Kuyruk doğdu tuz nehir, kuyruk doğdu bal kuyusu
Delfin, bir haftadır fal diyarında bu günü bekliyordu. Sıcaktan dili damağına yapışmıştı. Kuyruğun doğduğu günün yemin gününe denk geldiği, nehrin tuz olup akmaya başladığı ve karnındaki bal kuyusunun ağzına kadar balla doğduğu gün. Kuyunun dibindeki kapı açılacaktı. "Kuyruk doğdu tuz nehir, kuyruk doğdu bal kuyusu!" diyecekti. Ustanın kehaneti o zaman gerçek olacaktı.
Bir
Dağlar. Murgzar ve Mâhizar. Ormanın içinden ışık olup yükselen iki baş. Göğü havada tutan iki direk. Kâlzem'in koca direkleri. Dağlar, bellerine varan ağaçlarla kaplı ormanın içindeydi. Kâlzem diyarı, Doğuyurd'un başşehrine giden yolun üzerindeydi. Kâlzem'in iki kadim dağında iki kadim halk yaşardı. Murgzar Dağı'nın halkı, kapkara bedenlerine zıt beyaz suratları, süt gibi saçları ve göğüslerinin tam ortasında kuşa benzer beyaz lekelerle doğarlardı. Kuşların dilini bilen bu halk evlerini ağaçların tepesine top şeklinde, çalı çırpıdan kurardı. Ki Murgzar'ın başını bin yıldır bin diyarın ağacı mesken tutmuştur. Ardıç, ladin, meşe, köknar, sedir, dişbudak, çam, yıldız çalısı, melengiç, böğürtlen, ceylan dutu... Kâlzem'in iki oğlundan diğeri Mâhizar Dağı. Burada boynundan aşağıları balık pullarıyla kaplı başka bir dağ halkı yaşardı. Bu halk, dağın başını yaban otları gibi saran göllerin içine inşa ettikleri dev küplerde yaşarlar, ağızları su yüzüne açılan evlerini de ay ışığı aydınlatırdı. Mâhizar'ın göllerinde balıklar o kadar çoktu ki... Halk evlerine girecekleri zaman su üstüne ayaklarını atsalar bir balığa denk gelir, diğer adımlarını atmadan başka bir balık imdatlarına yetişirdi.
Göller, gümüş sazan, tokmak balığı, kefal, kolyos, kılıç, somon, ayı balığı ile ağzına kadar doluydu. Bu iki dağdan başşehre gün aşırı kereste, orman meyvesi ve balık yüklü kervanlar gider gelirdi. Kâlzem'e bir akşamüstü o kervanlardan birinin peşi sıra, susuzluktan ve yorgunluktan dili yere değen, gün rengi katırının sırtında bir falcı geliyordu. Ormanın başladığı yerde durdu. Elini dumanlı göklere siper etti. İki dağın iki ayrı başına göz attı. Soluklandı. Kervanın ardından daldı ormana. İçlere doğru ilerleyince yeryüzünün bütün ışıkları çekildi sandı. Usta, taştan kerevete bağdaş kurmuş, kül rengi gözünü bir an dahi ayırmadan önündeki kahve fincanına bakıyordu. Gözlerinden nehirler geçti, uzun yollar, göller, dumanlı gökler, orman, Kâlzem, iki dağ. Boşta kalan elini dizinin yanında duran kemikten enfiye kutusuna daldırdı. Elini içinde gezdirdi. Bastırdı. Parmaklarına sürtünen koku odaya yayıldı. Kutunun firuze işlemelerine gözü takılan çırak, fincanın ustasının ellerinde tuzla buz oluşunu göremedi.
- Sesin geldiği tarafa gözünü çevirdiğinde; usta, enfiye yüzünden eline yapışan porselen tozunu silkeliyordu. Elinin tozdan arındığına kâni olan usta, fincanda kalan birkaç iri parçayı çırağa uzattı. "Al şunu da havanda iyice döv. Un haline gelsin. Sonra bu unu bahçenin göğüne serp. Artık görelim bakalım seni Feres. Ne zaman olacak görünürsün?" Feres, fincanın kalan birkaç parçasını ustasının elinden kaptığı gibi taşlığa çıktı. Onun ardından diğer çırak, başını eğip elindeki fincanı kırılmasını umarak saygıyla uzattı ustaya. Adı Delfin'di. Ustanın kervanın ardına düşüp vardığı Kâlzem'in iki dağından iki dağlıydı Feres ve Delfin. Şehirde fal sırrına talip, onlarca çırak kapısında kuyruk olmuş, el pençe divan durmuş ve de kendisini hediyelere boğmuşken; usta, kimsenin adlarını ya da maharetlerini duymadığı bu iki dağlıyı tutup getirmiş çırak etmişti. Çünkü ustanın falında kendisini, göğün yedi katına çıkaran bir kanatlı at ve yedi denizi gezdiren bir yunus çıkmıştı. Bu fal, kendisine kuşdili konuşanlarla su halkından birer çırak demekti. Bu fal, ustanın hayatına yıllardır yapışan boşluğun dolması, gök kapılarının açılması demekti.
Ömrünün falıydı bu ve işaretlerle falın yolunu döşüyordu Feres ve Delfin bahçeye serpilen tozları süpürürlerken güneş, pencerelerinde kızıl yanıklar bıraktığı başşehrin alnına akşam öpücüğünü kondurup usulca Batıyurd'a yol aldı. Akşam yeli, sokakları yalayıp dolandı şehri. Hava iyice kararınca cehennem meydanına indi. Meydanı yedi defa turladı yel. Meydan ki ucu yok, bucağı yok. Ateş yutanlar, yılan oynatanlar, cambazlar, akrep tutucular, kuyrukçular, ipli hokkabazlar, ipsiz hokkabazlar, gözbağcılar, gök aydınlatanlar, fenerciler ve dahi olmazsa olmaz falcılar. İpler gerildi, fileler çekildi, çadırlar kuruldu, ateşler yakıldı, kumlar serildi, kahveler döküldü. Usta, iki yanına aldığı çırakları ile falcı çadırlarının arasına karıştı. Ustayı şehirde herkes tanır hürmet ederdi. Ama şimdi iki yanında iki dağlı. İki ucube. Bir yanında kara bedenine tükürük gibi yapışmış kara saçlarıyla bir dağlı öteki yanında pul pul olmuş vücudundan çürük yosun kokuları yayılan bir diğeri. Feres ve Delfin'in iki elleri, omuzlarında çapraz düğüm. Beklediler. Kendilerine tiksinerek bakan gözleri görmediler. Meydanda usta için ayrılan yere geldiler. Üstü açık bir çadıra girdiler.
Usta bir hasırın üzerine bağdaş kurdu. Kahvesinden bir yudum aldı. Enfiyesini kokladı. Gözlerini yumdu. Dünyalar etrafında dönüyor sandı. Yıldızlar, güneş ve ay tıpkı çırakları gibi el bağlamış başını bekliyorlardı. Onlarla birlikte döndü. Doğdu battı. Silkindi. Gözünü açtığında karşısında "Atım, ah gümüş atım. Ah kara bahtlı atım." diye dövünen adamı buldu. Üstünde bin yılın izi ve bin yolun tozu vardı. Saçlarının arasından akan ter, toprak kaplı yüzünde çamur arkları kurdu. Usta başını kaldırıp adamı süzdü. Adam, başşehre gelirken yol üzerindeki bir handa konaklamıştı. Yolun yorgunluğu üzerine biraz da akılsızlığı eklenince atının yularını bağlamayı unutmuş, dalmış gitmişti uykudan ırmağa, atı da gecenin siyahına karışmıştı. At, adamın babasından yadigârdı. Soyundan geldiği atlar, yüz yıllar var ki atalarına yoldaşlık etmişlerdi. Daha atının soyu da kendisinin evlatlarının yoldaşı olacaktı. Yalvardı yakardı. Sümkürdü yutkundu. Elindeki yüzündeki toz ve çamura bakmadan ustanın eteğine sarıldı. Dizlerini öptü. "Tamam" dedi usta.
İki ayağı üzerine kaldırdı adamı. "Ona ne diye seslenirdin? Bir adı bir sanı var mıydı?" Adamın gözünde umutlar parladı birden, tavanı yok çadırı saran yıldızlar gibi. "Vardı ya vardı elbet. Gümüştay idi adı. Görseniz sim gibi parıl parıl bir kısrak. Annesi dolunay gecesi doğurmuştu onu. Bu adı vermiştim." Usta, sabaha karşı iki çırağı iki yanında, şehrin gün kapısındaydı. Atını kaybeden adamın evvelki gece kaldığı han, buradan at koşumu üç saatlik yoldu. Başıboş bir atın çok da uzağa gidemeyeceğini düşünen usta, adamın konakladığı hanın etrafında bir günlük yol mesafeli bir çember çizecekti. Ama bir insanın hele ki yaşı mezardakilere yaklaşan bir ihtiyarın böyle bir duruma pek takati olmazdı. Usta Feres ve Delfin'e döndü: "Birazdan buradan koşarak uzaklaşacağım. Çok sürmez geri dönerim, beni burada bekleyin, döndüğümde boynumdaki yuları alıp saklayacaksınız. Şehre birkaç gün sonra dönerim. Döndüğümde yuları boynuma yeniden geçirin. Unutmayın o yulara canınızdan daha iyi sahip çıkacaksınız." Dedi ve sabah aydınlığına doğru koşmaya başladı.
Koştu. Koştu. Sabahın alaca aydınlığında uzaklaşan insan karaltısı yavaştan şekil değiştirdi. Önce kulakları fark edildi. Sonra adale yüklü bacakları, kuyruğu, yelesi... İnsan silüeti silindi. Usta şimdi basbayağı bir ata dönüşmüştü. Arka ayakları üzerinde şaha kalktı. Bir ok oldu, tan yerine doğru fırladı. Yeleleri sabah rüzgârında üstündeki yükü döker gibi titredi. Gerindi. Gerisin geri Feres ile Delfin'in yanına geldi. İki çırak da ilk kez gördükleri bu tebdil karşısında hayretten hayrete girdiler. Ellerini yüzlerine vurdular. Ayıkamadılar. At gelmiş yanı başlarında bekliyordu. Baktı ki çırakların ayıkacağı yok. Bir kişneme ile yeri göğü inletti. Nallarını taşlara sürttü. Kendilerine gelen Feres, yuları tutup çıkardı. Özgür kalan usta, gün doğusuna doğru koşmaya başladı. Yaban atları arasında çok tanıdığı vardı, elbet onlardan birisi Gümüştay'ı görmüştü. Usta, Gümüştayla birlikte döndükten sonra yedi gün yedi gece uyudu. Uyku nimetini kana kana içti. Verdiği sözün yerini bulması için dağ tepe dememiş, dolanmıştı.
- Yememiş içmemiş, durmamış uyumamış yedi şafak Gümüştay'ı aramıştı. Onu Kâlzem sınırında bir yaban at sürüsü içinde bulduğunda usulca seslene seslene yanına sokulmuştu. Gümüştay, sahibinin böyle yanışına içerlemiş, olanı biteni anlatan ustanın ardına düşmüş başşehre gelmişti. Usta, avluya geldiğinde boynuna yuları yine Feres geçirmişti. Yular, damarları seğiren boynuna değer değmez atın tüyleri döküldü, kulakları küçüldü, kuyruğu çekildi. Usta, ayakları üzerinde durdu, yuları boynuna geçiren Feres'i alnından öptü sonra eşiğe yığıldı. Feres, gönencinden ustayı yerinden kaldırmayı ancak Delfin'in dürtmesi ile akıl edebildi. Bu sırada bir yerlerde haset tohumu serpiliyordu. "Ruhlar kocuyor evlatlarım. Ruhlar... Kocuyor. Tanrı, gelmiş ve gelecek bütün ruhları yarattı bir vakit. Hepsinden itaat sözü aldı, sonra her birinin dünya vadesini onları içine koyduğu peteklerin üzerine yazıp beklemeye bıraktı. Ruh, kendi sırası geldiği vakit, saniye şaşmaz peteğinden çıkar, dünyaya geleceği ananın rahmine doğru uçmaya koyulur. Uçar uçar.
Bu yolculuk manadan maddeye, ukbadan dünyaya, pinhandan ayânadır. İlk evine gelen ruh, dünya günlerini saymaya başlar artık. Ya geride kalan ruhlar ne olur? Kocarlar. Bekleye bekleye kocar onlar. Babalarımızın ruhları, ilk atamızın ruhuna daha yakın değil midir? Ondan yıllarca sonra doğan ve peteğinde sırasını bekleyen bizlerin ruhu beklediği yerde yaşlanmaz mı? Ruhlarımız onlarınkinden yaşlı değil midir? İşte buna kafa yormalı. Hatta ben derim ki o peteklere uçmalı. Soyumuzun boş peteklerine bakıp ibret almalı. Evlatlarımızın bekleye bekleye ihtiyarlayan ruhlarını okşamalıyız. Derler ki o peteklerin bir sureti bu dünyada da görünürmüş. Tuzdan bir nehrin karnına açılan bir kuyu. Ağzına kadar bal. Eksilmez. İşte yaz ortasında sabah vakti gün doğusundan kuyruk doğduğu gün, kuyruk dediğim de göğün göğsünde kuğu gibi süzülen o güzel yıldız, işte tam o gün bal kuyusunun başına varan kişi, bıkmadan, yorulmadan bütün balı çeker ve kuyunun dibindeki kapıyı açarsa o kapı, ruhlar kovanına ulaştırırmış kişiyi.
Oraya ulaşan kişiye Tanrı, kendi vadesini değiştirme hakkı verirmiş. Ulaşanlardan kimisi yüz yıl yazmış vadesine. Kimisi bin. Neticesinde Tanrı'nın geçmez günü yok. Hepsi ölmüş de silinmişler yer üstünden." Usta, artık çıraklıktan çıkıp kahvecilik mertebesine ulaşan Feres ile Delfin'e çıkabilirsiniz diyerek kapıyı işaret etti. Kahvecilik makamına ileterek, artık onlara bir nevi el vermişti. İkisi de ustanın verdiği ilmi havada kapıp ezber ediyordu. Feres ile Delfin bir zaman sonra ellerinde bir fincan kahveyle döndüler. Ustanın kahvesini de birlikte yapıyorlardı artık. Bu makamın ilk defa iki sahibi vardı. Ama çok geçmeden kahveyi sen yaparsın ben yaparım derdine düştüler de usta onlara günler tayin etti. Neticesinde bu sabahın kahvesini Delfin'in elinden içiyordu. Delfin, boynuna kadar çıkan pullar görenlerin içini bulandırmasın, yosun kokusu da yayılmasın diye yakalı bir cübbe giyerdi devamlı. Yakasındaki gümüş rengi yunus işlemeleri ipektendi. Eğildi Delfin. Eldivenli eliyle ustaya kahvesini uzattı.
Usta kahveden ilk yudumu alır almaz beğenisini belli etti abartıyla. Ağzını şapırdattı. Bu göl adamının elindeki lezzet kimsede yoktu. Usta, onun yaptığı günlerde daha bir iştahla içiyordu kahvesini. Delfin, ustanın keyifli höpürtüsünden ince bir haz duydu. Feres'in kara teninin üzerine kondurulan beyaz başına, onun da içindeki beyaz gözlere baktı göz ucuyla. Bu sırada bir yerlerde biraz daha haset tohumu serpiliyordu. Haset, girdiği damarı parçalayıp kanı insanın karnına dağıtan bir zehir. Ölümler çağrısı. Cürümler yolu. Mezardakilerin yarısının sebebi. Feres ile Delfin'i de zehir kuyusunun ağzına getiren olay içlerindeki haset tohumlarının filizlenmesi ile oldu. Adak günü yaklaşmaktaydı. Koç katımından hemen sonra başşehirdekiler, katımlık bir koçu Tanrı'ya hediye edecekti. Bu koç, daha bir sene önceki katımda seçilir ve adanmaya hazırlanırdı. Başşehirde her yaz kızgınlaşan koçlar, sürüden ayrılır da başka bir ağıla götürülür. Burada özenle bakılıp iyice semiren koçların güz ortasında koyunların arasına karışması bayram gibi kutlanır.
Davullar çalınır, oyunlar, ziyafetler... Koçlara kök boyalar sürülür, kınalar yakılır, boyunlarına elma asılır, nar çatlatılır ayaklarıyla, bereketli olsun diye koçların sırtlarına kız çocukları bindirilir. Şenlik sonunda da koçlar arasından erkekliği bitmeye yakın koçlardan birisi için ayrılır, seneye adak olarak beslenir. O koç artık diğerleri gibi bir sonraki katıma girmez. Adak sahibinin himayesinde beslenir. Usta da geçen sene koç katımında öyle bir koç seçmişti. Gelip görmeli ki bir yıldır bahçede usulca süzülen koç, katım sabahı, sırra kadem bastı. Ustayla çırakları sokakları alt üst ettiler. Ağıllara baktılar. Yok. Karnında kara benekleri olan akça koç, hiçbir yerde yoktu. Birazdan koç katımı başlayacak, cehennem meydanına dünyanın koyunu, koçu, kuzusu inecekti. O zaman hiç ümit olmayacaktı. Usta, çırakları ile göz göze geldi. Artık onu çok iyi tanıyorlardı. Yöntemlerine de alışmışlardı. Usta neyi kaybolsa onun kılığına girer. Kaybolan şeyi kendi dilinde arardı. Usta ile çırakları bakıştılar. Tamam der gibisinden başlarını salladılar. Usta "Unutmayın" dedi.
- "Kendinizi kaybedin. Yulara bir şey olmasın. Gün batmadan önce nehrin batı yüzündeki söğütlüğün altına gelin." Bunları söyledikten sonra boynuzları sırtına değen kara bir koç olarak karıştı sokaklara. Cehennem meydanına yaklaşan sürülerin yolunu gözleyecekti. Gün battı. Usta, koçların arasından kendi koçunu bulamamıştı. Başşehrin bütün sokaklarını koç dilinde aramış, bütün ağıllara boynuzlu kara başını sokmuş, cehennem meydanında her taşın altına girmiş, katımlık koçların, adaklık koçların hatta kuzuların dahi yüzlerine tek tek bakmış da benekli ak koçunu bulamamış. Bizden çıktı artık umulur ki ulu Tanrı yokumuzu var sayar diye diye söğütlüğe gelmişti. Geldi ki ne göre? Söğüdün altında insanın yüzünü kavuran güz yellerinden başkası yok. Koşturdu sağa, koşturdu sola. Ne Feres var ne Delfin. Kalbi kara bir sancıyla pırpırlandı. Aklı gitti geldi. Adak gecesi, sürmeli kara bir koç olup kaldı başşehirde bir başına. Nefesini tutup etrafı bir kolaçan etti ses yok seda yok. Karanlığın içinden, insan uğramaz sokaklardan eve doğru gitti. Oradan oraya koştu yine bir iz bir işaret için.
Kerevette bir fincan gördü. Delfin'in yosun kokusu geldi burnuna. Onun son fincanı. Yosunlu nemli. Boynuzu ile onlardan kalan son fincanı devirdi hınçla. Fincanın içinden Feres ve Delfin geçti. İkisini de gördü ayan beyan. Söğütlükte bekledikleri geçti fincandan. Sonra durup dururken kavgaya tutuştukları, ellerindeki yuları bir o tarafa bir bu tarafa çekiştirdikleri. Ustayı ben insana çevireceğim kavgası. Urganın ellerinden fırlayıp gün batımında yanan nehrin sularında gözden yitişi...
İki
Ustanın koç olarak yitip gidişinin üzerinden aylar geçmişti. Feres, o gün koşar adım terk etmişti şehri. Başıbozuk serseriler gibi sağa gitti, sola gitti. Doğuyurd'un bütün şehirlerine uğradı. Pişmanlıkla ürkeklik arasında koştu. Belki o gün orada beklese usta bir çaresini bulurdu. Hasetlikleri, öfkeleri, ben oldumlukları gözlerini köreltmişti. Her fırsatta birbirlerinin kuyusunu kazmaya çalışan iki çırak, şimdi ustalarından olmuştu. Ustalarına sebep olmuştu. Yapacağı bir şeyi kalmayanların yaptığı gibi döndü kürkçü dükkânına Feres. Murgzar'ın göğe değen ağaçlarından kurdukları yuvasına geldi kondu. Annesini çocukken kaybetmişti. Yokluğunda babası da çoktan kanatlanıp göçmüştü uçmak yurduna. Babasının evini derledi topladı. Yuva belledi. Ustasından az şey öğrenmemişti başşehirde. Kahvecilik makamına kadar gelebilen falcısı yoktu buraların. O da çöktü Murgzar'ın kahvecilik makamına. Gelenin yazgısını okudu, gidenin talihini. El açmadı ama avcu hep dolu oldu. Kahvesine, kumuna, kemiğine, yıldızına kadar her falın ilmini çözdü.
- Zihni gökler gibi açıldı. Önüne çıkan her kapıyı zorladı. Açılana kadar bekledi. Eşiğinde yattı. Kalbini temizlemek için kantaronlar içti. Geçmedi içinden ölüler boşluğu. Meğer ki falıyla bütün dünyalara baktıran o genç gelsin bir gün. Feres, genç adamın kahvesinin bitmesini bekliyordu sessizce. Elini enfiye kutusuna daldırdı. Ustadan öğrenmişti enfiye çekmeyi. Kokuyu ciğerlerine kadar soluyunca reyhan ve misk karışımı doldu kafasının içi. Kalan her şey silindi. Koku kaldı yalnız. Beyaz bir boşluk. Boşluğun üstüne yayılan reyhan ve misk. Üstünde Feres. Bağdaş kurmuş oturuyordu. Genç adam, kahveden son yudumunu alıp şangırtıyla falını kapatınca döndü Feres bu dünyaya. Fincanın soğumasını bekledi. Bu sırada kokular silindi büsbütün. Dünya, kaldığı yerden dönmeye durdu. Fal bekliyordu. Fal, insana bir kader çizemezdi evet ama kaderin yolunun binlerce yolundan açığı kapalıyı, uzağı yakını, hayrı şerri hatırlatırdı. Umuttu işte. Genç de bu umuda sarılıp gelmişti. Doğduğu günden beri açılmayan bahtını iyiye çevirecek, yolları açacak ve kalbini genişletecek bir umut aradığını anlattı.
Bütün Batıyurd'u ve bütün Doğuyurd'u gezdiğini ama adını koyamadığı bu kasvetli gökten kendisini kurtaracak, gönlünü genişletecek bir müjdeye ulaşamadığından bahsetti uzun uzun. Nihayet Kâlzem'e vardığında adı bütün diyara nam salan bu usta falcıya uğramak istediğini anlattı. Belki çaresi ondaydı. Feres, yüzünde tek bir çizgi oynamadan dinledi genci. Tek kelime etmedi. Kıpırdamadı. Derin bir soluk ve birkaç dua mırıltısından sonra ters çevirdi fincanı. Beş parmağıyla sıkıca kavradı. Açılır açmaz falın içinde ne varsa gözünün önünden geçti. Bu fal daha önce baktığı hiçbir şeye benzemiyordu. O kadar gerçekti ki her şeyiyle. Karşısına birer birer dizildi sandı falda ne varsa. Dağları, yıldızları, kuyuyu, nehri, kavakları, gölgeyi bir çırpıda kavradı tüm varlığıyla. İki dağı ve arasından akan nehri gördü. Köpük köpük akıyordu işte. İşte Tuz Nehir. Falın kara telvesinden bile anlaşılıyordu köpükleri. Kara lekeler hareketlenmeye başladı. Tuz kokusu gelip dayandı burnuna. Nehri derin bir sancı tuttu. Nehir kıvrandı, dövündü, çırpındı, ıkındı. Karnı yarıldı.
Yarılan karnın içerisinden bir kuyu çıktı. Çıkrığı fır fır dönmeye başladı. Çıkrığa bağlı kova, kapkaranlık kuyuya salındı. Çıkrık, döndü döndü de kuyunun boğazından aşağı indi. Sonra tam tersine manevra. Kova, ağzına kadar bal yüküyle çıktı gün yüzüne. Altın rengi sıvının kokusunu burnunda duydu Feres. Falın tepesine, fincanın dudak payına değdi gözü. İşte oradaydı. Kuyruk doğuyordu. Kiminin kuğu yıldızı dediği kuyruk, kuyunun başındaydı. Ustanın çatırdayan sesi yankılandı Feres'in zihninde: "Derler ki o peteklerin bir sureti bu dünyada da görünürmüş. Tuzdan bir nehrin karnına açılan bir kuyu. Ağzına kadar bal. Eksilmez. İşte yaz ortasında, sabah vakti gün doğusundan kuyruk doğduğu gün bal kuyusunun başına varan kişi, bıkmadan, yorulmadan bütün balı çeker ve kuyunun dibindeki kapıyı açarsa o kapı, ruhlar kovanına ulaştırırmış kişiyi." Feres irkildi bütün kalbiyle. Elleri titredi. Fincanı düşürmemek için zor zapt etti kendisini. Bu fal başkaydı, belli. Ustanın müjdesi, bu faldaydı.
Nereden gelmişti bu çocuk öyle durup dururken. Kalbinin bütün sırlarını pat diye öylece koymuştu ortaya. Tuz nehri biliyor muydu, ya bal kuyusunu? Genç adam, sorar gözlerle kendisine bakıyordu hâlâ. Ne diyecekti? Falında dünyanın en büyük sırrı vardı. Yaşamın ve ölümün kaynağı. Ruh kovanlarının dünyadaki yeri. Böyle dese ne bilirdi ki? Susmaya devam etti. Gencin elinden tuttu. Ağaç evinden aşağı indiler. Dağın çıplak tarafına götürdü onu. Göz alabildiğince zümrüt bir çayır uzanıyordu bu tarafta. Renkli gece çiçekleri boyunlarını bükmüş, güneşin batmasını bekliyorlardı. Kız böcekleri ötüştü. Fincanı yeniden kavradı Feres. Baktı baktı. Genç adam anlamaz gözlerle süzüyordu onu. Falcının elindeki bardak birden çatladı. Feres, elindeki fincan kırıklarını gence verdi. "Al bunları, şuradaki taşla iyice kır. Un ufak olsun." Genç denileni yapmaya koyuldu. Az sonra elinde un haline gelmiş porselen tozunu getirip Feres'e uzattı. "Hayır!" dedi Feres "Sen saçacaksın." Genç adam, elindeki tozu çayıra doğru savurdu.
O zaman kalbinde bir sıkışma hissetti. Kulakları uğuldadı. Gözleri kamaştı. Güneş, bin yıllık bir tur attı etrafında. Sanki dünya yıkılıyordu da başkası kuruluyordu. Yer sallanmaya başladı. Önce her şey dümdüz oldu. Uçsuz bucaksız bir toprak. Sallantı devam ediyordu. Derken topraktan boşluğun iki yanında iki çıkıntı boy verdi. Sarsıntı, biraz öncekinden çok daha şiddetliydi. Kalplere ölüm sırrı salındı. Yer gök titredi. Düzlüğün iki yanında iki dağ vardı şimdi. Sonra bir ses duyuldu. Çağlayan bir nehrin kulakları delen gürültüsü. Düzlüğün göğsü ince uzun bir şerit olup yarılmaya başladı. Yarılan yerden sular fokurdadı. Duruldu. Suyun yüzü silme tuzla kaplandı. Bembeyaz tuz nehri olup aktı su. Nehrin tam orta yerine bir kuyu gelip karşılarına kuruldu. Sarsıntı durdu. Sesler silindi. Yer de gök de homurtusunu attı. Kendi dünyaları değildi burası. Artık gencin falının içine girmişlerdi. Genç, şaşkınlıktan uzun bir süre kalakaldı olduğu yerde. Feres onu iki omzundan tutup sarsmasa ardından da bir tokatla kendine getirmese bu fal diyarı yıkılana kadar öylece kalırdı. Genç adam kendisine gelince, tuz nehri aşıp bal kuyusunun başına vardılar.
Üç
Nihayet yemin günü gelmişti. Bugün nehir tuza dönecek ve ustanın müjdesi gerçekleşecekti. Tanrı, insanlara haftanın altı günü bu nehirden avlanmalarını, yedinci gün ise beklemelerini çünkü o gün balıkların rahatça yüzeceğini söylemişti. İnsanoğlu, Tanrı'ya yedinci gün nehirden avlanmayacağına dair bir söz verdi. Tanrı da balıklara dedi ki: "Bugün sizin gününüzdür. Bugün size korku yok. Rahatça gezinin sularımda." Tanrıdan buyruk alan balıklar, yedinci gün çıkıp gezdiklerinde açgözlü ve hilebaz insanoğlunun bir gün önceden nehre bıraktığı ağlara takılıp kaldılar. Tanrı, buyruğuna karşı hileye girişen insanoğluna öyle kızdı ki yedinci gün bütün nehrin yüzünü tuzla kapladı. Balıklar tuzun altında rahatça yüzüyorlardı. İnsanoğlu ise bırakın balık tutmayı o gün nehirden su dahi içemez oldu. İşte bu güne yemin günü dendi. Delfin, bir haftadır fal diyarında bu günü bekliyordu. Sıcaktan dili damağına yapışmıştı. Kuyruğun doğduğu günün yemin gününe denk geldiği, nehrin tuz olup akmaya başladığı ve karnındaki bal kuyusunun ağzına kadar balla doğduğu gün. Kuyunun dibindeki kapı açılacaktı.
"Kuyruk doğdu tuz nehir, kuyruk doğdu bal kuyusu!" diyecekti. Ustanın kehaneti o zaman gerçek olacaktı. Ruh kovanlarına ulaşacaktı. Delfin, kuyunun başına geldiğinde yanında birisi olduğu halde orada bekleyen Feres'i görünce sinirden gözü döndü. Kalbi öfkeyle doldu yeniden. Pulları kat kat olup açıldı. Hırsla soludu derisi. Yosun koktu acı acı. Onu şu Tuz Nehir'e atıp boğmamak için zor tuttu kendisini. Aşağının aşağısı bir yaratıktı bu Feres. Onun o pis hırsı olmasaydı şimdi hâlâ ustanın dizinin dibindeydiler. Belki de başşehrin yüksek fal makamlarında olacaklardı. Feres de Delfin'i fark edince benzer hisler kalbini yokladı. Kara derisi öfkeden kızıla döndü. Göğsü sinirle inip kalktı. Tam ortasındaki kuş kanat çırptı hışımla. O kadar öfkeliydiler ki ikisi de yanlarında bekleyen gençlerin birbirlerinin tıpatıp aynısı olduğunu fark edememişlerdi. Bir ananın karnından arka arkaya çıkmış iki kardeşti bunlar. Onlar da aynı öfkeyi paylaşıyorlardı. Doğdukları günden beri, birbirlerinin bahtını kararttıklarına inanıyorlardı.
Yollarını birbirlerinden uzak, iki dağ başına düşürdüklerini sandılarsa da şimdi yine karşı karşıyaydılar. Dört yolcunun bahtı, bahtsızlığı, ruhu, bedeni, yaşamları ve ölümü gelip şu kuyunun başında durdu. Deli yaz güneşi, hepsinin öfkesine galip geldi. Öfkelenmekten yoruldular. Kimse konuşmuyordu. Feres, mintanını çıkarıp yanındaki gence verdi. Kollarını sıvadı. Çıkrığın başına geçti. Çevirmeye durdu. Ağzına kadar bal dolu kuyuyu boşaltmaya koyuldu. Delfin, kuyunun yanına çöküp bekledi. Birlikte geldiği genç de ayakta dikiliyordu. Feres kuyudan kovayı çekti de çekti. Yine çekti. Durmadı. Sanki bir gram bal eksilmemişti. Yoruldu. Çöktü kuyunun başına. O zaman Delfin kalktı. Onun kaldığı yerden devam etti. Sözsüz bir anlaşma var gibi aralarında. Birinin yorulduğu yerde diğeri devam ediyordu. Kuyruğun doğduğu yemin günü bitmeden kuyunun içine inmeleri gerekti. Güneş yoruldu, dağların ardına doğru yol aldı. Ama onlar yorulmadılar.
- Akşamüstü, kuyunun dibine doğru vardılar. Kovanın kuyunun dibindeki taşlara değdiği belliydi. Kapıya yaklaşmışlardı işte. Ustanın dediği gibi ruhların bekledikleri peteği bulacaklar sonra da vadelerine sonsuz günler tayin edeceklerdi. Dünyanın bütün günlerini yaşamak istiyordu ikisi de. Birbirlerine karşı olan ortak öfke, yerini aynı ölmezlik arzusuna bırakıyordu. Kuyunun dibine vardıklarında sevinçten neredeyse birbirlerine sarılacaklardı. Kapı görünmüştü işte. Karşılarındaydı. Bal rengi bir kapıydı. Üzerinde doksan delik vardı. Seksen dokuzunun içi yakut ve yeşim taşlarıyla dolmuştu. Doksanıncı delik ise boştu. Feres ve Delfin hayranlıkla kapıyı izlerken yanı başındaki küçük delikten bir doksancıl kuşu çıktı. Ağzında alev alev yanan bir yeşim taşı. Uçtu bin defa kanat çırpıp. Uçtu, kuyunun bal havasını dağıtarak. Uçtu. Geldi. Doksanıncı deliğe ağzındaki taşı koydu.
Taşı koyduktan sonra da "Vaktidir. Vaktidir. Vaktidir." diyerek döne döne kuyunun ağzına doğru kanat çırptı. Uçtu, kuyunun başında durdu. Feres ve Delfin onu seyrediyorlardı. Kuş tepesine konunca kuyunun baktığı gökte iki karaltı belirdi. İki genç, aşağıya doğru eğilmişlerdi. İki karaltı yavaştan birbirine doğru yaklaştı da yaklaştı. Büyüdü. Tek bir insan oldu. Ustanın kül rengi gözleri, o karaltının içinden bile seçiliyordu. Feres ve Delfin birbirlerine baktılar. Kuyunun tabanı sallanmaya başlamıştı. Sağa sola savruldular. Önce bir toz bulutu çıktı bal sıvanmış tabandan. Sonra küçük büyük taşlar yağmaya başladı. İkisi de bir hışımla kapıya attılar kendilerini. Üzerindeki yakut ve yeşim taşları döküldü kapının. Kulpuna asıldılar. Üstlerine artık daha büyük taşlar yağıyordu.
Sondeyiş
Feres, kendisine geldiğinde titredi bütün kalbiyle. Bahçeye serptiği porselen tozundan eline yapışanları temizlemeye çalışıyordu. Derin bir soluk aldı. Durdu. Bunların ne kadarını yaşamıştı? Ne kadarı gerçekti? Kalbini yokladı. Hayattaydı. Başşehirde ustanın evinin bahçesinde. İçtiği o ilk kahvenin, ustanın falına baktığı ilk fincanını kırmıştı. Toz haline getirip savurmuştu. Sonrası, sırasıyla aklından geçti. Aklı gitti yedi göğü dolandı geldi.
Ustanın onun falından bir dünya kurmuş Feres onun içinde yaşamıştı. Ama o dünya yoktu şimdi. Çırak olduğu ilk günlerdi bunlar. Birazdan Delfin çıkageldi bahçeye. Usta, kendisinden sonra onun falına bakmıştı. Delfin de kendisi gibi toz haline getirdiği porseleni avcuna aldı. Derin bir nefesten sonra tozu savurdu.