Kurmacada Ben'in görünümü
Kurmaca kaderden ayrıldıkça bireyleşecektir. Kaderle özdeş kurmaca ise kolektiftir. Kolektif olduğu kadar kutsaldır. Söz kutsaldan uzaklaştıkça yazın bireyleşir. Yazı matbaa aracılığıyla çoğaldıkça kurmaca Ben'leşmiştir. Yazında eylem paylaşmak; kaynak ise sözdür. Sözün paylaşılma şekli dönüşmüştür.
Kurmacada Ben'in görünümü tarihsel/toplumsal dönüşümle birlikte değişmiştir. Kişinin Ben'i diğer Ben'ler arasında nereye koyduğu -ki bu konumlandırmayı ekonomik ve sosyal hareketler belirler- kurmacadaki Ben'in görünümünü de etkilemiştir. Bireyleşmenin güçlenmesinin varoluşsal metinleri öne çıkarması örneğinde olduğu gibi. Bu konuya eğilirken iki evrimi dikkate almak gerekmektedir. Bunların biri sözün evrimi, diğeri yazının evrimi. Kurmacanın Ben'leşmesinde iki önemli yol ayrımı üzerinde duracağız. Bunlardan biri Söz'ün çoğalmasıyla birlikte kutsal tekelden uzaklaşmadır. İkincisi ise iyinin hep kazandığı dünyadan çıkılıp kötünün de kazandığı dünyaya girilerek kahramanın antikahramana dönüşmesidir. Kurmaca kaderden ayrıldıkça bireyleşecektir. Kaderle özdeş kurmaca ise kolektiftir. Kolektif olduğu kadar kutsaldır. Söz kutsaldan uzaklaştıkça yazın bireyleşir. Yazı matbaa aracılığıyla çoğaldıkça kurmaca Ben'leşmiştir. Yazında eylem paylaşmak; kaynak ise sözdür. Sözün paylaşılma şekli dönüşmüştür.
Umberto Eco'nun Gülün Adı romanında altını çizdiği gerçeği Sami ırkıyla dünyada yayılan bakış açısının daha evveline taşımak gerekir. "Başlangıçta Söz vardı ve Söz Tanrı katındaydı ve Söz Tanrı'ydı." der Eco. Yine buna benzer şekilde OM hecesi, her şeydir. Tanrı'nın kendisidir. OM hecesi, her şeyin başlangıcıdır. Ayinleri, duaları, ilahileri başlatma kudretine sahiptir. Din adamları ve öğreticiler öğretilerine OM hecesi ile başlarlar. Talebeler, öğrenimlerine OM hecesi ile başlarlar.
Söz ve Tanrı arasındaki ilişkiye Upanişadlar'dan bir örnek: "En yüksek dünyayı (Ambhas), gökyüzünü (Marichi), ölümlüler dünyası olan yeryüzünü (Mara) ve yeraltı dünyasını (Apa) yarattı. ‘İşte dünyalar. Şimdi bu dünyaların yöneticilerini yaratayım' diye düşündü. Suların içinden bir yumurta çıkardı. Bu yumurtayı ısıttı, ısınma sonunda yumurtada meydana gelen bir çatlaktan, ağzı olan bir yaratık çıktı. Bu ağızdan söz; sözden de ateş meydana geldi. Sonra bir burun gözüktü; burnun deliklerinden soluk, soluktan da hava meydana geldi. Gözler gözüktü; gözlerden görüş, görüşten de güneş meydana geldi. Kulaklar gözüktü; kulaklardan işitme, işitmeden de dört yön meydana geldi. Deri gözüktü; deriden kıl, kıldan da yaratığın gelişmesi meydana geldi. Kalb gözüktü; kalbden zihin, zihinden de ay meydana geldi. Göbek gözüktü; göbekten aşağı doğru giden soluk Apana, Apana'dan da ölüm meydana geldi. Cinsiyet gözüktü; cinsiyetten tohum, tohumdan da su meydana geldi."
Görüldüğü üzere tek tanrılı dinlerden önce de Söz varlıktan önce gelir. Gözden ve kulaktan önce yaratılır. Dolayısıyla kulak ve göz gerçek değerine Söz'den sonra ulaşır. Asırlar önce kayda alınmış bu metinler henüz bireyleşmemiş ortak hafızaya ait yazınlardır. Tamamen sembolik-estetik değer taşıyan bu metinleri yazındaki ve kurmacadaki bireysel süreci değerlendirirken dikkate almamız gerekmektedir. Söz ve Tanrı arasındaki ilişki bu kadar güçlüyken çok tanrılı inançtan tek tanrılı inanca geçilirken de sözdeki değişim kaçınılmaz olacaktır. Bu değişim sonrasında Tanrı kullarına birebir hitap edecektir. İnsanın Tanrı tarafından muhatap kabul edildiği hissiyatı onun bireylik duygusunu geliştirecektir. İlahi dinlerin gelişi Ben'leşmeye ve dolayısıyla yazında küçük de olsa bireyleşmeye bir adım daha yaklaşmaya yol açacaktır. Söz tek tanrılı dinlerden çok daha önce, insanoğlunun her şeyin tanrısıyla ayrı ayrı konuştuğu dönemlerde de vardı. İnsanların bir kimlik kartı ve vatandaşlık numarası taşımadığı dönemlerde Söz bunun yerine geçiyordu.
İnsanoğlunun toplu halde yaşamaya başlaması, iş bölümünden daha çok emniyet duygusunu karşılamak içindir. Güvende hissetme duygusunu bir arada bulunmaktan sonra ilk sağlayan ise Söz'dür. Tam da Eco'nun başlangıçta Söz vardı, dediği gibi ayin vardı. İnsanın kendini doğanın bir parçası gördüğü ve içinde bulunduğu topluma daha fazla aidiyet hissettiği zamanlarda, hakimiyetin doğada olduğu zamanlarda Söz yakarıştı. Ayinle birlikte uzak durması istenen ile yakınlaşması istenen ortak hale geliyordu. O yıl toprağın bereketli olmasını beklemek, güneş, rüzgar ve fırtına tanrılarını kızdırmamak. Talep hem sade hem de ortaktı, kişiden kişiye farklılık göstermiyordu. O nedenle henüz bireyleşmemişti. Bireyleşmemiş talepler için çağrı anlamına gelen ayin ve o ayindeki kalıplaşmış sözler kişinin kimliğiydi. Topluluk birbirine ne kadar sıkı bağlarla bağlıysa sözün ortaklık değeri o kadar güçlüydü. İptidai toplumda Söz, yazı bulunmadan önce de kayıtlıydı. Kayıt yeri ise hafızaydı. Kayıt yeri hafıza olan Söz bireyleşmemiş/Ben'leşmemiş sözdü. Kendi içinde bir kurgusu vardı.
İnsanın kendini doğanın bir parçası gördüğü ve içinde bulunduğu topluma daha fazla aidiyet hissettiği zamanlarda, hakimiyetin doğada olduğu zamanlarda Söz yakarıştı.
Bu nedenle Ben'leşmemiş olsa da onu kurmaca kabul edebiliriz. Fakat onu kurgulayan zihin mitti ve ortaktı. Sözün yazıya dönüşmeden önce de kurmacaya dahil olduğunu Mircea Eliade Dinler Tarihine Giriş'te örneklerle açıklar: "Beyaz bir at kurban olarak seçilir; çadırda ateş yakılır, şaman davulunu dumana tutar, birbiri ardına ruhları çağırır ve sonra çadırdan çıkar ve içi saman dolu bir kaz kuklasına biner ve ellerini uçuyormuş gibi açarak şu şarkıyı söyler; beyaz göğün üstüne, beyaz bulutların ötesine, mavi göğün üstüne, mavi bulutların ötesine, yüksel göğe ey kuş!" Ayin aynı zamanda bir edebiyat yazını kadar estetiktir. Hititlerin en çok başvurdukları büyü ritüelinin sözleri şöyledir:
"İncir ve üzüm nasıl tatlıysa, üzüm tanesi nasıl şarap ihtiva ederse, asmanın nasıl aşağıda kökü, yukarıda ise bıyığı varsa, yağ bitkisi veya susam nasıl yağ ihtiva ederse, susuz kalan bitki nasıl kurursa ya da taş nasıl ağır ve hissizse, bakır nasıl sert ve kalıcıysa, altın nasıl kalıcı, sert ve safsa, tuzun nasıl tohumu yoksa ve yeşermezse, demir nasıl gökte fırtına tanrısına gelmişse ve gökyüzünü taşırsa, güneş ve fırtına tanrıları nasıl ebediyse, rahipler nasıl hışımla gelen fırtına tanrısını tutar alıkoyarsa, tanrılar ve insanlar nasıl birbirlerini seviyorsa, ana baba çocuklarını nasıl seviyorsa, nasıl sağır duymaz, kör görmezse ve kötürüm yürümezse, düşman nasıl Hititlerin kötülüğünü isterse, düşmanlık nasıl barışa dönüştürebilirse..." (ODTÜ Bilim ve Toplum Kitapları Dizisi, Hititler, ODTÜ Geliştirme Vakfı Yayınları, Ankara 2006, s.99./ Pamukkale Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Yüksek Lisans Tezi - Aylin Durmuş)
Ayin ve o esnada söylenenler kurmacadır. Ben burada bireyleşmez ancak Biz'in içinde kendini oluşturur. Çünkü Ben doğaya ve doğala dahil olsa da yine de bir öteki vardır. İstenmeyen musibet, bela ötekidir. Keder ötekidir. Üzüntü ötekidir. Hasat bizdir. Zamanında yağan yağmur bizdir. Zamanında yeşeren tohum bizdir. Kurmaca burada tamamen kaderle özdeşleşmiştir. Kaderle özdeşleşen kurmaca kolektiftir. Kaderden kopup kendi kaderini belirleyen kurmaca ise bireyleşir. Yani kurmacanın kendi kaderini tayin etmesi onu Ben'leştirir, bireyleştirir. Kaderle özdeşleşen kurmaca aynı zamanda güvenlik/emniyet duygusuna işaret eder. Ayinin görevi tanrıları memnun ederek kabilenin güvenliğini sağlamaktır. Sözlü kültürde kurmaca dinleyene sürekli düşmanını/ötekini hatırlatarak yine güvenlik duygusu için çalışır. Şehrazat anlattığı masal ile kendi hayatını ve ülkedeki diğer genç kızların hayatını kurtarır. Söz, bireyleşmeden önce hep "kurtarıcıdır". Bu denli kurtarıcı misyon yüklenmiş olanın kutsaldan ayrışması imkânsızdır. Kutsaldan ayrışmaya başlaması bireyleşmesinin de önünü açacaktır.
Fakat bütün bunlara rağmen, kolektif bilincin en güçlü olduğu dönemde dahi şairin bilincinin kahramanın bilincinden ayrılarak kendi bireyliğini oluşturduğu ifade eder Soren Kierkegaard. Korku ve Titreme'de meseleye böyle yaklaşır: "Tanrı erkeği ve kadını yarattığı için, kahramanı ya da şâiri ya da hatibi şekillendirdi. Şâir ya da hatip kahramanın yeteneklerinin hiçbirine sahip değildir; o yalnızca imrenir, sever, kahramanın kahramanlığından mutluluk duyar. Yine de o kahramandan daha az mutlu değildir; kahramanın doğası hayran olunacak kadar iyi ise de kendisi mutlu değildir, ona duyulan sevgi de ancak imrenme olabilir. O bir anının ruhudur, onun akla getirebileceği tek şey yapılan şeylerdir, onun için yalnızca yapılana imrenir. Kendisinden hiçbir şey almaz, yalnızca etkisini kıskanır. Kalbinin arzusunu izler, ancak aradığını bulduğunda herkesin kapısını şarkısı ve konuşmasıyla çalarak, herkesin kendisi gibi kahramana imrenmesini sağlar, kendisiymiş gibi kahramanla gurur duyar."
İptidai toplumda işitsel olarak kaydedilen söz hukuksal nitelik taşır. Öncelikle İbni Haldun'un kavramıyla asabiyeti sağlar. Birleştirici unsurdur. Ayinler hep birlikte yapılır, belalar birlikte defedilir, iyilikler birlikte çağrılır. Sözün güvenli alandan çıkması ile tekinsiz bir alana geçmesi de bireyleşme iledir. Ayindeki kurmaca herkesi ilgilendiren yanıyla gerçekçi, sembolik yanıyla gerçeküstüdür. Güven duygusunu, toprağın etrafına çekilen çit kadar güçlü oluşturur. Sözün güven duygusundan güvensizlik duygusunu temsile geçişi ise antikahraman ve bireyleşmeyi beraberinde getirmiştir. Eliade, edilgen tanrıdan yönetici etken tanrıya geçişte sözün de kayıt altına alındığını hatırlatır. Bu dönem yazının artık insanın hayatına girdiği fakat yine de sözlü kültürün devam ettiği süreçtir. Öteki/düşman biraz daha somutlaşmıştır. Kurmaca yine kaderle özdeştir. Ben'leşmekten uzak ve kolektiftir. Öte yandan çok tanrılı Sümerlerdeki şair Ludingirra'ya (tanrının adamı) ait tabletlere kazınmış hayat hikâyesinin gayet bireysel/ Ben'leşmiş nitelik taşıdığını görüyoruz. Gılgamış Destanı'nda gördüğümüz kolektif bilincin aksine Ludingirra bizzat kendi gözlemlerini tekil bakış açısı çerçevesinde aktarmıştır.
Modernizmin şekillendirdiği insan için şeyler ölebilir, doğa insandan ayrıdır.
Ben'in izini açıkça okuyabileceğimiz şu ifadeler Ludingirra'ya aittir: "Ben bir yazar olduğuma göre; ulusumuzun bulduklarını, başardıklarını, geçmişimizi, geleneklerimizi, ne kadar uygar olduğumuzu, gerek Sümerliliklerini unutmaya başlayan gençlerimize, gerek daha sonra gelecek kuşaklara neden yazılarımla bildirmeyeyim dedim ve yaşamöykümü yazmaya karar verdim. Böylece her tarafa, herkese, her çağa ulaşacağımı umut ediyorum." Her ne kadar kişisel görüşlere yer verilse de metnin bütünü bir topluluğa hizmet ve topluluk bilincini güçlendirmek amacıyla yazılmıştır. Ludingirra'nın yaşam öyküsünü daha çok gelecek kuşaklar için yazdığını belirtmesi, ulusunu, dilini, geleneklerini, sosyal yaşantısını, sanatını koruma kaygısı taşıması; muhasebe yapan bu metnin yazarın -gözlemlerini yansıtsa da- kendisi için yazacağı kadar bireyleşmediğini, toplum için yazıldığını bize gösterir. Bireyin ne/kim olduğuna dair Joseph Campbell'ın Tanrı'nın Maskeleri eserindeki açıklaması çok değerlidir. Buna göre ancak insan birey olabilir.
"Hayvan davranışı üstüne çalışanlar, hayvanın, daha önce hiç bulunmadığı çevreye uyum sağlama yeteneğini barındıran sinir sistemindeki kalıtımsal yapıya ‘doğuştan gelen uyarıcı mekanizması' (DUM) ve çevreye verilen tepkiyi dürtüleyen etkene de ‘bulgu uyarımı/ ya da uyarıcı' adını verirler. Böyle bir işarete tepki veren canlı varlığın birey olduğunu söyleyemeyiz." diyen Campbell bireylik ile gelişmişlik ve irade arasında doğrudan bağ kurmuş olur, bireyin tepki verdiği nesneye ilişkin önceden edinilmiş hiçbir bilgisi olmadığını ifade eder. Buna göre gerek Söz gerekse yazının kutsaldan bağımsızlaşmaya başlaması bireyleşmeyi de beraberinde getirir. Her şeyin ruhu vardır iptidai insan için. Hiçbir şey gerçek anlamda ölemez. Modernizmin şekillendirdiği insan için şeyler ölebilir, doğa insandan ayrıdır. Ruh insanda toplanmıştır, bir nevi insanın "tekelindedir". En fazla hatta tek ruha sahip varlık olması hem algısında hem de yazında Ben'leştirmiştir insanı. Ölüm ve yaşamın arasının açılması, merkezdeki anıt ve mezar evlerin yerini kenardaki mezarlıkların, ayinin yerini kişisel duanın alması, ev içlerinde saklanan ataya ait kurukafanın yerini fotoğrafların alması kişinin Ben'lik algısında değişikliklere neden olmuştur.
Modernizm, ölüye değer yüklemez, değer yaşayanda, en çok da insanda toplanır. Değerin "tekelleşmesi" yazında bireyleşmenin önünü açar. Yazı bulunduğu için mi benlik algımız değişti yoksa benlik algımız değiştiği için mi yazı bulundu? Buna net cevap vermek kolay değil. Yazı bulunduktan sonra bir süre sözlü kültür devam etti. Bu dönem kutsal kitapların en etkili olduğu dönemdi. Bilinçteki imgenin kutsaldan kopuşunu Campbell bu kez Kahramanın Sonsuz Yolculuğu'nda şöyle açıklar: "Düşteki gibi, imgeler yüce olandan gülünç olana dek değişir. Zihnin olağan değerlendirmeleriyle dinlenmesine izin verilmez, durmaksızın saldırılır ona ve artık sonunda anlaşılmış olan güven duygusu sarsılır. Zihin, en sevdiği ya da geleneksel imgeleriyle, onları sanki ilettikleri iletiler onların kendisiymiş gibi savunarak huzurla dinlendiği zaman mitoloji yenilgiye uğrar. Bu imgelere artık, gözün ulaşmadığı, dilin ulaşmadığı, zihnin, dindarlığın bile ulaşmadığı kavranılmaz olan ötelerden gelen gölgelerden başka bir şey olarak bakılmaz." Bu bilgi bir kenarda dururken kutsaldan kopuş ile yazının matbaa aracılığıyla çoğaltılmasının eşzamanlı oluşuna dikkat etmek gerekiyor.
Çünkü yazının çoğaltılmasıyla ilgili kısıtlı imkanların olduğu dönemde kutsal kitaplarla hem doğuda hem de batıda okuma yazma bilen eğitimli/ayrıcalıklı kesim muhataptı. Söz ile büyük kesim dolaylı olarak muhatap oluyordu. Sözlü kültür de devam etmiş oldu. Yazı daha kolay çoğaltılıp okuma yazma oranı artınca insan birebir yazıyla muhatap oldu. İşte yazında bireyleşmede önemli kavşaklardan biri de budur. Birebir yazılanla muhatap olma ile kutsalın yazıda yitmesi. Okuma ve yazma oranının artması, okunanın sayıca artmasıyla herkesin ulaşıp anlayabileceği konuma çekilmesi, aracı/anlatıcı olmadan yazılanla muhatap olma, aracının ses yerine sembole dönüşmesi ve okurun zihninde çözülmesi yazın tarihinde Ben'leşme sürecini hızlandırmıştır. Yazarın, eserine imza atarken kendini geriye çekmesi, onun bıraktığı boşluğa okurun kendini yerleştirmesidir. Okurun okuduğunda yer bulması yazında Ben'leşmedir. Bu bireyleşmenin önü öncelikle tanrı yazarla açılmıştır. Ardından birinci ya da üçüncü tekil şahıs anlatıcıya geçiş, yazında bireyleşmeyi daha yukarıya taşımıştır.
Kurmacada Ben'in dönüm noktalarından bir diğeri ise kötülerin hep kaybettiği dünyadan kötülerin de kazanabildiği, iyilerin de kaybedebildiği dünyaya geçiştir. Kötünün kazandığı dünyanın kabulüyle antikahraman, yenilgisi, yalnızlığı ortaya çıkmıştır. Yazı antikahramanla birlikte en yalnız alana çekilmiştir. Antikahramanın olduğu yerde tanrı yazar istifa dilekçesini verir. İlk modern eserlerden kabul edilen Don Kişot, teori ve pratik, tümel ve tikel arasındaki tartışmayı kızıştırarak, varoluşçu yazını ateşlemiştir. "Kahraman"ın sille tokat dayak yediği bu eser, coğrafi keşiflerin ardından, kapitalizme hızla yol alındığı süreçte yazılmıştır. Üretirken toplu, tüketirken tekli/tercihli yapıda yazın tek yazan, tek okuyan, birebir anlayana dönüşmüştür. Don Kişot'ta kahraman geçmişin etten kemikten deviyle, canavarıyla savaşan değil şimdinin yel değirmeni/makinesi/tekniğiyle savaşandır. Somut düşmanın/sözlü kültürdeki öteki ile olan savaşın yerini soyut/Ben'le olan savaş almıştır. Don Kişot'un savaşı Ben'iyle ilgili olduğundan yazındaki bireyleşmede bu eseri atlamamız mümkün değildir. Kahraman artık zaferi kesin olan değil, yenilgisi kesin olandır.
Modern yazında yazarın kendini ortadan kaldırması, sözlü kültürdeki anlatıcının sadece aracı konumunda kalmasına dönüştür bir nevi. Anlatılmak yerine gösterilen okur da bu durumda iyi bir dinleyici konumuna çekilmektedir.
John Milton Kayıp Cennet'te mitle bağını koparmadığı halde kapitalizmin işaretlerini verir. Havva, Adem'den birbirlerini lafa tutmamaları için uzakta çalışmasını ister. Bütün aile bireylerinin aynı tarlada çalıştığı üretim şeklinden sabah kalktıklarında eşlerin ayrı işyerine gittiği sürece geçiş ile kişinin onlarca kitabın içinde kendine uygun olanı seçme süreci paralel ilerlemiştir. Çoğalma ve tercih seçeneğinin artması bireyleşmeyi güçlendirmiştir. Yani tekilleşme, çoğalmayla birlikte gerçekleşmiştir. Kolektif bilincin ve mitin anlatıcısından tanrı anlatıcıya, tanrı anlatıcıdan birey anlatıcıya geçişin ardından kendiyle dalga geçen anlatıcıya doğru bir seyirden bahsedebiliriz. 18. yüzyılda Laurence Sterne tarafından kaleme alınan "Tristram Shandy Beyfendi'nin Hayatı ve Görüşleri" kendiyle dalga geçerken söyleyeceklerini toparlayamayan anlatıcıya örnektir. Hedefine varmak istemeyen anlatıcıyla birlikte birey çözülme sürecine girmiştir. Yine de yazın tarihinde her dönüşüm bıçakla kesilmiş gibi keskin değildir.
Bireyin çözüldüğü süreçte, bireyin güçlendiği varoluşçu ya da tanrı anlatıcıya rastlayabiliriz. Ortak kanaate göre Türk yazınında nazımdan nesre geçiş doğal bir dönüşümden çok ithaldir. Berna Moran, Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış'ta bizde romanın, Batı'da olduğu gibi feodaliteden kapitalizme geçiş döneminde burjuva sınıfının doğuşu ve gelişimi sırasında tarihsel, toplumsal ve ekonomik koşulların etkisi altında yavaş yavaş gelişen bir anlatı türü olarak çıkmadığını belirtirken yazınsal süreçle siyasal/ekonomik dönüşüm arasındaki haklı ilişkiye dikkat çekmiştir. Ekonomi, siyaset ve özellikle hukuk alanında bir ithalat toplumu olan son dönem Osmanlı ve Türkiye coğrafyasında yazınsal anlamda da ithalatın uzun süre etkisinde kalınmıştır. En başta bahsettiğimiz Söz ve hukuk arasındaki kaçınılmaz ilişki, hukukunu bizzat şekillendirememiş bir toplumun yazınını bizzat şekillendirmesini imkansız kılar. İlk roman kabul edilen Genji'nin Hikâyesi, Murasaki Şikibu tarafından 11. yüzyılın başlarında yazılmıştır.
Bizde ise ilk roman örnekleri 19. yüzyılda Tanzimat döneminde, ekonomik dönüşümden çok siyasal dönüşümün vuku bulduğu süreçte ortaya çıkmıştır. Dünyadaki ilk roman örneği ile bizdeki ilk roman örneği arasında sekiz yüzyıl vardır. O süre zarfında insanlar ağızlarını kilitleyip susmadılar, elbette yazıp söylediler. Sözlü kültür etkisini uzun süre korudu. Siyasal dönüşüm, ilk gazetenin yayımlanması, ilk roman ve hikâye örneklerinin gazetelerde tefrika edilmesi yazında bireyleşmede yeni bir safhadır. Gazete, günlük tüketilen bilgi anlamına gelir. Tarihi güncelleştirme misyonu taşır. Haber alma konusunda bilinci parçalara ayırır. Dolayısıyla yazınsal bireyleşmede katkısı ilkseldir. Hikâye ve romanın gazetede neşredilmesi yazınsal olanı güncele yaklaştırmıştır. Sembolik olan nazım dilinden gerçekçi nesir diline geçiştir gazete. İlk romanların tıpkı gazete gibi bilgilendirme yönü ağır basar. Yazarın zihnindeki bilgiyi aktarma ve yanlışı eleştiri endişesi karakter yaratma endişesinden çok daha baskındır.
İlk romanlar imparatorluktan ulus devlete geçiş sürecinde milli mücadeleye yer vererek yazılmıştır. Toplumun kaderi ve yazının kaderi birlikte şekillenmiştir. Tanzimat romanının hedefi halkı bilinçlendirmektir, kahramanın kişisel sorunlarına o sorunlar halkın da sorunu olduğu oranda eğilmiştir. Bireyi gördüğümüz roman örneklerine Serveti Fünun ve Fecri Ati döneminde rastlanır. Halit Ziya Uşaklıgil Ben'leşen yazında ilk ve önemli isimlerdendir. İmparatorluktan ulus devlete, tarım toplumundan kapital topluma, şeri hukuktan laik hukuka paldır küldür geçen, siyasi ve hukuksal hiçbir gelişmeyi uzun süreçte sindirerek yaşayamayan Osmanlı son dönem ve Türkiye toplumunda kurmacadaki olay örgüsü de uzun süre birdenbire/paldır küldür geçişler üzerine olmuştur. Yaşarken sindiremeyen bir zihinden yazarken sindirmesini beklemek gerçekçi olmaz. Romantizmden realizme uzun süre geçilememiştir. Hayatı yaşarken birdenbire ve doğallığın zıddı yaşayan bir toplumun üyesi olan yazardan yazarken makul geçişler beklemek büyük bir beklenti olsa gerek.
Berna Moran, biri melek, biri şeytan, biri aşk için ölen, biri aşk için öldüren iki karşıt tipin en sık işlenen kadın kahramanlar olduğu bu dönemin Türk romanının ilk yirmi beş yılını kapladığını ifade etmiştir. İmparatorluk döneminde kadın ve erkeğin bölünmüş alanının ulus devlette birleşmesi bireysel anlatının güçlenmesinde başka bir etkendir. Halide Edip'in Handan'ındaki Ben'leşme bu örneklerden sadece biridir. Bireyleşmede önemli katkısı olan Halit Ziya'nın gerek Aşk-ı Memnu'sunda gerek Mai ve Siyah'ında kadın-erkek arasındaki sınırların daha rahat hale gelmesinin yazındaki bireyleşme yönünde yansımasına şahit oluruz. Halit Ziya yarattığı karakterlerle, olaydan kişiliğe giden geleneksel akışı kişilik özelliklerinin doğuracağı zorunlu olaya doğru çevirmiş yazarlarımızdandır. Yazında bireyleşme tekniklerinden biri iç konuşmadır. Birçok eleştirmene göre iç konuşma tekniğinin bir anlatım yöntemi olarak sürekli kullanıldığı ilk roman Edouard Dujardin'in 1887'de basılmış olan Les Lauries sont Coapes'sidir.
Araba Sevdası'nın yazılış tarihi ise 1886. Berna Moran, Recaizade'nin her ne kadar romanı baştan sona iç konuşma tekniği ile yazmamışsa da bir anlatım yöntemi sayılacak kadar yaygın bir biçimde bu yöntemi kullandığına işaret eder. Kapitalizmin yarattığı çeşitlilikten biri de öteki'nin çeşitliliğidir. Sözlü kültürdeki ortak düşman/ötekinin yerini yazılı kültürde düşman olmayan fakat sayıca çoğalmış ötekiler almıştır. Dış yolculuğun -ki bu genellikle tek ötekine karşı savaş için gerçekleştirilir- yerini pek çok ötekinden kaçış olarak iç yolculuk alır. Yazılı kültürün bireyleşmesinde bu zorunlu iç yolculuk yönlendiricidir. Bu iç yolculuğu Peyami Safa'nın eserlerinde görürüz. Matmazel Noraliya'nın Koltuğu bu bakımdan önemlidir. Modern yazında yazarın kendini ortadan kaldırması, sözlü kültürdeki anlatıcının sadece aracı konumunda kalmasına dönüştür bir nevi. Anlatılmak yerine gösterilen okur da bu durumda iyi bir dinleyici konumuna çekilmektedir.