız seni."

Çocuk, tütün yeşili gözlerini, evlerine gelen karaurbalılara dikmiş, onların kafalarına geçirdikleri yassı uzun başlıklarına bakıyordu. Karaurbalılar, gözlerini, dişlerini muayene ediyor ama ağabeyiyle ilgilenmiyorlardı. Çocuk, değirmenci Steov'la vedalaşamadığı için üzülüyordu. Onun yanında geçirmişti bütün vaktini. Steov ok atmakta hünerliydi. Çocuk da öğrenmek isteyince yaşının küçük olduğunu söylemişti. Çocuk ağlamaklı olunca da ona ahşap bir zihgir yapmıştı. Karaurbalılar çocuğu ata bindirdiğinde, "Steov'u son kez olsun göreyim." diye yalvarıyordu onlara. Kökcele, rüyasında haykırıp dururken kendine geldi. Elini boynuna atıp muskası yerinde mi diye yokladı. Oradaydı. Zihgirin ve emanetin de içinde durduğundan emin oldu. Çocukluğundan geriye, bu zihgir, bu rüya ve Steov'un bitmek tükenmek bilmez okçulukla ilgili ince fikirleri kalmıştı aklında. Steov bir akraba mıydı yoksa bir komşu mu onu bile hatırlamıyordu.

Toparlanıp kalkmaya çalıştığında ayağının kırılmış olduğunu fark etti. Dört beş kulaç boyunda, bir kulaç eninde bir çukurun içine düşmüştü. Dört bir yanı kara toprakla çevriliydi. Belki de avcıların kazdığı bir çukurdu burası. Avcı ne kadar hile bilse ayı o kadar yol bilirdi. Fakat değil kırık ayakla, sağlam haliyle bile buradan çıkabilmesi kuşkuluydu. Birden İrtişlerin bağrışlarını duymaya başladı. Dalaşan it sürülerinin havlamaları gibi yankılanıyordu sesler. Heyecanlanarak bir şeyler düşünmeye çalıştı. Sesler gittikçe belirginleşiyordu. Kıskıvrak yakalanacağını düşündü. Kâfirler onu canlı ele geçirmek için önce kızgın yağ dökeceklerdi üstüne. Sonra da yarı baygın, zindanlarına götüreceklerdi. Yatağanına davranınca onu, savaş meydanında İrtiş erinin yağlı işkembesinde bıraktığını hatırladı. Tirkeşine davrandı hemen. Neyse ki kırılmamıştı; ama onun da bu çukurda işe yarayacağı yoktu. Yine de kabzasını sıkı sıkı kavradı. Sadağına ayrı bir bölme yapıp tutturduğu özel oklar aklına geldi.

Bu okları daha önce er meydanında hiç denememişti. Kendi hazırladığı okları, yaş haldeyken bükülü bekletip eğrelti odunlardan imâl etmişti. Steov'un anlattığı "hilalî oklarının" planını büyüdükten sonra gerçekleştirmeye çalışmıştı. Putalara nişan alıp denemişti. Oklar, eğri olduğu için fırlatıldığında kavisli gidiyor, putayla okçunun arasında bir engel olsa dahi etrafından dolanır gibi hedefini buluyordu. Rüzgârdan daha hızlı, daha sessiz ve daha görünmezdi hilalî okları, ama yine de Steov'un söylediği gibi değildi kavisler. Bu oklarla burcun arkasından hiç çıkmadan düşmanı ok yağmuruna tutabilirdi, ama üzerinde çalışması lazımdı. Hevesle okları üstadı koşgona takdim ettiğinde azar işitti. Zira bu oklar "kâfir kafasıyla" yapılmıştı ve korkaklar içindi. Yiğit dediğin göğüs göğüse çarpışmalıydı. Steov hilalî oklarını karaurbalılardan korunmak için düşünmüştü. Düşmanla yüz yüze gelmeden, düşman senin nerede olduğunu fark etmeden cehennemi boylayabilirdi.

Kökcele, son çare olarak hilalî oklarını deneyecekti. Önce düz bir ok yerleştirip düşmanın gelmesini bekledi. Beyaz bir çarşaf gibi berrak olan hava kızıllaşmaya başlamıştı. Eli kabzasında hazır bekliyordu yattığı yerden. Sakat ayağı üzerinde dengeli bir atış yapamayacağı için, yatarak ok atmaya karar verdi; ama yattığı yerden de yayı istediği gibi geremiyordu. Teyakkuzda, gözünü kırpmadan bakıyordu çukurun ağzına. Okçuların vird-i zeban eylediği Kum Kitabı harflerini sıraladı: "Mazz ramann inn ktlug velan ram." Oluşturduğu kelimeyi inanarak tekrarladı. Harfleri karıştırıp tekrar attı. Bir kelime daha belirdi zihninde. Bütün kemankeşlerin görmek istediği emri işitti. Harfler imdadına yetişti. Attığı zaman kendisinin atmadığı epey ok vardı. Rüzgârı hesap edemediği, görüşünün puslandığı zamanlarda da hedefini vurmuştu. Bu kendi bileğinin işi değildi. Kum Kitabı'nın takdimiydi. Attığı zaman kendi değildi. Attığı zaman bir başkasıydı. Şimdi yine böyle bir durumdaydı. Görüşü dar, kuvveti azdı. Gümüşî miğferli bir başın belirivermesiyle, ok yaydan çıkmıştı.

İrtiş'in un gibi beyaz yüzü nar parçaları gibi kızıllık fışkırttı birden. İrtiş tam yanı başına, boynunun üstüne düşmüştü. Şimdi bir kopeşi ve kendini saklayacak siperi vardı. Hâlâ sıcak olan bu sarışın, kavun suratlı oğlanı, yay germesine engel teşkil etmeyecek şekilde üstüne çekip gözündeki oku çıkardı. Çukurun başında sesler yükselmeye başladı. Tereddüt ederek bir hilalî yerleştirdi yayına. Kökcele kulak vererek hedefini tayin etmeye çalıştı. Rüzgâr latif bir esintiyle çukuru dolduruyor, yüreğine serinlik veriyordu. Ömrü boyunca fezaya bakıp feyz alan Kökcele, şimdi onu dipsiz bir gayya gibi görüyordu. Kâfir, güneşin önüne geçince gölgesi çukurun ağzına vurdu. Kökcele kırpmadığı gözleri ve tirkeşi gibi gergin bedeniyle "Zinn Nev" diyerek çekti parmaklarını. Ok, uluyan bir canavar gibi vınlayıp çukurun ağzında kavislenerek yamularak gözden kayboldu. Hilalî okların yeleklerini tavşan tüyünden yapmıştı. Kül rengi tüyü bir anlık zahirde görür gibi olmuştu. Tavşan, çevikliğini ve kurnazlığını vermişti oklara. Kökcele biraz öfkelendi. Yine istediği gibi gitmemişti hilalî.

Hatta şans eseri isabet etmişti ok. Kusurun nerede olduğunu yine anlayamadı. Daha bu sabah, Kuday Hanı Kantemir ve Abazz Semm Paşa'yla at sırtındaydı. Kantemir Han'ın erine söylettiği türkü içini ısıtmış, diline dolanmıştı. Yatışmak için yine onu mırıldanmaya başladı. Hilalî istediği gibi gitmese de düşman erleri şaşkına dönmüş olmalıydı. Zira daha önce yönünü değiştiren okla ölümü tatmamışlardı. Kaç kişiydiler konuşmalardan kestiremiyordu; fakat yanında tam yedi tane hilalî ok vardı. Yedi kâfiri, yedi semiz ceylan gibi avlayabilirdi. Hem de gözlerinin güzelliğine aldırmadan. Lakin kusuru bulamıyordu. Bir hilalî daha yerleştirdi. Yüreğinin atışlarını, nefes alışlarını yavaşlatıp tekrar denedi. Bu kez hilalî kuyunun ağzına bile varamadan kıvrılıp toprağa saplandı. Kökcele, İrtiş leşinin avcı köpeği gibi uzun burnunu yumrukladı. Kabza aldığı günden beri namı Berhemen, Herom diyarlarının, Lengâvus, Tinnîn, C'abe adalarının ve dahi Doğu Denizi'nin ötesine yayılmış bir kemankeş olmak istemişti.

Bir taraftan da yorucu talimlerden sonra atıcılar tekkesinin avlusunda, uzun gecelerin yıldızları altında rüyasını düşünürdü. Rüyasını gerçekten yaşamış mıydı? Yoksa seneler bu rüyayı filizlendirip bambaşka tahayyüller mi sunmuştu önüne? Binbir sis perdesinin ardından mı görüyordu şu cihanı? Steov'un uydurduğu bir başka masal mıydı hilalî oklar? Ne olursa olsun ünlü bir kemankeş olduktan sonra doğduğu diyarlara seyahat etmek istiyordu. Belki değirmenci Steov'u bulurdu. Her zamanki sararmış önlüğüyle, buğday öğütüyordu şu an. Menzil dikmeyi de bu yüzden istemişti. Eğer namı alıp yürürse koşgonundan da destur alabilirdi; ama Kara Kübek Paşa daha efdal bir teklifle gelmişti. Kemankeş Kara Kübek Paşa o zamanlar kul kethüdalığına atanmış, yakın zamanda da sekbanbaşılığına terfi edeceğinin haberlerini almıştı. Kökcele'yi ocaktan tanıdığı için ne mert bir okçu olduğunu bilip onun Lennistan üzerine Kudaylar'ın yapacağı sefer için Abazz Semm Paşa'ya yaverlik etmesini istemişti. Ayrıca komutasına iki yüz okçu verecekti.

Kökcele, kendisi gibi Kara Kübek Paşa'nın Avelon'lu olduğunu bildiğinden aralarında hususi bir muhabbet vardı. Üstelik Kara Kübek Paşa, sefer dönüşü Kökcele'yi bir emaneti ulaştırmak üzere Avelon'a göndermek istiyordu. Seferden muvaffak dönülürse Kökcele'nin talebiyle karaurbalılıktan azat edebilirdi. Zira alınacak bir zafer muştusu, Üçüncü Uluğ Maran-ı Rai Han Hazretleri'ni çok memnun edecekti. Kökcele bu teklifi kabul etti. Kızıllığı tükenmek üzere de olsa güneş, cılız bir mum ışığı gibi ortalığı şavklı tutmaya çabalıyordu. Kökcele yayını germeden hazır vaziyette bekliyordu. Sesler gelmeye devam ediyordu ama gölge tayini yapmak imkânsızlaşmıştı. Kâfirlerden biri çukurun ağzında bir karaltı gibi gözüktü. Birden üzerindeki sarışın oğlanın sırtında bir ok belirdi. Kökcele okunu salıverecekken bir baş daha gözüküp bir ok daha indi içeri. Bu sefer tam omzunun üstünde bitmişti ok. İki hedefin birden peyda olmasıyla dikkati dağılan Kökcele, oku istediği gibi fırlatamamıştı. Yine de okun canlı bir bedene saplandığını haber eden sedalar pek gecikmeden yükseldi.

Sefer için erkenden kalkıp hazırlandığı günü hatırladı. Yayını özenle kurmuştu. Bendi, içe kapanık uçlarını tersine kıvırmak için dizine dolayıp kirişi takmıştı. Bu işi kundaktaki nazenin bir bebeği tutar gibi yaparken yabanî bir hayvanı dize getirir gibi kuvvet kullanıyordu. Kara Kübek Paşa'nın verdiği emaneti zihgirinin yanına koymuştu. Çift başlı kartal tamgası olan irice bir yüzüğü, eğer hâlâ hayattaysa Sütçü Vojsa'ya vermesini istemişti. Bu düşüncelerini, karanlığı ve zamanı parçalayarak gelen bir ok böldü. Yine olan sarışın İrtiş leşine oldu. Kökcele'nin karşılık olarak attığı ok, daha yaydan çıkmadan görünmez oldu. Kimseden inleme duyulmadı. Yine başaramamıştı. Birden çukurun ağzında bir cisim belirdi. İri bir kedi büyüklüğünde, kara bir taş, tok bir sesle yanı başına düşüp kırık ayağının üzerine sekti. Ezilen ayağının acısını bir çığlığa dökmemek için sivri dişleriyle cesedin omzunu var gücüyle ısırdı. Biraz sonra bir kara taş daha fırlatıldı çukurun dibine. Taş tam da Kökcele'nin olduğu yere düştü.

Cesede isabet etse de Kökcele bu taşın acısını böğrünün içine kadar hissedince çığlığı koyuverdi. Hiçbir ses seda duymayan kâfirler, bir urgan sarkıttılar çukura. Meşaleli iki kişi çukurun ağzında beklerken, bir tanesi de sarkıtılan urgandan aşağıya inmeye başladı. Kâfirin ayakları toprağa bastı. Kopeşini çekip boştaki eliyle cesedi Kökcele'nin üstünden kaldırmaya davrandı. Kökcele kıpırdamıyordu. İstiyordu ki yük üzerinden eksilsin, kâfir kopeşi boşlasın. Tam böyle bir anda, yattığı yerden doğrulup kâfiri yanına çekerken hilalî oklardan birini onun boğazına sapladı. Düşmanın gözleri meşalelerden gelen alevle aydınlandı. Hiçlikten bakan iki beyaz nokta gibi gözlerinin akı çıkmış, boğazını tutarak Kökcele'nin dibine yığılmıştı. Kan, kızıldan ziyade karaydı, zaten kararmış olan çukurun içinde zifirî bir çukur daha açıyordu biriktiği yere. Yukarıdan bağrışmalar geliyor, kâfir sesleri yükseliyordu. İki ok daha gönderirlerken çukura, Kökcele bir hamlede urgana tutunup ipi var gücüyle çekti.

Bir İrtiş daha yüzüstü düşerek telef oldu. Okunu hızlıca çekince hilalî ok olduğunu unuttu. Ok düşmanın yüreği yerine ayak bileğine saplanmıştı. Yaralanarak çukura düştüğünde hâlâ kılıcına davranacak takati vardı. Kökcele düşen kâfiri biçerken gök kubbeden gelen bir ok zırhını delip iman tahtasına isabet etti. Ardından bir de meşale fırlatıldı. Düşmanın tiz sesi giderek uzaklaşıyordu. Lisanını bilmese de harflerin kutsallığını lekelediği aşikardı. Atılan meşale ceset çukurundaki dehşeti yansıtıyordu. Kökcele eliyle okun saplandığı yeri yoklayınca inledi. İcadını kimseye aktaramadan ölüp gitmek istemiyordu. Yattığı yerden meşaleyi eline aldı. Oyuk gözlere, çıkan bağırsaklara, ezilen başlara bakıyordu. Urganı kavradı bir ara. Atabilir miyim diye şöyle bir baktı çukurun ağzına. Gökyüzü, dünyanın öbür ucunda erişilmez bir namütenahilikle bulanıklaşıyordu. Hiç kuvveti kalmamıştı.

Belki Kudaylar gelip onu kurtarırdı; ancak beklemek istemiyordu. Kum Kitabı'nın harfleri sönükleşiyordu. Harfler hep aynı sırada belirmeye başlayınca, kendini hakir hissetti. Köyünü düşündü Kökcele. Buradan çıkınca doğduğu topraklara dönecekti. Zihgiri ve emanet yüzüğü çıkarmak için muskasını açtı. Zihgiri bulmuştu; ama çift başlı kartal tamgalı yüzük kaybolmuştu. Sağına soluna bakınsa da nafileydi. Sonra zihgiri, tuttuğu meşaleye yaklaştırdı. Zihgirine bakınca yüzü keyifle gevşedi. Zihgirin üstünde çift başlı kartal tamgasını seyretti biraz daha. Aynı harfler sıralandı: "Mazz ramann inn ktlug velan ram." Oluşturduğu kelimeyi inanarak tekrarladı. Harfleri karıştırıp tekrar attı. Bir kelime daha belirdi zihninde. Zinn'in kişnemelerini getirdi atılan harfler. Daha önce hiç sıralanmamış bir kelimeyi okudu. Kökcele hızlı hızlı solumaya başladı. Attığı zaman kendisinin atmadığı epey ok vardı. Rüzgârı hesap edemediği, görüşünün puslandığı, elinin titrediği zamanlarda da vurmuştu hedefini.

Elbette Kum Kitabı'nın takdimiydi. Şimdi de ilk kez kimsenin bilmediği bir kelime bahşedilmişti ona. Son bir gayretle, kendi kanına bulanmış parmaklarıyla hilalî okun temreninden tutup yayına yerleştirdi. Bileğinde peyda olan kuvvet kendiliğinden gerdi çileyi. Bahşedilen kelimeyi son nefesiyle birlikte fısıldayıp bileğini gevşetti. Hilalî ok düşmanların üstünden aştı; yumuşakayaklıların vadisinin üstünden seyirtti; yolvermez Kumrı Dağı'nı aştı; ateş kanatlı Semender'le yarışıp semada, alçalmaya başladı. Öz yurdunun topraklarına, karındaşlarının ayakucuna saplandı. İmdi işittiniz civanmert Kökcele'nin destanını. O gün bugündür, kabza tutan her kemankeş temrenine kendi kanından sürüp, yaya güşad verir, çün hilalî kavislenip düşman yüreğini tayin etsin.