Marcus Aurelius'un unutulmaz düşü
Marcus Aurelius, yalnızlığın koyu gölgesi altında soluk soluğaydı. Eğer gördüğü düşün böylesi bir felaketle sonuçlanacağını bilseydi bu ılık nisan gecesinde uyumaz, devrilen bir ağaç gibi Tuna'nın serin sularına atardı gövdesini.
- Size öykü ithaf etmekten daha şiirsel bir eylem düşünemiyorum. Siz zirvedesiniz. Belki de dağın kendisi olmuşsunuz. Bense dağın eteklerinde kaybolmuşum. Jorge Luis Borges'e...
Yüzyıllar evvel başkası tarafından görülen bir düşü olduğu gibi siz de gördünüz mü? Ben gördüm. Gördüğüm unutulmaz düşü yüzyıllar evvel gören kişi Marcus Aurelius'tu ve ben onu, gördüğüm düşün öncesinde hiç tanımıyordum. Size tuhaf gelebilir ama adını bile duymamıştım. Marcus Aurelius'un kişisel yaşamına ve eserine dair hiçbir fikrim yoktu. Dupduru bir düş görmeyi kitap okumaya tercih ederim, diyenlere hak veriyorum. Düş görmek, kitap okumak gibi edilgin bir eylem değil. Gerçek yaşamda pısırık ve miskin biri olsanız bile düşü gören siz olduğunuzda arzu ettiğiniz kadar cüretkâr olabiliyorsunuz. İki kapak arasına sıkıştırılıp bir kalıp olarak size sunulan dünyayı değil bizzat şekillendirdiğiniz dünyayı tecrübe ediyorsunuz. Kuklalar, emrinize amade, onları bir o yana bir bu yana oynatan ipler, doğrudan bilincinize bağlı. İpleri istediğiniz zaman gevşetip germe hakkına sahipsiniz. Böylesi bir imkân, tahakkümü altında sürekli ezildiğiniz gerçek dünyaya nispetle birkaç saniye için de olsa cennetin anahtarlarını avucunuza almanız demek.
Ettiğim bu cahilane sözlere aldırmayın, düşlerin doğasına ilişkin bilgilerim epey sınırlı. İki haftadır kafam allak bullak. Evin içinde kanadı kırık olduğundan gövdesini rüzgârın insafına bırakıveren saydam, duygusuz, yörüngesiz bir kuş gibi dolaşıyorum. Gördüğüm tuhaf düş, kıvrımlarının arasında kaybolduğum bir düşünce silsilesine yol açtı. Düçar olduğum rahatsız edici ikilemden bir türlü kurtulamıyorum. Düşü görüyorken dizginlerin benim mi yoksa Marcus Aurelius'un mu elinde olduğuna karar verememek deli ediyor beni. Maddenin bilinen bütün hallerinin bulutsu bir yapıya bürünerek birbirine karıştığı, fasılasız olarak birbirini tetiklediği tuhaf bir âlemdi temaşa etmekle kalmayıp hücrelerine dek sindiğim âlem. Hiç görmediğim renklerle bezeliydi yer ve gök. Renklerin her birinin çözülmesi gereken bir hakikate işaret ettiği aşikârdı, ne var ki ufkumu açıp beni belirsizlikten kurtaracak semiyotik altyapıdan mahrumdum. Bütün cahiller gibi hiç tanımadan biliyor olmakla iktifa ettim.
Kendimi biraz olsun rahatlatmak adına gördüğüm düşe dair kendime bilgiçlik taslamayı ihmal etmedim. Hasret kaldığım uykuyu ellerinde tutarak hiç bırakmayan karanlık geceyi, ayaklarımla ötelere itekleyip yatağımdan doğrulduğum bir sabah, yüzümü bile yıkamadan kütüphanemin üst rafına uzanırken buldum kendimi. Bir tesadüf, belki de tevafuk eseri elime geçen eski bir kitaba göz gezdirince gördüğüm düş, olduğundan daha gizemli bir hale büründü. Britanyalı düşbilimci Herbert Jeremiah- ki düşbilim tabiri bilim çevrelerince kabul görmediği gibi hurafe ile eşanlamlı kullanılıyor, bu konuda haksız sayılmazlar zira düş, bilim konusu yapılamayacak kadar bilimdışı bir fenomendir- Sırların Eşiği ismini verdiği sansasyonel iddialar barındıran kitabında, başkası tarafından görülen bir düşün, olduğu gibi yeniden görülebileceğini söylüyordu. Yazara göre, uzaydaki kara delikleri andıran gizemli yapılar, soluduğumuz havada da mevcuttu ve düşlerin doğası, atom teorisi veya kuantum mekaniği ile açıklanamayacak denli kesindi.
Görülen her düş, uyanmamızla birlikte gözlerimizden etrafa saçılan, parçalanması imkânsız, zerre miskali bir küreydi. Soluduğumuz havadaki gizemli kara delikler tarafından yutulup belli bir süre saklanıyor, uygun şartlar sağlandığında- burada birbiriyle örtüşen frekans aralıklarından bahsettiğini düşünüyorum- başka bir bilinçte yeniden açığa çıkıyordu. Herbert Jeremiah'ın öne sürdüğü sav, gördüğüm düşe ilişkin mantıklı bir izahat sayılabilirdi ama yeterince tatmin olmamıştım. Belki de içinde yer aldığım veya başka bir boyutta bizzat gördüğüm kadim bir düşü yüzyıllar sonra yeniden anımsamıştım. Bunu kim bilebilirdi? Platon, evrene dair eriştiğimiz tüm bilginin, yalnızca bir anımsama olduğunu söylerken ezelden başlayıp ebediyete dek uzanan bitimsiz maceramıza işaret etmiyor muydu? Ortada önceden görülen bir düş vardı ve ben, o düşü görmek istediğim surette bizzat gördüğüm duygusuyla dolup taşıyordum nedense. Bu durumda, düşü görenler birbirine karışıp müphem bir olguya dönüşüyor, zihnimi kemiren bütün ihtimaller havada kalıyordu.
Tarihin en meşhur düş koleksiyoncusu şair Homeros, Herbert Jeremiah'ın uçuk teorisini okumuş olsaydı istihza yüklü bir tebessümle karşılık verebilirdi okuduklarına çünkü Homeros'a göre düş görmek, esasında bir yanılsamaydı. Yeryüzündeki hiç kimse kendi düşünü görmüyor, önceden görülen kimi düşlerden zamanı gelince payını alıyordu. Onu yalancılıkla suçlayan Delfi Tapınağı kâhinlerinden birine sırf bu yüzden şöyle haykırmıştı Homeros: "Haddini aşarak aslında Tanrılarımızı yalancılıkla suçluyorsun! Ben bir ozanım ve yalnızca aracıyım. Tanrıların gördüğü düşleri insanlara yeniden hatırlatıyorum." İtikadı bozuk Homeros, gördüğüm düşün doğasını açıklama hususunda sınıfta kalıyor. Zira Marcus Aurelius, haşa bir Tanrı değil benim gibi alelade bir insan. Günler sonra zorlu ve beyhude çabalarım yerini Marcus Aurelius'un çok önemsediği kayıtsız dinginliğe bırakmıştı. Görülen bir düşün doğasını bütünüyle kavramak, olmayacak bir düştü.
Onu tanımlamaya, tasnif etmeye çalışmak yerine o unutulmaz düşün önemsiz bir parçası olduğunu bilerek yaşamak, hiç olmadığı kadar mutlu edebilirdi insanı. Bazı olgular, gizemini korumalıydı şüphesiz, onları daha bir güzelleştiren, eflatun bir elbise gibi büründükleri o esrar perdesi değil miydi? Elime sır perdesini delik deşik edecek bir kılıç değil dolma kalem almıştım. Yazmaya başlamadan önce gördüğüm düşü uzun uzadıya düşünerek tüm ayrıntıları anımsamaya çalıştım. Sizlere sarih bir layiha sunmak amacında olduğum söylenemez. Bazı boşlukları hayal gücümle doldurmuş olabileceğim gerçeğini peşinen kabul ediyorum. Esasında gördüğüm herhangi bir düşü kâğıda dökme düşüncesi bile ürperti veriyor bana. Böyle bir işe niyetlendiğimde sevdiğim bir yazar arkadaşımın sözleri dikiliveriyor karşıma hemen. Beni bir müddet ikilemde bıraksa da o sözlere kulak tıkayıp bildiğim yolda yürümek istiyorum. "Görülen bir düş, başkalarına anlatılırsa olduğu gibi kalmaz, ister istemez değişime uğrar, kelimelere dökülünce bütün büyüsünü yitiriverir."
Natüralist ilkelere sıkı sıkıya bağlı olan arkadaşımın meseleyi gereksiz yere abarttığı bir gerçek. Ona göre, benim gibi düşleriyle beslenen bütün yazarlar, güzelim düşlerin eli kanlı katilidirler. Morarmış cesetlerle dolu el arabalarını sokak sokak gezdirip çıktığı seferden eli boş dönen bir seyyar satıcıya benzer hepsi. Aynı şeyi daha önce de yapmıştım. Sanırım Marcus Aurelius'un unutulmaz düşü, kâğıda döküp öldürdüğüm üçüncü düş olacak. Arkadaşımı tekrar üzmek pahasına başladığım işi bitirmeliyim. Ilık bir nisan gecesiydi. Gördüğü düşü görmeye başlamadan hemen önce görmüştüm Marcus Aurelius'u. Tuna kıyılarını bütün haşmetiyle aydınlatan altın işlemeli çadırındaydı. Beş yıldır başını kuş tüyü yastıklara koymayıp üzerine saman yığılı ahşap bir sedirde uyumayı itiyat edinmişti. Ağzına tek damla şarap koymamıştı gün boyu. Yatağına efkârla uzandı. Yorgunluğu, bir savaş yorgunluğuna benzemiyordu, yıllardır sürüp giden zihni çabalarının artık son raddesine geldiğini anlatıyordu.
Kendini bildi bileli ona kök söktüren baş ağrıları, ılık geceyi fırsat bilerek kuş olup uçmuştu. Çadırın eflatun tüllerle örtülü penceresinden kopup gelen bahar esintisi, tanıdık geldi Marcus Aurelius'a. Giderek irileşen siyah gözleri, tedirginliğin bin bir tonuyla boyandı. Geçen sene yanına uğradığı sol gözü kör kâhin, Marcus Aurelius'un derin çentiklerle bezeli vakur yüzüne, istikbalin bilinmezlerini üflüyordu sanki. Ömrü boyunca gerçeğin izini sürerek dinmez bir susuzlukla çöl kumlarını içmek zorunda kalan talihsiz adam, esintinin doğasını kavramaya çok yaklaştığı kısacık bir anda derin bir uykunun koynunda buluvermişti kendini. Marcus Aurelius, unutulmaz düşünü görmeye başladığında vınlayan bir yay sesi duydum. Bembeyaz bir güvercinin kalbine saplanmıştı göremediğim ok. Güvercinin korkuyla atan kalbinden sıçrayıp Marcus Aurelius'un alnına yapışan bir kan lekesiydim artık. Küf kokulu kumlara yüzükoyun uzanmıştı. Gözlerini yavaşça açarken alnında duruyordum. Toza bulanmış kirpiklerini görebiliyordum ama Marcus Aurelius, onu gördüğümden bütünüyle habersizdi.
Elinde pürüzsüz bir ayna olsaydı alnındaki kan lekesini fark edebilir miydi, bilmiyorum. Nasıl göründüğüme ve boyutlarıma ilişkin benim de hiçbir fikrim yoktu. Aşina olmadığı bir diyara çok ötelerden fırlatıldığı hissiyle dolup taşıyordu Marcus Aurelius. Kalbi durmaksızın, hızla çarpıyor, kuru boğazına yabansı bir duygu düğümleniyordu. Yavaşça doğrulup ayağa kalktı. Onun bir ova kadar geniş alnına yapışıp kalan görünmez bir leke olduğum için ben de doğrulup yukarıya yükseldim. Başım dönüyordu ama Marcus Aurelius, yaşamının amacını kavramış bir kaplan kadar hızlı ve çevikti. Eğer bir düş görüyorsanız ihtiyarlık bazı hususiyetleri sizden alıp götüremez, burada zamanın tek hâkimi olduğunuz su götürmez bir gerçektir. Kır sakallı Marcus Aurelius, ihtiyarlamaya fırsat bulamadığı bir ömür sürmüştü, belki de bu yüzden çevikti ya da düş gördüğünün bilincine daha erken varmıştı. Uzayıp giden çöle bakıyordu. Kumların üzerinde mezar çukuru gibi duran iri ayak izlerine bir anlam veremedi. Esen tuhaf bir rüzgâr, kumları deniz misali dalgalandırdığı halde kumun üzerindeki meçhul ayak izleri bir türlü kaybolmuyordu.
Tam o sırada bir düş gördüğünü kavramıştı Marcus Aurelius. Gerçek bir Romalıya ve gerçek bir insana yaraşır biçimde, içindeki koruyucu ruha sımsıkı tutunması gerekiyordu şimdi. Düş görenin düş gördüğünün bilincinde oluşu, düşü görene bahşedilen en büyük armağandır. Burada birbirine sımsıkı bağlı atomların, çürümeye yazgılı etin, toprağın aç bir sünger misali emdiği pis kokulu kanın, dökülüp toza karışması mutlak olan kemiğin esamesi bile okunmaz. Sınırları ölümüne zorlama iştiyakı, önüne çıkan her şeyi hercümerç edecek bir sel gibi çağıldamaya başlamıştı Marcus Aurelius'un mavi damarlarında. Ama o, bir düş gördüğünün bilincinde olduğu gibi Marcus Aurelius olduğunun da farkındaydı. Düş görürken bile aklının sınırlarını zorlayamaz, tatmini imkânsız arzuların peşine takılıp şu esrarengiz düşü mahvedemezdi. Esen rüzgâr, tılsımlı bir nefes gibi değiştirmişti atmosferi. Çölün üzerinde asırlardır bekleyen kasvet, yavaşça dağılıyordu.
Ilgım zannetti müşahede ettiği akıl almaz manzarayı Marcus Aurelius. Sanki bir düşün içinde başka bir düş görüyordu. Her yanı mermer sütunlarla bezeli, neredeyse sonsuz gibi görünen bir galeri vardı karşısında. Netameli labirentin kıvrımları, sisler arasında zar zor seçilebiliyordu. Avına odaklanan aç bir şahin gibi açtıkça açtı puslu gözlerini ama yalnızlık duygusundan kurtulamadı. Issız galerinin eşiğinde ne aradığını düşünüp başını öfkeyle yukarı kaldırdı. Sayısız sütunun elbirliği ile göğe sabitlediği tek bir kubbe duruyordu havada. Derken, yaprak üzerinde yürüyen tırtılın çıkardığı sese çok benzeyen, tuhaf bir hışırtı duydu. Mermer sütunun arkasında koyu bir gölge oynaştı. Saçı başı dağınık, hırpani kılıklı bir kız çocuğu çıktı karşısına. Çocuğun yemyeşil gözleri delici bakışlar fırlatıyordu zırhtan ve miğferden yoksun yabancıya. Gür sesiyle bağırdı Marcus Aurelius: "Kimsin sen ey çocuk, ne arıyorsun burada?" Çocuk, uzun müddet sustu. Galerideki derin sükût, İmparator'la çocuk arasına örülen yıkılmaz bir duvardı. Marcus Aurelius, suskunluğu dinlemeye çalıştı.
Gerçeği kavramak için kepçe kulaklara ya da iri gözlere değil bir kalbe ihtiyacı olduğunu biliyordu. Yeşil gözlü kız, delici bakışlarıyla süzdüğü Marcus Aurelius'a giderek yaklaşırken nihayet konuşabilmişti: "Ben tüm bilgelerin peşinden koşup bir türlü vasıl olamadığı masumiyetim. Bana masumiyet diyorlar ama benim gerçek adım ölüm. Peki ya sen kimsin, yoksa kalbiyle aklı arasındaki dengeyi bir türlü tutturamayan Marcus Aurelius mu?" Duyduğu yumuşak ama bir o kadar keskin ses karşısında irkilmişti Marcus Aurelius, cevap veremedi. Belindeki kuşağına davranıp hançerini aradı ama avucu bir boşlukta yüzüp duruyor, yeşil gözlü kız ise hırçın bir dalga misali giderek yaklaşıyordu. Hayatı boyunca kuru gürültüye pabuç bırakmayan Marcus Aurelius, kalbinin yerinden çıkacak denli hızlı atmasına hiçbir anlam veremedi. Karşısında bir ordu değil hepi topu bir metre boyunda ufacık bir kız çocuğu vardı ve hayatında ilk kez sendeleyip geriye doğru bir iki adım atıyordu. Yeşil gözlü kız, Marcus Aurelius'un elini tutmak üzereyken koca İmparator bir kabustan uyanmak istercesine gözlerini sımsıkı yumdu.
Gözlerini açtığında ılık bir şefkat duygusu yürümüştü göğsüne. Elinden tutup ona galeriyi gezdirmek isteyen kılavuzuna daha fazla mukavemet gösteremedi. Takma adının masumiyet, gerçek adınınsa ölüm olduğunu söyleyen bu garip çocuğun eline, içindeki koruyucu ruha tutunur gibi tutunuyordu. Emin değildi ama mermer sütunlarla dolu galeri, namlı veya namsız nice filozofun bin bir emekle inşa ettiği bir düşünce sarayı olmalıydı. Yol boyunca parlak sütunlara dokundu Marcus Aurelius ve her dokunuşta soluk kesici duygulara kapıldı. Sandaletli ayaklarını ıslatan berrak sular, engin bir okyanusta yürüdüğü hissini uyandırıyordu Marcus Aurelius'un üzerinde. Yanında yürüdüğü yeşil gözlü kızı can kulağı ile dinlemeye başladı: "Ölüm de hayat kadar doğal bir olgu değil midir Marcus Aurelius? Her birimiz çürümeye yazgılıyız. Ölümün çekiciliğini sana birkaç somut misalle göstermek istiyorum. Fırında pişen şu ekmekleri görüyor musun?
- Marcus Aurelius hayretler içindeydi, fırında pişen ekmekleri gerçekten görebiliyordu. - Ekmek, pişerken yer yer çatlama eğilimindedir ama bir yok oluşun işareti gibi görünen bu çatlaklar, nedense hoşumuza gider. Tuhaf biçimde iştahımızı kabartır. Şu gümüş tabaktaki incirlere dikkat et. Olgunlaşınca işte böyle yarılırlar. Tam anlamıyla neşvünema bulan zeytinlere giderek yaklaşan çürüme olgusu, özel bir güzellik vermiyor mu sence de? Eğer dikkatli bakarsan yaşlı bir erkekte ya da yaşlı bir kadında kendine özgü nice güzellik olduğunu görebilirsin. Benim gibi çocukların sevimliliğini algıladığın gibi. Ama bahsettiğim bu güzellikleri yalnızca doğayı gerçekten sevip olduğu gibi kavrayabilenler görebilir. Şu adamı görüyor musun? - Marcus Aurelius, bir kadavranın başında hummalı şekilde çalışan iri yarı bir tabip görüyordu.- Onun adı Hipokrat'tır. Birçok hastalığı iyileştirdikten sonra, kendisi de hastalanıp öldü. Sıtmalı biri gibi sürekli terleyen şu garip adama bak! Onu tanıdın mı? Adı Heraklitos.
Dünyanın ateş tarafından nasıl yok edileceği üstüne öylesine uzun münazaralara girişti ki vücudu su topladı en sonunda. Bedenine inek pisliği sıvanmış olarak öldü. Şu sürekli kaşınan ve adı Demokritos olan adamı ise hayatı boyunca korktuğu küçücük pireler öldürdü. –Burada zaman mutat seyretmiyordu, yeşil gözlü kızla dolaştığı saliseler dahilinde upuzun yılları ve yolları kat etmiş gibi yorulmuştu Marcus Aurelius- Şu ahşap fıçının içinde yaşayan bilgeyi tanıyor musun? - Marcus Aurelius, yarı çıplak adamı o halde görünce istemsiz olarak tebessüm etti.- Adı Diyojen'dir. Onun tek dayanağı içindeki koruyucu ruhtur. Ruhu öylesine güçlüdür ki onu zevklerle kirlenmekten, acılardan etkilenmekten ve haksızlığın ona erişmesinden korur. Herhangi bir kötülüğe karşı bütünüyle duyarsız kalmasını sağlar. Tüm savaşların en çetininde bileği bükülmez bir güreşçidir. Hiçbir tutkunun onu yenmesine izin vermez Diyojen.
Adalete derinden bağlı oluşunu, yazgının onun için sakladığını bütün yüreğiyle kabule hazır oluşunu, içindeki koruyucu ruha borçludur. Kendini yalnızca kendi görevini gerçekleştirmeye adamıştır. Evrensel yazgının ona ayırdığından başka bir şey düşünmez. Eylemlerinin kusursuz olmasına çalışır çünkü yazgıdan gelen her şeyin iyi olduğuna inanmıştır. Her insana ayrılan yazgı, ömrü boyunca ona eşlik eder ve onun iyiliği içindir. Akıldan daha aşağı olan bedenin kabuğuna hizmet etmekten vazgeçmelisin Marcus Aurelius. Değerli olan zihin ve koruyucu ruhtur, ötekiyse toprak ve çürümüşlük. Düşüncelerin dupduru bir ırmak gibi olmalı. Onları allayıp pullayarak güzelleştirmeye çalışma. İçindeki koruyucu ruh, olgun, saygın, gerçek bir insana, bir yurttaşa, bir Romalı'ya ve bir Magistratus'a yol göstersin. İçin huzurla dolu olsun, başkalarının sağlayabileceği dinginliğe gereksinimin olmasın asla. Kısaca dimdik durmalısın Marcus Aurelius. Başkaları ayakta tutmamalı seni. Kendi omuzlarının üzerinde yükselebildiğin kadar özgürsün.
Unutma ki bütün ussal varlıklar, birbirlerine akrabalık bağı ile bağlıdırlar. Farklı bedenlerde dolaşan tek bir ruha benzer onlar. Bilge Diyojen'in öz kardeşin olmasını istemez misin?" Marcus Aurelius'un yaşadığı mutluluk, yeryüzündeki hiçbir beşerî hazla mukayese edilemezdi. Mavi damarlarında yalnız Diyojen değil gelmiş geçmiş belki de henüz doğmamış bütün düşünce ustaları, dupduru bir akarsu gibi çağıldıyordu. Tam o sırada mermer sütunların elbirliği ile ayakta tuttuğu gök kubbe, karanlık bir yağmur düşürmeye başladı galeriye. Esrarengiz katreler, değdiği her yeri geniz yakıcı bir kükürt kokusuna boyuyordu. Dokunuşların yerini seslerin, kokuların yerini ise görülmemiş renklerin aldığı bu tuhaf atmosferde tek şeye anlam veremiyordu Marcus Aurelius. Sırılsıklam olması gerekirken nedense kupkuruydu. Yaşadıkları, silinmez yazgısının sarsılmaz bir işareti olmalıydı. Bir düş gördüğünün bilincinde olsa da o rahatsız edici duygudan kurtulamıyordu. Geniş göğsü, ucu bucağı görünmeyen bir patika gibi daralıyordu. İki yıl evvel akıl almaz bir kâbus görüp soluk soluğa uyandığı karanlık geceyi anımsamıştı.
Yatağından doğrulup kandili yakmış, durgun bakışlarını kandilin ışığına odaklayarak uzun uzadıya düşünmüştü. İnsanların bir düş görüyorken de ilahî kudret tarafından sınanabileceğini söyleyen Nagarjuna, gerçekten haklı olabilirdi. Uyku ile uyanıklık temelde aynı özdendi Nagarjuna'ya göre. Aralarında hiçbir fark yoktu. Yaşadığımız dünyada olup biten her şey, bir düştü zaten, hiç mesabesindeydi. Aklı başında bir insan, uykularında bile ihtiyatı elden bırakmamalıydı. Görülen düşün içinde yapılacak en ufak bir hata, bir kâbusun koynuna yuvarlayabilirdi insanı. Nagarjuna'nın nazarında kâbus, cehennemin suretine rahatça bürünebildiği altı karanlık olgudan biriydi. Esasında en iyi davranış, hiç uyumamaktı ama insanın yaradılışı, böyle bir aşırılığa müsaade etmiyordu. Bu durumda yeteri kadar uyumak ve düş görmekten mümkün olduğunca kaçınmak gerekiyordu. Akıldışı bir şayiaya bakılırsa Sarı Irmak kıyılarındaki bir sedir ağacının gövdesine yaslanıp gözlerini kapayan Nagarjuna, yedi ay boyunca hiçbir düş görmeden uyumuştu.
Bizzat geliştirdiği özel bir teknik yardımıyla tam bir düş görmek üzereyken bilincini uyarıp bir uykunun içinde uyandırabilmesi ona yaşadığı muhitte haklı bir şöhret kazandırmıştı. Yaklaşmakta olanın ürpertisi sarmıştı Marcus Aurelius'u. Yeşil gözlü kız, hiç olmadığı kadar mutluydu. Elini tutup çekiştirdiği adama, esasında içinden çıkılmaz bir labirent olan mermer sütunlarla bezeli galerinin tüm açmazlarını saatlerce dolaştırmak istiyordu. Seğirip duran siyah gözlerine asırlık bir nefret yürüdü Marcus Aurelius'un. Olduğu yerde put gibi kaldı. Gudubet suratlı yabancıyı görmesiyle Marcus Aurelius'un elini bırakıp ötelerdeki bir sütunun arkasına koştu yeşil gözlü kız, birazdan kopacak kıyameti korku dolu gözlerle uzaktan seyredecekti. Yüzünü daha önce hiç görmediği can düşmanı Avidius Cassius'u tek bakışta tanımıştı Marcus Aurelius. Yıllar önce ayaklarının dibine fırlatılan ve akıl almaz bir iğrentiyle dolup taştığı için derhal yakılmasını emrettiği kesik baş, Doğulu asilerin elebaşı Avidius Cassius'a aitti.
Hayatı boyunca yüzüne bakmayı reddettiği Avidius Cassius, bir ölü olduğu halde şimdi karşısında duruyordu. Bir düş görüyor olsa da asilerin başına Roma'nın kudret elini bir balyoz gibi indirmek boynunun borcuydu. Gerçek bir insana ve gerçek bir Romalı'ya yaraşır biçimde çekincesiz saldırdı hasmına Marcus Aurelius. Boynundan tutup yere yuvarladığı Avidius Cassius'un kerih kokular yayan sararmış dişlerini tek tek söktü. Artık gerçek bir ölü olan asinin damaklarından nemli toprağa kan fışkırıyordu. Yerle gök büyük bir gürültüyle sarsıldı o sırada. Kocaman bir meşe ağacı sökün ediyordu nemli topraktan. Marcus Aurelius, yerinden haşmetle doğrulup sarsılmaz eserini seyre daldı. O meşe ağacı ki Roma'nın ta kendisiydi. Kökü yeraltının en karanlık dehlizlerine dek ulaşır, savaş baltasını andıran upuzun dalları dosta düşmana korku salar, heybetli gövdesi ile erişilmez gök kubbeyi yedi yerden çatlatabilirdi. Ne var ki Marcus Aurelius'un mağrur duruşu fazla uzun sürmedi, çok geçmeden dinmeyecek sandığı korkunç bir ıstırapla yere çömeldi.
Mermer sütunlarla bezenen galeri, meşe ağacının sağa, sola ve bitimsiz göğe doğru giderek uzayan dalları yüzünden yerle bir olmak üzereydi. Sonra telaşla yerinden doğrulup tozun ve toprağın içinde yeşil gözlü kızı aramaya başladı Marcus Aurelius. Mermer sütunlar, Marcus Aurelius yerine birbirlerinin üstüne devrilip saniyesinde parçalara ayrılıyor, bir toz bulutunun arasında kayboluyorlardı. Uzun süre mücadele etti. Neredeyse kendi boyunu aşan kimi sütun parçalarını kaldırıp gözyaşlarıyla yeşil gözlü kızın cesedini bulmaya çalıştı cehennemî enkazın arasında. Onu bulduğunda dehşet taşıran gözyaşları dinmedi, derin hıçkırıkları bir sevinç çığlığına dönüşmüştü. Yeşil gözlü kız, yeryüzünde yüzyıllar sonra görünecek son nebinin tavsiyesine uygun olarak bir zeytin fidanı dikmeye çalışıyordu yaşanan hengâmenin ortasında. Marcus Aurelius'un geldiğini fark ettiği sırada hayat çağıran bir tebessümle arkasına döndü ve hüzünle baktı haşmetli İmparator'a.
Marcus Aurelius, duyduğu davudî bir sesle irkildi. Yeşil gözlü kızın konuştuğunu sandı ilkin ama duyduğu ses, zeytin fidanından geliyordu. Herkese aitim ve kimseye ait değilim. Siz gelmeden önce de buradaydım, siz gittikten sonra da burada olacağım. Vaktiyle tüm ağaçların kendilerine kral olması için yalvardıkları ağacın ta kendisiyim ben. Bu yersiz teklifi kabul etmedim zira yaratılış amacıma tersti bir kral olmak. Benden sonra incire, asmaya ve dişbudak ağacına gittiler aynı teklifi sunmak için ama sürekli elleri boş döndüler bahçelerine. Kara çalı herkesten daha fazla hevesliydi kral olmaya ve bütün ağaçların kralı olarak seçildi günün birinde. Kara çalının hükümranlığını yadsıyıp yerin derinliklerinde asırlar boyu sürecek bir uzlete çekildim. Ilık bir nisan gecesi genç bir adam buldu beni. Buldu ve alıp götürdü hiç bilmediğim bir diyara. Gördüm ki orada kalabalık bir meclis toplanmış. Şehre en değerli armağanı sunan kişi, o şehrin ebedî koruyucusu olacakmış.
Yarışı kazanmaya azmeden birçok cömert delikanlı, sırayla sundular armağanlarını şehrin azametli hâkimlerine. Bunların arasında rüzgâr gibi koşan bir at, keskin bir balta ve gümüş işlemeli bir çamçak bile vardı. Beni bulup şehre getiren gence gelmişti sıra, armağanını ululara sunup uzun uzadıya anlatmaya koyuldu marifetlerimi. Bu ağaç ki büyüyüp yüzyıllarca yaşayacaktı. Ağacın meyvesinden lezzetli yemekler hazırlanacaktı alicenap sofralar için. Ağaçtan tılsımlı bir sıvı elde edilmesi epey zahmetli bir iş olsa da imkânsız değildi. Onmaz nice hastaya şifa verecekti o sıvı, en kapanmaz yaraları bir çırpıda iyileştirecekti. Geceleri aydınlık saçacaktı sokaklara ve evlere, gölgesiyle insanları serinletip odunuyla ısıtacaktı. Neticede yarışın galibi ben oldum ve alayişli bir merasimle şehrin meydanına dikildim. Gelin görün ki beni şehre armağan olarak sunan ve şehrin ebedî koruyuculuğunu üstlenen temiz kalpli gencin hasis, hırçın, gözü gönlü doymak bilmeyen, bastıbacak bir kardeşi vardı.
Şehre hediye edilen ağacı kesmek için elindeki baltayı gövdeme doğru salladı fakat anlaşılmaz bir biçimde balta ters döndü. Benim yerime hasmımın kafası kesilmişti. Şöhretim dilden dile yayıldı böylelikle. Yeryüzünün asalet timsali ya da barbar olan bütün hâkimleri, hürmette kusur etmediler bana karşı. Beni anlatan ve benim bile inanmakta epey zorlandığım nice efsaneler söylendi yedi iklim dört bucakta. Yüzyıllar boyu can acıtıcı bir yalnızlığın koynuna itildim. Dallarıma dokunmaya kimse cüret edemiyordu. Kanunlar çıkardılar beni korumak için. Meyvelerimi yalnızca bâkire genç kızlar toplayabilirdi. Bâkire olmayanlar meyvelerime el sürmeyi bırakın yanıma bile yaklaşamazlardı. Bilgeliğin, ölümsüz zaferin ve ezeli bereketin timsaliydim ben. Nice asilzadeye kalkan oldum en azılı düşmanlarına karşı. Kutsal bir aileden gelmiş olmanın en önemli işareti sayıldım. Bir zeytin ağacının dalları altında doğmayan hiçbir krala biat etmiyordu ahali bir zamanlar. Vaktiyle alelade bir şair sayılan Homeros, bazı enfes şiirlerini gölgemin altında söylemiştir.
Tabiplerin en meşhuru Hipokrat, yıkanamayanlara hiç olmazsa benim yağımla vücutlarını ovmalarını tavsiye etmiştir. Gimnazyumda güreşen nice cengâver, görünmez, parlak bir zırh gibi kuşandılar yağımı. Sayısız imparatoru ve olimpiyat kahramanını dallarımdan yapılan taçlarla onurlandırdım. Meşaleler tutuşturdum, kandilleri yaktım. Ne var ki insan soyu esrarıma bütünüyle vâkıf olamadı, yüzyıllar geçse de muhtemelen anlamayacaklar beni. Şimdi tüm yeryüzüne seslenme imkânım olsa yine aynı sözler dökülürdü kuru dudaklarımdan. Herkese aitim ve kimseye ait değilim. Siz gelmeden önce de buradaydım, siz gittikten sonra da burada olacağım! Yeşil gözlü kız, çamurlu elleriyle diktiği fidandan bir zeytin dalı koparıp dişlerinin arasına aldı. Bembeyaz bir güvercine dönüşmüştü kaşla göz arasında. Hiçbir şey söylemeden uçup gitti. Marcus Aurelius, yalnızlığın koyu gölgesi altında soluk soluğaydı.
Eğer gördüğü düşün böylesi bir felaketle sonuçlanacağını bilseydi bu ılık nisan gecesinde uyumaz, devrilen bir ağaç gibi Tuna'nın serin sularına atardı gövdesini. Uzun süre yıkıntıların arasında tanıdık bir ses bekledi. Zeytin fidanı susmuştu. Çömeldiği yerde başını kaldırıp gök kubbenin çatlakları arasında beyaz güvercinleri aradı durdu. Gerçek bir insana ve gerçek bir Romalı'ya yaraşır biçimde, içindeki koruyucu ruha tutunarak doğruldu sonra. Sonsuz gibi görünen, yıkık dökük galerinin içlerine doğru yürümeye başladı. Burada zaman, mutat seyretmiyordu. Usulca yürüdüğü saliseler dahilinde kim bilir, kaç yılı ve kaç yolu bir karınca gibi ardında bırakmıştı... Nihayet sisler dağıldı. Gök kubbenin çatlakları arasından tılsımlı bir ışıltı yayıldı yeryüzüne. Hipokrat, Platon, Heraklitos, Elealı Zenon, Diyojen ve daha niceleri, yerle bir olan galeriyi yıkıntıların arasında buldukları işe yarar malzemelerle yeniden inşa etmek için çoktan kolları sıvamışlardı. Hiçbir şey söylemeden onlara katıldı Marcus Aurelius.
Bilincinin bağlı olduğu kum saatinin kumları, teker teker yere düşüyordu. Sıcağın altında çalışmaktan bir hayli yorulmuştu. Dinlenmek amacıyla çekildiği kuytu bir köşede kolunu kaldırıp ter içindeki alnına götürdü. Marcus Aurelius'un alnına sıçrayan kan lekesi silinip gitmişti.