Kurgudan kaçan yazar
Dil kusurludur. Dilin kusurlu varlığı yazma eylemine girişilmeden bilinemez. İronik bir biçimde yazar, başlangıçta kusursuz yazdığına inanır. Böyle olmak zorundadır yoksa devam edemez.
Yazmak, kendi anlamını ne zaman bulur? Yazmaya başlayınca “neyi” yazdığını nasıl bilir insan? İfade etmeye çalıştığı şey zihninde olanın kâğıda dökülmesiyse, tam da bu anda bir şeyi keşfetmek zorundadır: Dil kusurludur. Dilin kusurlu varlığı yazma eylemine girişilmeden bilinemez. İronik bir biçimde yazar, başlangıçta kusursuz yazdığına inanır. Böyle olmak zorundadır yoksa devam edemez. Yazdıkları belirli bir hacme ulaşınca (yazma eylemi nedeniyle kendisinde gelişen düşünce ve ifade gücüyle birlikte) aslında kusursuz yazmadığını görür. Yazdığı “şey” tam da bu noktadan sonra yazmaya dönüşür. Tıpkı Muhammed Ali’nin saatlerce antrenman yaptıktan sonra, artık gücü tükenmişken çektiği şınavları, barfiksleri sayması gibi. Yazmak, anlamını şimdi bulmaya başlamıştır. İşte o anda yazar, dilin kusurlu olduğunu fark eder. Çünkü eğer dilin kusurlu olduğunu fark edemezse düşünme biçimi zedelenir, yara alır. Artık derinleşemez. Bu fark ediş iki şeye daha neden olur:
- Dildeki kusurun doğrudan insanın sınırlılığına işaret etmesi,
- Kusuru giderme arzusu ve çabası. Bu fark edişlerin meydana getirdiği bilinç yazarın sınırları görmesini sağlar. Düşünüyorum, o halde bir sınır var ve sınır var olduğu için düşünebiliyorum.
Sınırın yazara ilham ettiği ilk şey “neredeyim?” ve “ne yapıyorum?” sorularıdır. Sonraki soru ise “ne yapabilirim?” sorusudur. Sınırın ihlali tam da bu aşamadan sonra başlar. Bütün deneysel çalışmalar ihlalin ta kendisidir. Yazar kendi kusurunu da dil vasıtasıyla görür. Dil ile ilgilenmesi kusurunu ortadan kaldırmaya yöneliktir. İhlale meşruiyet kazandıran da budur.
Taşı yontup içindeki heykeli sanat eserine dönüştürme gayreti. Ham taşın içindeki heykeli duyma, biçimini görme; böylelikle de dilin yontu aracı olarak işlevini bilme deneyselliğe kapı aralar ki, başlangıçta sorulan soru yazma eyleminin kendisine dönüşür: Sınır sorunun kendisidir. O yüzden soru yaşamaya devam eder ama cevaplar sürekli değişir. Geleneksel dünya sorulara inanır, modern dünya ise tanımlara, cevaplara inanır. Zira bu, açıklama yapmayı mümkün kılar. Yeter ki bir açıklamanız olsun, o zaman yola devam etmek mümkün olur. Edebiyatı var eden cevaplar değil sorulardır. Soruyu yazmak cevabı çeşitlendirir, cevabı yazmak soruyu görünmez kılabilir.
Şu halde yazar, kendi sınırlarını görmek ve aşmak isteyecektir. Deneysel çalışmalara tuhaflık ya da orijinallik olsun diye değil yazarın kendi sınırlarını aşma gayreti olarak bakmak gerekir. Bu gayret kurmacanın sınırlarını, kapladığı alanı biçimsel olarak büyütüp genişletirken yeni varyasyonlara da imkân verir. Fransız yazar Raymond Queneau Üslup Alıştırmaları (Exercices de style) isimli kitabında, olağan/sıradan bir sahneyi 99 değişik şekilde yazar. Yani 1 olay 99 farklı anlatım. Ülkemizde benzer çalışmayı Ferit Edgü Yazmak Eylemi isimli kitabında 1 olayı 101 değişik şekilde ve Gökdemir İhsan Kurmaca Alıştırmaları isimli kitabında 1 olayı 33 değişik şekilde anlatmışlardır. Bir diğer Fransız yazar George Perec, Fransızca’da en çok kullanılan harf olan “e” harfini hiç kullanmadan (Kayboluş isimli) bir roman yazmıştır. Perec’in kendisine koyduğu bu engel (e harfini hiç kullanmamak) okuyucu için tuhaf ya da eğlenceli olabilir ama yazarın kendisi için son derece zorlayıcı bir engeldir.Yazar, kelime haznesini daha da genişletmek ve belki de kelime üretmek zorunda kalacaktır. Ya da kullanmaktan kaçınamayacağı bir kelimeyi de tasvir, işaret, ima etmek zorunda kalacaktır.
Yazar, kendisine önceden belirlediği bir engel koyarak biçimi ve içerikte cereyan eden düşünceyi farklılaştırarak yeni anlamlar üretmeyi amaçlar.
Bu görünüşte bir dil oyunu gibidir. Öyle olmak zorundadır çünkü yazarın kendi sınırını görebilmesinin yolu dilin sınırlarını görmesinden geçer. Zira söyleme biçimi (üslup) kusuru örten bir etkiye sahiptir. Biçim de kusuru gizler.
Yazarın bu girişimi dil oyunu gibi gözükse de aslında kurmacanın imkânlarına ulaşmak ve biçimsel araçlar elde etmektir. Perec’in “e” harfini kullanmaması, yazdığı romana ne gibi bir fayda sağlamıştır? Belki romanı eğlenceli kılmış belki de yüksek ifade gücü nedeniyle okuyucunun düşünce dünyasını zenginleştirmiştir. Ama daha çok yazarın hapsolduğu biçimi görmesini sağlamıştır.
İlim bir noktaydı onu cahiller çoğalttı
Raymond Queneau, bu çabaları “labirentten kaçan farenin inşa ettiği labirent” olarak nitelemiştir. Deneysel edebiyatın en önemli sonuçlarından biri işte bu cümledir: Labirentten çıkmaya çalışırken yeni bir labirent inşa etmek. Bu durum kadim kültürümüzde Hz. Ali’ye atfedilen “ilim bir noktaydı onu cahiller çoğalttı.” cümlesini hatırlatmaktadır. İlim, bir şeyin bilgisi. Nokta o ilmi temsil eden. Cahil, o ilimle yetinmeyen, o ilme bakarak başka ilimlerin ihdas edilebileceğini, kıyasen yeni ilimler icad edileceğini gören ve uygulayan. Böylelikle çoğalan ilimler. Cümle olumsuz gibi gözükse de bilme arzuna işaret etmektedir. Bir şeyin bilgisini edinmiş olmak (ilim), aslında diğer bilineceklerin bilgisine de, en azından kıyasen, ulaşabilmeyi ifade ediyor olabilir.
- Bir yapıyı içeriksel (mahiyeti bakımından) ve biçimsel olarak bilmek diğer tüm yapıları da bilmeyi ilham edebilir. Biçimsel arayışlara bu gözle bakarsak “deneysel” olanın yenilik içermediği, modelleme yoluyla bir tür varyasyon olduğu, yeni labirentler meydana getirdiği görülebilir.
Kurgu ile gerçeklik arasındaki ilişki, birbirini doğuran ve teyit eden bir ilişkidir. Kurgu, bilinenden yola çıkılarak yapılan bir modellemedir, varyasyonlar içerir. Her varyasyon ise gerçeklik potansiyeli taşır. Yani gerçeklik hayal kurmayı sağlarken, kurulmuş olan hayal gerçekleşme ihtimalini taşır. Toplumsal labirentten kaçarken kendi labirentini inşa eden bireyin, bu labirenti inşa ve yıkma serüveni modern edebiyatın da serüvenidir. Deneysel edebiyat ise bu serüveni çeşitlendirmeye çalışmaktan ibarettir. Ne labirent biter ne de arayış.