Kusurlu Rüya’dan uyanış
Aykut Ertuğrul günümüzde değerlerin, düşüncelerin, kavramların, poetikaların, yaşam tarzlarının ve hızının aşırı değiştiği zamanlarda, yani tuhaf zamanlarda yazmanın ne demek olduğunu sorguluyor. Bunu yaparken de hem gelenekle günümüz arasındaki iletkenliğe dikkat ediyor hem de romantik ya da nostaljik bir saplantıya girmekten kaçınıyor.
Aykut Ertuğrul’un Kusurlu Rüya adlı fikir kitabı (fikirsiz kitaplar da var evet), “tuhaf zamanlarda yaşayasın” diyerek eski bir Çin bedduasıyla başlıyor. Çinlilerin laneti geç de olsa bizi bulmuş gibi. İçinde bulunduğumuz çağ ilginçliklerle dolu. Gerçi her kuşak yaşadığı dönemi en kötüsü olarak değerlendirip başka bir zaman diliminde olmayı diliyor. Woody Allen’ın 2011 yapımı Paris’te Gece Yarısı adlı filminde de bu dileğin mizahi bir örneğini edebiyatla ilişkilendirilmiş versiyonunu görebiliyoruz. Filmde, günümüzde yazar olmaya çalışan kahramanımız, anlaşılmamaktan mustarip nostalji düşkünü bir adamdır. Fantastik bir şekilde zamanda yolculuk yapıp 1920’lerin Paris’inde, Hemingway, Fitzgerald ve Gertrude Stein gibi efsanelerin bir arada olduğu dönemde bulur kendini. Kahramanımız adeta bir cennete düşmüştür. Bu dönem onun için altın çağdır. Fakat 1920’lerin Paris’inde tanıştığı kadın da bir önceki döneme, Belle Epoque olarak adlandırılan döneme yolculuk yapar.
Kahramanımız bu noktada aydınlanma yaşayarak aslında yazması gereken dönemin 21. yüzyıl olduğunu fark eder. Konumuza dönecek olursak, Aykut Ertuğrul günümüzde değerlerin, düşüncelerin, kavramların, poetikaların, yaşam tarzlarının ve hızının aşırı değiştiği zamanlarda, yani tuhaf zamanlarda yazmanın ne demek olduğunu sorguluyor. Bunu yaparken de hem gelenekle günümüz arasındaki iletkenliğe dikkat ediyor hem de romantik ya da nostaljik bir saplantıya girmekten kaçınıyor. İki bölümden oluşan kitabın ilk bölümünde yukarıda belirtilen eksende kurmacanın, daha ziyade öykünün günümüz halleri sorgulanıyor. Denemeler 2011’den günümüze kadar yayılmış olsa da tematik açıdan oldukça tutarlı. Öykü ve deneyim arasındaki bağıntı birkaç kere tekrar edilmiş olsa da her seferinde farklı bir yorumlaması yapılmış.
Metinler yazarın sorduğu kendi sorularına bir cevap arayışıyken, aynı zamanda da durmadan soru üretebilen bir özelliği var. Aslında herkesin bildiğini zannettiği ama sorulduğu zaman net bir cevap alınamayan kavramlar ve gri alanlar üzerinden çatallı yollara sapıyoruz metinleri okurken. Öykü nedir? Ne işe yarar? Yükselen bir şey midir? Yükseliyorsa niçin yükselir? Biz kimin öyküsünü anlatıyoruz? Öykü modernizmin bize dayattığı bir form mudur? Dayatmasaydı nasıl yazacaktık? Başka alternatifler üretebiliyor muyuz? gibi soruların etrafında dönen metinlerin bence en önemli özelliği öykü türünün güncel durumu üzerine kafa yorarak bir boşluğu dolduruyor olması. Öykünün en güncel panoramik fotoğrafını ve görüntünün pürüzlü noktalarını işaret eden çok fazla yerli kaynak yok.
Murat Gülsoy’un Büyübozumu: Yaratıcı Yazarlık adlı kitabının ilk kısımlarında insanın yazmayla, hayal gücüyle, tahkiyenin varolma sebepleriyle ilgili yorumlamaları da benzer sorulara cevap arıyordu. Bunun dışında, özellikle öykü türüne dair poetika oluşturabilecek bütünlüklü eserlere rastlamak zor. Öykünün tematik ve yapısal durumları sıklıkla tasnif edilerek öyküye dair net görüntüler veriliyor. Örneğin, “2000’li Yılların Öyküsüne Bir Bakış”ta 2000 sonrası yazılan öykülerin ortak özellikleri olarak teknolojinin etkisi, zekâ gösterisi, mahalle nostaljisi, ironi ve türsüzleşme sıralanmış. Bu özellikteki öykülerin fazlalığı aslında bir vasatlığın hâkim olduğuna işaret ediyor. Öykücüler hikâyeden kaçtığı ve hazırcılığa alıştığı için eleştirilmiş. Hemen ardından gelen denemede de öykünün değişen işlevi sorgulanıyor.
Öykü, hikâye etme eskiden bir tecrübeyi aktarmak için vasıtayken, şu an hangi tecrübeden bahsedebiliriz ki insanlara ulaştırmak için öyküler yazılsın? Adorno’nun “Auschwitz’den sonra şiir yazmak barbarlıktır” demesiyle sanatın işlevi de sorunsallaşıyor. “Fantastik ya da Bir İmkânsız Tanım Denemesi” de fantastik üzerine tekrar düşünmeye sevk ediyor okuru. Ertuğrul fantastik nedir diye sorarken, herkes gibi mecburen Todorov’a gidiyor fakat Todorov’un tanımı oldukça kısıtlı. Fantastiği yapısalcı açıdan incelediği ve örnek olarak ele aldığı kitapların hemen hemen tamamı Poe ve öncesi dönemde yazıldığı için, teorinin günümüz eserlerine uyarlanması zorlaşıyor. Hatta Ertuğrul’un da belirttiği gibi, Todorov’un kararsızlık kuramı Yüzüklerin Efendisi’ne ters düşer. Burada karakterlerin tereddüt ettiği bir durum yoktur. Ertuğrul biraz da zorlayarak ilginç bir tanımlama getirir kararsızlık kuramına. Ona göre kararsızlık, “modern insanın, mitlerin zengin dünyası ve geleneksel dünyanın hayaleti karşısında yaşadığı duygunun adıdır”.
Aslında Todorov da tanımının kusurlu olduğunu belirtmiştir. Özellikle “Burun” ve “Dönüşüm” eserlerini nereye koyacağını bilemez. Zira bu iki kurmacada ufak çaplı kararsızlıklar olsa da “sıradanlık” genele hâkim olan histir. Samsa ve ailesi Samsa’nın böceğe dönüşmesini olağan karşılar. Sanki Samsa’nın ayağı kırılsa da benzer tepkiyi vereceklerdir. Bu iki eseri konumlandıramayan Todorov, onları sadece modern fantastiğin gidişatına işaret eden eserler olarak tanımlar. Todorov durumu yuvarlamak adına Sartre’ın Kafka üzerine yorumunu alıntılar: “[Kafka’ya Göre] bir tek fantastik nesne vardır, o da insandır. Yalnızca bir yönüyle dünyaya angaje olmuş, dinlerle ya da spiritüalizmle uğraşan insan değil, bütünselliğiyle, doğallığıyla, toplumsallığıyla insan, bir cenaze geçerken tabuta selam veren, kilisede diz çöken, bayrak töreninde uygun adım yürüyen insan”. İnsanın doğasında zaten fantastik vardır.
Todorov’un deyişiyle, “fantastik kuraldır, istisna değil”. Ertuğrul da meseleye farklı bir açıdan baksa da geldiği nokta benzerdir: “Edebiyatın temel meselesi/malzemesi insandır. Hikâyenin temel meselesi de dolayısıyla insan ile insan, insan ile makine, insan ile toplum, insan ile insanüstü varlıklar arasındaki ilişkidir” (54). Ertuğrul’un değindiği bir diğer ilginç nokta ise, fantastik, geleneği arkasına alarak modernizme karşı çıksa da Tolkien ve Le Guin’in açtığı yol mitleri de sekülerleştirmiş, bir nevi modernleştirmiştir. Fantastik alanda bu kısır döngüden kaçmanın yolu da kendi “evimize” yoğunlaşmaktır. Eve dönüş, yerellik ve gelenek meseleleri kitap boyunca karşımıza çıkıyor. “Yarı Harf Yarı İnsan Yarı Öykü Yarı Hezeyan” başlıklı yazıda da yerel olmayanın yapaylığı eleştirilmiş. 50’lerde başlayan “bunalım edebiyatı”nın ve varoluşçu kaygıların git gide bayağılaştığı, popüler edebiyata malzeme olduğu ve sokaktaki insandan koptuğu ifade ediliyor.
Özellikle genç kalemler için bu tarz bunalımlı karakterler yazmak bir tuzağa dönüşüyor. Yalnızlık, anlaşılmama ve kendini saçmaya bırakma biraz da genç yazarların kendini buldukları meseleler olduğu için yazmaya buradan başlıyorlar fakat dili ve üslubu iyi düzeyde değilse ortaya vasıfsız tekrarlar çıkıyor. Bir sonraki deneme de bununla ilgili olarak, yazarın örnek okurunu aramaktansa kendini hayali okur olarak karşısına koyduğunu, bir nevi kendi çalıp kendi oynayan yazarların yerelliğe nüfuz edemeyen silik ve kopuk karakterler ortaya çıkardığını görüyoruz. “Yola Düşen Öykü”de öykünün yapısına eğilen Ertuğrul öyküleri izlediği yola göre üçe ayırıyor: Mekânsal, manevi ve içsel yolculuk. Yolun türü ve tarzı farklı olsa da aslında hepsi insanın arayış içerisinde olmasının tezahürleri. Ertuğrul’un bu yazıdaki ilginç tespiti ise, içsel yolculuk ve manevi yolculuğun birbirine zıt tabanları olmasına rağmen, son otuz yılda bu iki yolun birleşip farklı bir yola evrildiği.
Belki de bu nokta başlı başına bir yazı olmalıydı. Kitabın ikinci kısmındaki eleştiri yazılarının üslup açısından çeşitliliği hoş olmuş. Ertuğrul’un “Öykü Gerçekten Yükseliyor mu?” denemesinde, “Bugünlerde parlayan bir öykü eleştirmeninden bahsedebiliyor muyuz?” sorusu çok yerinde geliyor bana. Eserin kalitesini ve kıstaslarını ortaya koyan, gerektiğinde eserin zayıf yönlerini gerekçeleriyle ortaya koyabilen ya da kötüye kötü diyebilen eleştirmen bulmak zor. Eğer bir eser kötüyse üzerine yazmamak tercih ediliyor. Ancak kaliteli eserlerden ziyade kötü eserlerden “edebîliği” daha kolay öğrenebiliyoruz. Bu açıdan “Dil Yarası” ve “Olaylar Fantastik Bir Kasabada Geçiyordu” adlı eleştiriler iyi birer örnek. Öte yandan, Cemal Şakar, Cihan Aktaş ve Abdullah Harmancı’nın kitapları eleştirilirken, eserlerin “kusursuzluğuna” yapılan vurgu dikkatimin ve ilgimin dağılmasına sebep oldu.
Kusurlu Rüya: Tuhaf Zamanlarda Öykü adlı fikir kitabı günümüz öyküsün yapısı, problemleri ve kavram kargaşaları üzerine kafa yorarken bu alandaki boşluğa işaret edip, örneklerini daha fazla görmenin faydalı olacağını hissettiriyor.
En etkileyici eleştiri yazılarından biri ise “Ekmek ve Zeytin’i Okurken Bana Olanlar”. Ertuğrul neşeli bir üsluba bürünürken, Ahmet Büke’yle olan anısını da işin içine katması oldukça keyifli bir kritik ortaya çıkarmış. “Şen Anlatıcının Gizem ve Kahkaha Dolu Macerası” ise örnek alınacak bir diğer eleştiri. Ertuğrul, Murat Yalçın’ın Karga Zarif kitabını incelerken bir öyküyle kendi öyküleri arasında benzerlik kurarak “şen anlatıcı” kavramıyla karşımıza çıkıyor ve bu anlatıcının özelliklerini anlatmaya başlıyor. Olay biraz incelemeden sapmış olsa da fikir üretme açısından faydalı bir yazı. Şen anlatıcının köklerini meddahlığa götüren Ertuğrul, tabii ortaya bir soru bırakmadan da edemiyor: “Şen anlatıcı tek bir tahlil içermeyen, basit masallar, kıssalar karşısında neden sığ gibi görünüyor; bu kompleksle sesini yükseltmeye mi çalışıyor?” Toparlayacak olursak,
Kusurlu Rüya: Tuhaf Zamanlarda Öykü adlı fikir kitabı günümüz öyküsün yapısı, problemleri ve kavram kargaşaları üzerine kafa yorarken bu alandaki boşluğa işaret edip, örneklerini daha fazla görmenin faydalı olacağını hissettiriyor. Metinler destekli ve izahlı tespitler içerirken, zaman zaman kendiyle çekişip ortaya saçtığı sorularla okurun da kafasını karıştırmayı başarıyor. İkinci kısımdaki inceleme yazılarıysa, eleştiri yazılarının farklı tarzlarda oluşturabileceğini örnekleriyle sunuyor. Öykü ya da kurmacayla ilgilenen herkesin edinmesi gereken bir kitap.