Masamda ruhumla
Özgür ruhun habercisi dünyalar masamda yan yana, iç içe, bi özgürlük, bi özgünlük… Tenimden kurtulan ruh şaşakaldı, şaşırakaldı, gündüz mü, gece mi bilemedi, şaştı bu habis işlere. Dedim bi, rahat dur, çürü içimde, içimde çürü de kimseye zararın olmasın, kokutma ortalığı, bulaştırma habisliğini.
Ruh tende habis değil hapismiş, çürüsünmüş orada, çürümesin diye orada pır pır edermiş kuş misali, kuşun kanadı misali tabii ki. Bulsam ten hapishanesinin kapısını, açsam istedim, açtım kapıyı, açılan kapılar… kapılar birbirine açıldı, ruh şaştı bu işe. Şaşmasın kaçsın, uçsun diye kapıları açtım. Masamda dağılmış kitaplar, notlar, dergiler, gazeteler… bi dünya işte masamda, bi dünya olan masamda gezsin istedim ruh özgürce, masamın keşmekeşinde, kelimeler, fotoğraflar, renk renk sayfalar özgür bi dünyadan, özgürce haberler veriyordu. Şaşıyordum özgür dünyanın içinde, özgür dünyanın işine şaşmamak mümkün mü? Çarşaf çarşaf insanlar, yan yana, üst üste, soğumuş, buz gibi olmuş insanlar, üzerlerine yağan toz toprak yapışmış elbiselerine, elbiselerine yapışan kan, kanlarına yapışan toz, tenlerine yapışan buz, kanadı kırık kuş misali uçamamış, yuvadan düşmüş kırık kanatlı çocuklar, boy boy, yaş yaş, envai çeşit çocuk, daha doğmamış, ceninler bile öyle yan yana, Celile’de, dizi dizi…
Özgür ruhun habercisi dünyalar masamda yan yana, iç içe, bi özgürlük, bi özgünlük… Tenimden kurtulan ruh şaşakaldı, şaşırakaldı, gündüz mü, gece mi bilemedi, şaştı bu habis işlere. Dedim bi, rahat dur, çürü içimde, içimde çürü de kimseye zararın olmasın, kokutma ortalığı, bulaştırma habisliğini; yok, dedi, durmam gayri bu mahpusta, kendi kendimi zehirliyorum… Aktı bir zehrin ortasına, dert neydi, derman kimdeydi, bilinmez koca bir devdi; ne bildi meşhur bilinmeyeni, ne öğrendi meçhul öğrenci anıtını; bir çocuk gördü, bir çocuk kendi mezarının bekçisi, herkes dedi, kendi mezarını dolduracak, herkes kendi mezarını kazıyor; herkesin elinde kazma, dünya kocaman bir mezarlık olmuş. Yok, öyle değildi! Mezar kazıcılar doymak bilmez bir iştahla kazıyordu koca dünyayı; çocuk ağlıyordu mezar olmuş koca dünyaya.
Dünyanın altı üstüne gelmişti, çocuk bilemedi üstteki annesine, babasına, kardeşlerine mi ağlasın, alttaki kendine mi; nasıl bilsin dedim her şey alt üst olmuşken. Elbette entropiyi biliyordum ve çelik teknolojisi hizmetindeyken entropinin ve çocuk bilmezdi kabir azabından koruyan kefeni ve bilseydi Kabe örtülerine sarınmayı ve bilseydi ceylan derisinin üzerine misk ve safranla yazılan ismi azamların koruduğunu ve bilemedi ve bilseydi para yeter miydi diye düşündü, babasının parçalanmış pantolonu ve bildi parçalananın pantolon değil de babası olduğunu. Babası gece yarılarına kadar fabrikada paralanırken, o, dedesinin omzuna binerdi.
Bir kandilin titrek alevinde dedesi, Muhammed Mustafa’nın omuzlarına konduğunda Hasan da Hüseyin de senin kadardı derken titrek sakallarının gölgesi duvarlara düşerken, gözyaşları kilimlere… Kilimlere yuvarlanırken dedesinin titrek sakalları arasında, kaşla göz arasında, sözle kelam arasında dudaklardan düşerken kelimeler İmam Ali yerken böğrüne bıçağı, sabahın serinliği onun da sakallarını dalardı. Dedenin dudakları arasında İmam Hüseyin çorak topraklar misali, kurumuş, çatlamış toprak misali… ses çatallanır, boğaz yırtılır.
İşte o an Bulgar çeteleri köyü basar, bütün erkekleri camiye toplar, tam yetmiş erkek, babam da onların içindeydi dermiş dedem, işte o an, hep o an, çocuktum, ağlardım; böğrüme saplanınca hain mermi, babam da düştü Ali’nin, Hüseyin’in yanına dermiş, dedem, babam dediydi. Sürgün ülkeden kalkıp koparılıp topraklarımızdan sökülüp köklerimizden muhacir… Kızıldeniz’den geçse de Musa, Musa göremez topraklarını, Medine’nin toprakları şanslıdır, ayın ondördüdür, kucaklaşır kardeşler, kucaklaşan kardeşler… kucaklar açılır, açılan kucakların arasına uçurumlar girer, kan girer, kanlı gömlek girer, ay utanç içinde titrerken, bir dedenin titrek sakallarına düşer.
Ay titreyen bir ışıktır sonra, sonra ay mı kana düşer, kan mı aya? Öyledir! Öyledir kalanlar, bakiyeler, insanlar sürgün edilirken topraklarından, bilinmez bir meçhule, birileri el öptürür, etek öptürür, sadra şifa sözler, sadra şifa sözlerin yazıldığı göksel kağıtlar verirler insanlara, onlarınki göksel bir yolculuktur, melekut âleminden sarfı nazar ederken dünyaya, dünyaya ay düşer, aya kan, yok, kana ay… Kim kansın, kim kanasın, kim kanar, kanasın dünya, kanasın dünyaya ey göksel yolcular! Babam, annem, kardeşlerim yerselin en derinlerinde, kalbinde arzın… şimdi sözlerin, derdim dedeme sadra şifa değil.
Zaten sadrımda bir şifa yoktu, bi zehir bi zehir sadrımda, ruhum dedi ben burada çürüyorum, kendi kendimi zehirliyorum, bırak beni, ben sadra şifa değilim dedi, çatlak dudaklarımda Hüseyin susuzluktan kururken, böğrüme yediğim mermiden Ali yere düşerken, Medine’nin gülleri kururken bir bir, bülbül ne ki dedi, şimdi ay büyür mü oralarda? Şam’dan bir yürüyüş Medine’ye, kan sıçrardır her yana, Şam yürüdükçe kan sıçradı her yana, ne ayı, ne güneşi, hangi aydan, hangi güneşten söz etsen bana, sadrıma şifa…
Bak dedim ruhuma, iyice bak masamdaki kitaplara, notlara, dergilere, gazetelere, iyice bak, aç gözlerini, bul şimdi kendini, kendi kendine şifa ol. Olmuyordu, kapılar, bir birine açılan kapıların karanlığında kayboluyordum, durmam lazım, bi an durup düşünmem lazım, bunca karanlık içinde yol bulmak, yol bunca karanlıktan geçer mi? Bildim şimdi ulu hocaların bana bunları öğretmediklerini, denize açılan bir kapıdan geçtim, çarpıldım, çözüldüm, kan gibi vakte düştüm, ah dedim eski ustalar!
Eski ustaların arasından geçtim, içimde bi har, bir harre, cemel, sıffin sonra, sonra döndüm baktım, masadaki dağınık kitaplara, notlara, dergilere, gazetelere; ha harre dedim, ha srebrenitsa, ha şam dedim, ha sahi şam deyince sam amca geldi aklıma, söylemeden dedim geçmeyeyim dedim, sözlerim tarihe tanık olsun dedim, yarın ölünce mahpus olduğum ten, canlar ölesi değil ama olsun, yarın çocuklarımız, torunlarımız bilsin şam ile sam’i, koyun koyuna girmiş iki kancık, iki kancık koyun koyuna girince hep böyle olur canlar ölesi değilse de, birçok ten ölür, fırat, dicle, nil kızıla keser, ay titrer, güneş söner.
Güneşi ve onun aydınlık veren parlaklığını düşün, ve güneşi(n ışığını) yansıtan ayı! Dünyayı gün ışığına çıkaran gündüzü düşün, ve onu karanlığa boğan geceyi! Gökyüzünü ve onun harika yapısını düşün, ve yeryüzünü, onun (uçsuz bucaksız) genişliğini! İnsan benliğini düşün ve onun nasıl (yaratılış) amacına uygun şekillendirildiğini; ve nasıl ahlakî zaaflarla olduğu kadar Allah’a karşı sorumluluk bilinciyle de donatıldığını! Her kim [benliğini] arındırırsa, kesinlikle mutluluğa erişecektir, onu [karanlığa] gömen ise hüsrandadır.
İnsanlar hüsranda olmasın diye şehrin uzak ucundan koşup gelen o adamı hatırla dedim, ey kavmim diye ünlemişti halkını, bu elçilere uyun! Sizden hiçbir karşılık beklemeyen ve kendileri doğru yolda olan bu kimselere uyun! Ve ona Cennet’e gireceksin dendiğinde, kavmi için üzülmesi dedim, ne acıklı bir nidadır, keşke kavmim bunu bilseydi! Bilenler bildi, bilmeyenlerin öfkesi galebe çaldı, sonra kavimler peygamberleri öldürdüler; ne sürgün kâr etti, ne tufan, bir kavimler göçü geldi çöktü insanlığın üstüne, kavimler gelip çökünce insanlığın üstüne bi zulüm, bi zulmet, şemsin ışığı yetmez oldu zulmete, kamer orada, titrek bir sakalda, titredi, şems olmayınca dedim, kamerin hükmü ne ki?
Mekke’de doğunca güneş, ışığı ne çok tene düşmüş, ne çok can ürpermiş, ay gibi par par parlamıştı, par par parlamıştı da maşrıktan mağribe, şimalden cenuba bi helecan bi ışk nasıl da pır pır etmişti yüreklerde, yüreklerde galebe çalınca ışk, aşk ile ayağa kalkıldıydı, kalkıldıydı da yere göğe sığmayan ışk bir küfe samana satılmıştı Kûfe’de. Bağdat deyince, Şam deyince, Kudüs deyince, İsfahan deyince, İstanbul deyince hemen bu bi ışk medeniyetidir diyesim gelir, gelir ama, gelince kavimler göçü bi yangın, bi talan, ölesi tenler, can bile ölür, canlar bile öldü, ölürmüş değil mi, peygamberleri taşlayan, peygamberleri öldüren kavmim dedi, keşke bunu bilseydiniz.