Özgül bir mekânın konfigürasyonudur; belirli bir deneyim alanının, ortakmış ve ortak bir karara bağlıymış gibi konumlandırılan nesnelerin, bu nesneleri gösterebilen ve onlar konusunda akıl yürütebilen öznelerin bulunduğu bir alanın şekillendirilmesidir."5 Kurmacanın kendini daha çok gündelik hayat içinde konumlandırdığını söylemiştik, işte bu gündelik ve alelade konulara değer yüklemeye, bir anlamda kamusal olanı yeniden inşa etmeye yönelmesi, dış'ın değerler etrafında yeniden kurulması demektir. Bir anlamda yepyeni bir hayat panoramasının kurulmasıdır; yüceyle aşağının, ulviyle bayağının birbirine katışması bu aşamada işlevselleşir ve kıyıya itilenler yeniden görünürlüğe taşınarak zaman ve mekan inşa edilmeye çalışılır. Bu inşa açıktır ki var olan kamusal düzenin eleştiriye açılmasıdır. Kurmacanın daima gerçekçilikle birlikte anılması, onun betimlemeye çalıştığım doğuş koşulları, doğuş ortamıyla yakından ilgilidir.
Bu bağlamda 19. yüzyılın "büyük gerçekçileri" bütün dikkatini hayata dönmüş, iktidarlarca düzenlenen mekanın görünüre taşıyıp görünmeze ittiği kişileri, ilişkileri, durumları ters yüz etmişlerdir. Yoksullar, işçiler, ezilenler, insancıklar, açlıktan, soğuktan ölenler, suça itilenler, hatta şehrin kanalizasyonundaki hayatlara kadar görünmezliğe itilmişler görünüre taşınır. Kurmaca deliyi, meczubu, tutunamayanı, yoksulu, işçiyi, ezileni, suça itileni kendi tekilliğinde işlemez, bu "yeni temsil rejimi"yle eleştiriyi de mümkün kılmaya çalışır. Eleştiri, eleştirilen şeyin olumlu ve olumsuz yanlarının ayırt edilerek ortaya konması olduğuna göre, kurmaca, kamusal düzenin olumluluğunun yanına olumsuzu koyarak bu işlevini yerine getirmeye çalışır. Buna yepyeni bir temsil rejimi, yepyeni bir siyasal tarz da diyebiliriz.
Klasik estetiğin normlarının yıkılmasının; Kantçı biçimci estetiğin "amaçsız amaçlılık", "kavramdan azadelik", "yarar gözetmezlik" ve "yüce"nin çökmesinin yanında, Kavramsal sanatla birlikte kavramın da estetiğin ilgi alanına girmesiyle akılsal olanı düşünceye, duyusal olanı sanata havale eden ikiliğin de aşılmasıyla ortaya çıkan bu yeni temsil rejiminde estetik, Ranciere'den mülhem olarak söylersek, sanat üzerinde konuşmayı mümkün kılan bir rejimin adıdır artık. Estetiğin sonu, estetiğe elveda, estetik-olmayan gibi söylemler gelinen bu raddeyi göstermesi bakımından önemlidir. Artık neye sanat deneceği, andığımız normatif ölçütlerle belirlenmez; birey merkezli, giderek özerkleşmiş, özgürleşmiş yeni bir temsil rejimi ile belirlenir. Değerler, bireyin "yargı"da bulunmasının kaynağı olduğu için kamusal alan bu yargıya göre eleştirilir, önerilerin de kaynağı aynıdır. Fenomenolojik estetik, ilişkisel estetik, performatif estetik... betimlemeye çalıştığımız durum için yeni arayışlardır. Ancak modernliğin ele avuca gelmezliği nedeniyle bu arayışlarda genelgeçer kural koymak ve sanatçıdan bunu beklemek mümkün değildir.
Hele ki sonlu ve ölümlü söylemler eşliğinde kural belirlemek, yaşananların doğasına aykırıdır. Gerek kural belirlenemezlik gerekse de kurmacanın biçimsiz-biçimliliğinden "ne olsa ve nasıl olsa gider" anlamı çıkarılmamalıdır. Kurmaca dilde tecelli ettiğine göre burada "neyin, nasıl dile getirildiğini" daha yakından anlayabilmek için meseleye dilin içinden bakmakta fayda vardır. Dil dediğimiz sadece bizim başkalarıyla iletişimimizi sağlayan, düşünmemize ortam hazırlayan bir araç değildir. Romantik Devrim dile bu araçsal bakışı da ciddi bir şekilde değiştirmiş, dili aklın egemenliğinden kurtararak duyguları da devreye sokmuştur: "Romantik estetik devrimin öznelci ruhunu içinde barındıran bu görüş , aklın dil süreci üzerindeki denetleyici gücüne karşı çıkar ve özne'nin sahip olduğu bir güç olarak ifadeyi vurgular.
Özne, dilsel varoluş içerisinde sahip olduğu ifade gücü ile, o zamana kadar gizli kalmış bir gerçekliğin görünüş e çıkabileceği ortamı yaratır. İfade aracılığıyla görünüş e çıkma, bu yüzden bir yaratım ögesi içerir."6 Romantik müdahalenin yanında özellikle 20. yüzyılın başında dilbilimsel ve dil felsefesindeki gelişmelerle birlikte dilin özerk bir statü kazandığından söz etmiştim. Berke Vardar bu gelişmeyi Saussure'ün Genel Dilbilim Dersleri'ne yazdığı ön sözde güzelce özetler: "Gerçekler bundan böyle tözlerde, özdeklerde, somut görüntülerde değil, soyut biçimlerde, örtük düzeneklerde, yapılarda aranacaktır. Başlıca erek, her türlü sürecin, oluşun, gerçekleşmenin ardındaki dizgeyi, yapıyı bulup ortaya çıkarmak olacaktır. (...) Toplum yaşamını geniş bir bağıntılar ağı, çeşitli düzeylerde anlaşma, bildirişme sağlayan anlamlı birimlerin ya da göstergelerin kurduğu bir çevrim olarak ele almış, dili bu bütün içindeki yerine oturtmuştur."7
Bağıntıların bağıntısı, biçimlerin biçimi olarak dilin elde ettiği bu statüyle birlikte sanatçılar, bireyin yalnızca kendisine dayanmasına uygun bir şekilde "sadece kendine yaslı eserler" inşa etmeyi denemiştir. Böylece kurmaca, anlamı kendi içinde oluşturur; dilsel bütün etkinlikler metnin kendi bağlamı içinde anlamlı hale gelir olmuştur. Bu durum zaten bir dolayım olan dilin metin içinde ikinci kez dolayımlanmasıdır. Hal böyle olunca metin (biçim) öncelikli, dile getirdiğiyse (içerik) ikincil hale gelir. Metnin kendi içinde, kendisi için kurduğu dünyada her şey kurmacaya dönüşür; gerçeklikten devşirilen nesneler, olaylar, durumlar, ilişkiler kurmacanın kendi gerçekliğinde dolayımlanarak olsa olsa "gerçeklik efektleri" haline gelir. Bu durumda dilden beklenen ifadeyle ifade edilen arasındaki mütekabiliyet, kurmaca bağlamında metinden beklenir. Bu beklenti, ifadenin doğruluk değerinin kurmacanın kurduğu gerçeklik düzeninde aranmasıdır.
Bu düzenekte dilin gönderimleri hep eserin içinedir, dışsal gerçeklik birer efekt olarak eserin içine çekilip yeniden biçimlendirildiği için de okurdan "inançlarını askıya alması" beklenir. Anlaşmak anlamakla, anlamak anlamla, anlam da dil sayesindedir. Anladığımızı dile getiririz, dil bu sayede anlamı açık kılar. Bireysel düşüncelerimizden, hayallerimizden tutun da kültür, tarih, bilim, sanat.. bütün birikim dilin içindedir; dil bir hafızadır, bütün bunları sadece muhafaza etmekle kalmaz aynı zamanda taşır da. İnsan, dünyasını dilin içinde kurar, tıpkı kültürün, tarihin, bilimin ve sanatın kurduğu dünyalar gibi. Dünyası sayesinde insan kendisini ifade eder ve bütünler. Doğa ve nesneler bize kendilerini dilin içinde açarlar. Dil sadece anlamı değil, olan-biten her şeyi kendisinde toplar. Elbette bu toplanma bir yığılma değil, dilin kurduğu bağıntılar sayesinde anlamlı bir sistemdir. İşte bu sistem haza biçimdir; zira dil töze ya da öze yaslı doğmaz, kendi hakikatini kendinde taşır. Bir anlamda dil kendi kendisinin yasasıdır ve kendi dünyasıdır.
Görünüre çıkmak, açık'lamak hep dilsel biçim sayesindedir. Cümlelerin doğruluk/yanlışlık değerlerinin bir bağlam içinde çözümlenmesi her zaman güvenilir bir yöntemdir. Sadece kendisine yaslı kurmacadaki fark, eserin bizatihi bağlam olmasıdır. Dolayısıyla ifadelerin doğruluk/yanlışlık değeri dışsal gerçeklikte değil, fakat eserin kendi içinde (içsel gerçeklik) aranmalıdır. Dilin, biçim sayesinde görünüre çıkarması, açık etmesi gibi kurmaca da kendi içinde kurduğu biçim sayesinde içeriğini açığa çıkarır, görünüre taşır. Bu da kurmacanın dili emanet olarak aldığı ve onun sayesinde bir üst-dil kurduğu anlamına gelir. Böylece kurmacanın kurduğu biçimsel bütünlüğün temeli dile yaslı ama kendi için kurduğu üst-dil sayesindedir. Yine de bu üst-dil her ne kadar kendi içinde tutarlılığı gözetse de, kahramanın karakteristik tutumlarına bağlı olsa da, onun bilinçaltında rastlantısal bir şekilde gezse de, her şeyi içerikleştirse de geriye yazarın inançları etrafında belirlediği ahlaki tutumu her şeyin ne şekilde yan yana geleceği ve yazarın neyin ve kimin yanında durduğu hep devrede olduğundan otomat bir üst-dil değildir.
Kurmaca, adı üzerinde içeriğini kurarak, inşa ederek parçalanmayı bütünleme çabasındadır. Bu çabasında sinemadan ödünç aldığı kurguyu (montaj) önemli bir enstrüman olarak kullanır. Kurgu, parçaların birbirlerine karşı nispetini ve konumunu belirler, böylece kurmaca içinde aranması gereken tutarlılığa katkıda bulunur. Ancak yine de kurmaca kendi içinde tutarlı ve hatta bütünlüklü bir yapı kursa da bu tutarlılık ve bütünlük sadece eserle sınırlıdır; dış'la aranan bütünsellik modernliğin özü gereği mümkün olmaz, çatlaklar ve yarıklar sadece biraz daha derinleşmiş olur.
Yorumunuzu yazın, tartışmaya katılın!
Bu içerik ile ilgili yorum yok, ilk yorumu siz yazın, tartışalım