Koleksiyoncu Arif
Bu böyle olmayacaktı. Başka bir yol bulmalıydı. Ne diyordu adam: İnat edin. Vazgeçmeyin. Bedel ödemeye hazır olun. Arif yine gaza geldi. Bir akşam çay içerken zar zor söyledi karısına. İşte ne olduysa o günden sonra oldu. Arif’e, kağıt toplayıcılarının kullandığı şu el arabalarından aldı. Arif, koleksiyoncu olmak için çıktığı yolda hurdacı olmuştu en sonunda.
Her şey, kahvede o röportajı okumasıyla başladı. Arif için o andan öncesi siyahsa, ondan sonrası beyazdı artık. Can sıkıntısıyla gazeteyi karıştırırken tesadüfen gördü. İşte o zaman, aslında ondan hiç beklenmeyecek bir şey oldu. Kafasında bir şimşek çaktı. Hayatında ilk defa böyle bir şey geliyordu başına. Birkaç gün önce kırkına girmişti. Kırk yılın intikamını alabilirdi. Zaten gazetedeki adam da tam bu yaşlarda başlamış bu işe. Heyecanlandı. İşte tam da buydu aradığı. Yüzüne tatlı bir tebessüm yayıldı. Gevşedi. Sandalyeye daha da yayıldı. Röportajı yeniden yeniden okudu. Not defterini çıkardı. Önemli gördüğü bazı yerleri not etti. Baktı ki not almakla olmayacak; kahvecinin kendisini azarlama riskini de göze alarak söz konusu sayfayı yırttı. Gelişi güzel, hızlıca katladı. Cebine soktu.
Tam da tahmin ettiği gibi kahveci Fuat bir dünya laf etti: Ulan, zaten iki çay içip akşama kadar oturuyorsun, bari gazeteleri yırtma… Devletin yerinde ben olsam cumartesi pazar da çalıştırırım sizi... Zaten bir iş yaptığınız da yok ya, neyse… Yılın yarısı da tatil; dini tatil, milli tatil, yıllık izin... Fuat konuşmaya devam ediyordu ama sesi bir süre sonra uzak bir uğultuya dönüştü. Arif onu duymuyordu artık. Onun için yepyeni bir hayat başlıyordu. Sonradan, yıllar sonra, bazı tereddütler yaşamadı değil. Böyle gelgitler yaşadığı günlerde, o kahveye gittiğine de o gazeteyi karıştırdığına da o röportajı okuduğuna da çok pişman oldu. Ama iş işten geçmişti artık. Yapacak bir şey yoktu. Böyle olmasını kendisi istemişti. Ama böyle anları kısa sürüyor, hemen sonra yine de, her şeye rağmen yaptığıyla gurur duyuyordu.
Belki, hayatı biraz farklı olsaydı; sürekli itilip kakılmasaydı, her fırsatta ezmeselerdi, bu kadar görmezden gelmeselerdi, yok saymasalardı, ötelemeselerdi... Önce okulda, sonra işte, sokakta, otobüste... Kaldırımda omuz atanlar, otobüste tam boş yere oturacakken kolundan çekip kendi oturanlar, sırada önüne geçenler, önce geldiği halde en sona kalmalar… Sürekli, durmadan, her fırsatta aşağılanıp, hor görülmeseydi... Azıcık hakkını arayabilseydi, sesi çıksaydı, höt diyebilseydi, o röportajda yazılanlara bu kadar inanmaz, bel bağlamaz, zincirlerini kırmak, kendini insanlara kabul ettirmek için çabalamaz, toplumda kendine göre bir yer edinmek için bu kadar net ve köklü kararlar almaz, bütün bu işlere kalkışmazdı. Belki, hayatı biraz farklı olsaydı ama değildi işte.
Altıyüzelliyediye tabi, arşiv memuru Arif, oldum olası ezik bir tipti. Bunda annesinin suçu büyüktü tabii. Arif, bebekken birkaç kere ateşlenince hastaneye götürdüler. Doktor, üşüttüğünü söylemiş, çocuğu sıcak tutun, bu günlerde pek dışarıya çıkarmayın, havalar soğuk, diye tembihte bulunmuştu. Bundan bir ay kadar önce artık başka çocuğunun olamayacağını öğrenen annesi, işte o günden sonra üstüne öyle bir titredi ki, Arif neredeyse ancak ilkokula yazdırılacağı zaman çıktı evden. Bu arada zorunluluktan ya üç, bilemedin dört defa çıkmıştır. O da, yaz bile olsa kat kat giydirilerek. Sınıfın en sessiz çocuğuydu. Hiç konuşmazdı. Sorulara bile cevap vermez, bön bön bakardı. Zayıflığı, çelimsizliği dillere destan olmuştu. Lakabı “Çöp”tü. Arif deyince kimse tanımazdı ama Çöp deyince bütün okul kimden bahsedildiğini anlardı. Hiç arkadaşı olmadı. Kendisine acıyıp arkadaşlık etmek isteyenler olmadı değil ama Arif’le iletişim kurmanın zorluğunu hemen anladıkları için hiç kimse ikinci bir sefer yaklaşmadı yanına.
Arif liseyi zar zor bitirince babası sevincinden koç kesti. Çünkü buna kimse ihtimal vermiyordu. Ama Arif asıl sürprizi, memurluk sınavından iyi bir puan alıp, senede üç-beş dosyanın lazım olup da akla gelen, köhne, saman kağıdı kokulu, valiliğin bodrumundaki bir arşiv deposuna memur olarak atandığında yaptı. Mahallede herkes birbirine soruyor, meselenin doğruluğunu öğrenmeye çalışıyordu. Yok daha nelerdi; hiç olacak şey miydi; hadi canım; Arif, şu bizim Lütfiye’nin Arif, memur olmuş ha; bak sen şu Çöp Arif’in yaptığına; ulan bizim okul birincisi oğlan giremedi bir yere; bu çocukta bir cevher vardı da biz mi göremedik...
İşte olan olmuştu. Sonunda o beğenmedikleri, burun kıvırdıkları, bir selamı bile esirgedikleri, sessiz, ezik, sünepe Arif, memur olmuştu. Bu işe kimse akıl erdiremedi. Arif’e sorsan o da bilmiyor. Sınavda soruları bile doğru düzgün okuyamamış, gelişi güzel cevaplamıştı ama... İşte iyi bir puan almıştı. Sonra tercih yaparken nasıl olduysa pek kimsenin tenezzül etmediği bir yeri işaretlemiş ve memur olmuştu. Bu sefer dana kesti babası. Oğlu memur olmuştu. Mahallede kasıla kasıla yürüdü. Kahveye gidince itibar gördü. Herkese çay söyledi.
Arif’in memur olmasının etkisi bir kaç ay sürdü. Bu arada eskisi gibi itilip kakılmadı. Gözlerinin önünde çok kıymetli bir şey varmış da, sanki görememişler gibi bir suçluluk hissi yaşadı mahalleli. Arif’i yolda gören biri durup, uzun uzun bakıyordu arkasından. Hemen hepsinin yüreğine, Arif’e karşı haksızlık yaptıklarına dair bir ağırlık çöktü. Hemen herkes, Arif’in aslında fena biri olmadığı konusunda sessizce birleşti. Gül gibi çocuktu işte. Kime zararı vardı. Bu garibin günahını almışlardı. Kendilerini affettirmeliydiler. Arif’ten söz açıldığında, kim kötü bir söz edecekse, kim aşağılayacaksa hemen susturuldu. Çocuklar arkasından Çöp, Çöp diye bağırmadı. Hatta yanından her geçişinde kendisine havlayan komşunun köpeği bile bir süre ortalıkta görünmedi.
Arif, halinden memnundu. Yine kimseyle konuşmuyordu, kimse de onunla konuşmaya çalışmıyordu ama en azından sağdan soldan takılan olmuyordu. Zaten bu takılanlar azınlıktaydı ama Arif bazen bu duruma çok içerliyor, uzun uzun ağlıyordu. Geri kalanlar Arif’e acıyıp “Yapmayın, yazıktır garibana,” demekten öteye gitmiyorlardı. Neyse ki memur olunca toplumdaki konumu biraz yükselmişti de takılanlar, dalga geçenler azalmıştı. Ama işe başladıktan bir süre sonra askerlik yoklamasına giden Arif’e, askerlik yapamaz raporu verilince yine her şey eski haline dönüverdi. Anlaşmışlar gibi bütün mahalleli yine eskisi gibi... Evde, annesi babası bile mecbur kalmadıkça konuşmuyorlardı nerdeyse.
Arif’in kimseyi umursadığı yoktu. İşe başlamak iyi gelmişti. En azından kimseyle muhatap olmak zorunda kalmıyordu. İş yerinde bir şey yaptığı yoktu. Eski bir masa ve sandalyesi vardı. Akşama kadar oturuyor, biri elinde bir kağıtla gelip bir dosya bulmasını isterse, zaten sıralı olan yerinden dosyayı alıyor, gelene veriyor, teslim defterine adını, soyadını yazıyor, imzalatıyordu. Bu arada annesi ne yaptı etti Arif’e bir kız buldu. Kızın yaşı biraz büyüktü. Dediklerine göre Arif’le evlenmek istememiş. Ama araya girenler olmuş; sessiz, sakin gül gibi çocuk demişler; elinde işi de var, daha ne istiyorsun demişler; zaten sünepenin teki, istediğin gibi evirip çevirirsin demişler; kız haspa, naz etme, bu saatten sonra seni başka kim alır demişler; çocuğun tipine laf edeceğine, sen önce bir aynaya bak demişler; neler bilip neler söylemişler de kızı ikna etmişler.
Kızın ayrı eve çıkma şartı, Arif’in annesini endişelendirse de sonunda anlaşma sağlandı. Düğünü çok şatafatlı, çok kalabalık oldu. Bu ilginç çifti görmek için kimse bahane uydurmadı. Duyan geldi. Pasta, limonata yetmedi, takviye getirildi. Arif, düğün boyunca hiç yerinden kıpırdamadı. Gelin de neredeyse hiç oturmadı. Daha evliliğinin ilk gününde karısı bütün ipleri eline aldı. Açık açık konuştu. Bana bak Arif, dedi kaşlarını çatarak. Sen beni tanımazsın ama ben kendimi sana tanıtmasını bilirim. Al şu kağıdı güzelce oku. Bunların dışına çıkarsan karışmam, dedi. Kadın yememiş, içmemiş, üşenmemiş, kimden akıl aldıysa artık, Arif için uyulması gereken kurallar, yapılması gereken işler listesi hazırlamış.
Liste iki bölümden oluşuyordu. İlk bölümde yapılması gerekenler, ikinci bölümdeyse uyulması gerekli kurallar yer alıyordu. Yapılması gerekenler de iki bölüme ayrılmıştı. Bunlar, günlük ve haftalık işlerdi. Günlük işler: Kahvaltı hazırlamak (servis ve bulaşıklar dâhil), akşam yemeği, bulaşıklar, meyve soyma, akşam çayı demleme… Haftalık işler: süpürge, cam silme, çamaşır yıkama, çamaşırları serme, ütü, merdivenleri silme… Hâsılı, evde yapılacak ne kadar iş varsa yazıyordu listede. Uyulması gereken kurallarda da; akşam eve geliş saati, hafta sonları evde durmanın yasak olduğu, karısından izinsiz zinhar para harcamayacağı...
Arif listeyi uzun uzun inceledi. Hiçbir şey demedi. Karısı, tamam mı, diye sordu. Arif yine bir şey demedi. Sadece bön bön baktı. Kadın sinirlendi. Kaşlarını çattı, ellerini beline koydu, duymadım Arif, diye ağzından köpükler saçarak bağırdı. İşte o zaman Arif, sadece başını sallayarak onayladı. Arif sabah erkenden kalkıyor, önce ocağı yakıp çaydanlığı koyuyor, sonra elini yüzünü yıkayıp traş oluyordu. Sonra giyiyor. Bu arada su ısınıyordu. Hemen çayı demlemeye koşuyor, ardından kahvaltılıkları masaya çıkarıyordu. Bu arada karısını uyandırıyor, karısı kahvaltı masasına gelene kadar çayları koyuyordu. Kadın bin bir naz ile salına salına masaya geliyor, çaydan bir yudum alıyor ve hemen her gün aynı şeyi söylüyordu: Bir çay demlemesini öğrenemedin Arif. Gördüm de senin gibi beceriksizini hiç görmedim.
Arif hızlıca kahvaltısını edip, kaçarcasına çıkıyordu evden. Evlendiğine bin pişmandı ama zaten ona hiç sormamışlardı. Bu güne kadar annesi hiçbir şey için Arif’in fikrini sormamıştı. Ayakkabılarını, gömleklerini, pantolonlarını… rengini, desenini, bedenini… nereden alınacağını, ne kadar alınacağını… Hep annesi karar vermişti. Şimdi de karısı. İşe gidince rahatlıyordu. Masaya oturuyor, önüne teslim defterini açıyor, evrak için gelen olmazsa akşama kadar neredeyse hiç kıpırdamıyordu. Arif’in bu durumu bir süre sonra iş yerinde de duyuldu. Üst katlardaki hemen herkes bu ilginç tipi görmek için bir bahane uydurup bodruma indi.
Hafta sonunun gelmesini hiç istemiyordu. Çünkü hafta sonu evde durmak yasaktı. Karısı, cebine sıkıştırdığı iki çay, bir simit parasıyla sabah erkenden atıyordu evden. O da ne yapsın, Fuat’ın kahveyi kendine mesken tuttu. Hemen her cumartesi pazar, sabah dokuz, akşam altı kahvede. Bu yüzden işe gitmeyi daha çok seviyor. En azından işteyken dalga geçen fazla olmuyor. Fuat’ın kahveye gitmeye başladıktan birkaç ay sonra takılanlar, laf atanlar da azaldı. Alıştılar artık. Hem ne derlerse desinler Arif tepki vermiyordu. Onlar da vazgeçmişti artık.
Sabah kahveye girince her zamanki gibi Fuat ocaktan bağırdı yine; beyler, saatlerinizi ayarlayın, Arif geldi. Saat dokuz. Hep aynı espriye gülen bir sürü adam; hahahahaha. Her zamanki gibi en dip masaya oturuyor. Çayı hemen geliyor. Sıcakken birkaç yudum alıyor. Sonra soğuyacak ve yarım bardak çay belki de öğleye kadar duracak masada. Karısı iki çay parası verdi; birini öğleden önce içecek, birini öğleden sonra. Öğle için de en fazla bir simit. Soğumadan bir yudum daha alıyor. Gazeteleri yığıyor önüne, başlıyor okumaya. Şimdi tam bire kadar okuyacak. Sonra kahveye gelen simitçiden bir simit alacak. Öğleden sonranın çayını söyleyecek. İkiye kadar çayını içip, simidini yiyecek. Biraz televizyon seyredecek. Hangi program olduğu önemli değil. Ne açıksa onu izler.
İşte böyle sıradan günlerin biriydi. Evleneli nerdeyse onbeş sene olmuştu. Arif’e ikiyüz sene gibi gelen onbeş uzun yıl. Çocuğu olmamıştı. Birkaç gün önce kırkına girmişti. Can sıkıntısıyla gazeteleri karıştırıyordu yine. Hep aynı haberler; Afganistan’da insansız hava araçlarından atılan füzeyle dört çocuk öldü; son altı ay içinde Akdeniz’de meydana gelen kazalarda binsekizyüz mülteci can verdi; yılın ilk sekiz ayında sadece gökdelen inşaatlarında ölen işçilerin sayısı yüzseksenbeşi buldu; trafik kazaları can almaya devam ediyor; ünlü sanatçı eski sevgilisiyle görüntülendi; bonzai öğrencileri tehdit ediyor…
Bir gazetenin Pazar ekini aldı. O röportajı işte o zaman gördü. Çok ilgisini çekti. Tekrar tekrar okudu. İlk defa bir şey Arif’i bu kadar heyecanlandırmıştı. Ondan hiç beklenmeyen bir şey oldu. Kafasında bir şimşek çaktı. Belki de bu, kırkına merdiven dayamasının, olgunlaşmasının bir delili sayılabilirdi. Zaten gazetedeki adam da öyle diyordu. Bu işe kırkından sonra başlamış. Ama şimdi ülkenin ünlü profesörleri, araştırmacıları, yazarları kapısında kuyruk oluyormuş. Her gün bir gazeteden, bir dergiden, bir televizyon kanalından aranıyormuş. Ülkenin hatırlı koleksiyoncularından biriymiş artık.
Arif’i asıl etkileyense, koleksiyoncuyla arlarındaki inanılmaz benzerlikti. Adamın dediğine göre ezik, silik bir tipmiş eskiden. Okulu zar zor bitirmiş. Kimsenin ilgi göstermediği, değer vermediği biriymiş. Aile toplantılarında bile kimse kendisiyle konuşmaya tenezzül etmiyormuş. Maaş kartı bile karısındaymış. Adama sadece harçlık veriyormuş. Aynı ben, diye geçirdi Arif aklından. Bu adam, günün birinde durup dururken, sırf can sıkıntısına koleksiyonculuğa merak sarmış. Ama öyle pahalı şeyler değilmiş biriktirdikleri. Gazete, haftalık haber dergileri, edebiyat dergileri falan. Ama asıl koleksiyonu, şehrin ünlü bir fotoğrafçısının arşivini elde ederek yapmış.
Gazetede yazdığına göre, fotoğrafçı kiraladığı iki dairede ve büyük bir depoda tutuyormuş arşivini. Ama dijital makineler çıkınca fotoğrafçılığa rağbet azalmış. O da arşivini sakladığı dairelerin ve deponun kirasını ödeyemez olmuş. O sırada koleksiyoncuyla tanışmışlar. Fotoğrafçı, bedelsiz olarak bütün arşivini adama vermiş. Düşünsenize, diyor röportajda, bir şehrin hafızası bana teslim edilmişti. Ama bu iş için büyük bedeller ödediğini de anlatmış. Dediğine göre önce delirdi sanmışlar. İşi gücü bırakmış, eski püskü şeylerle uğraşan bu adama kuşkuyla bakmış herkes. Zaten sessiz, kendi halinde biriyken, bir de böyle bir işe kalkışınca, ailesi, tanıdıkları, tamam demişler, bu sefer kesin sıyırdı.
Önce karısı terk etmiş. Karısının sözünden çıkmazmış eskiden. Ama eve eski püskü şeyler getirmeye, kendisini dinlememeye, maaş kartını geri alıp, hesapsız para harcamaya başlayınca, bütün bunlara alışık olmayan karısı dayanamamış. Ailesi önce nasihat edip vazgeçirmeye çalışmış. Bakmışlar ki faydası yok. Küsmüşler. Ev sahibi, ya bu çöpleri at ya da evi boşalt demiş. O da fotoğraf arşivi için tuttuğu depoya taşınmış. Bir çekyat koymuş. Depoda arşiviyle beraber kalmaya başlamış. Önce tasnif etmiş arşivi. Tek tek fişler vermiş, dosyalamış. Maddi sıkıntıya düşmüş. Depo kirasını ödeyemez olmuş. Emekli de olunca bütün vaktini koleksiyona harcamaya başlamış.
Deli gibi biriktirmeye devam ediyormuş. Emekli ikramiyesini bu işe harcamış. Raflar almış. Depoyu rutubetten korumak için yalıtım yaptırmış. Çok para harcamış. Ama o ne yaptığının farkındaymış. Adım adım ilerlemiş. Sonra parası yine bitmiş. Yine maddi sıkıntıya düşmüş. Kira birikmiş. Mal sahibi her gün kapısını aşındırmaya başlamış. Acaba yanlış mı yaptım, bu işe girmese miydim diye ümitsizliğe düştüğü günlerin birinde bir adam çıkagelmiş. Şehrin ileri gelenlerinden birisiymiş gelen.
Babasının ve dedesinin de içinde yer aldığı, eski bir aile fotoğrafını arıyormuş. Fotoğrafçının arşivinin kendisinde olduğunu öğrenince heyecanla gelmiş. Acaba bu fotoğrafı bulabilir miymiş? Para önemli değil, demiş. Ne kadar istersen veririm. Yeter ki şu fotoğrafı bul, demiş. İşte o gün sıkıntılarım bitti, diyor röportajında. Böylece adı duyulmaya başlamış. Para kazanmaya başlamış. Şimdi boğaza karşı büyük, lüks bir villası varmış. Eskiden kendisiyle dalga geçenler, bir selamı bile esirgeyenler, sözüne değer vermeyenler hemen her gün arayıp hal hatır soruyorlarmış.
Koleksiyonculuk yapmak isteyenlere ne tavsiye edersiniz sorusuna verdiği cevapta, önce inatçı olmalılar demiş. Kimseyi dinlemesinler. Bedel ödemeye hazır olsunlar. Delirdi derler, kafayı sıyırdı derler, eskici oldu derler, derler de derler. Bunları hiç kafalarına takmasınlar. Aileleri terk edebilir. Parasız kalabilirler, aç kalabilirler ama inat etsinler. Boyun eğmesinler. Biriktirmeye devam etsinler, diye tavsiyelerde bulunmuş.
Arif okuduklarına inanamadı. Tekrar tekrar okudu. İşte tam da buydu aradığı. Not defterini çıkardı. Önemli gördüğü bazı yerleri not etti. Baktı ki not almakla olmayacak; kahvecinin kendisini azarlama riskini de göze alarak söz konusu sayfayı yırttı. Caaaarrtt. Gelişi güzel, hızlıca katladı. Cebine soktu. Tam da tahmin ettiği gibi kahveci Fuat bir dünya laf etti: Ulan, zaten iki çay içip akşama kadar oturuyorsun, bari gazeteleri yırtma... Devletin yerine ben olsam cumartesi pazar da çalıştırırım sizi... Zaten bir iş yaptığınız da yok ya, neyse… Yılın yarısı da tatil; dini tatil, milli tatil, yıllık izin... Fuat konuşmaya devam ediyordu ama sesi bir süre sonra uzak bir uğultuya dönüştü. Arif onu duymuyordu artık. Onun için yepyeni bir hayat başlıyordu. Arif koleksiyoncu olmaya işte o gün karar verdi. Kararlıydı. Yapacaktı.
Not defterinde boş bir sayfa açtı. Röportajdaki adamın sözlerinden hareketle yapacaklarını madde madde yazdı:
- 1- İnatçı ol. Kimseye aldırma. 2- Maaş kartını geri al. 3- Boyun eğmek yok. 4- Kararlı ol. 5- Ne olursa olsun biriktirmeye devam et. Sonra başka bir sayfa açtı. Buraya da ödeyeceği bedelleri yazdı: 1- Delirdi diyecekler. (O zaten garanti.) 2- Karım terk edecek. (İnşallah.) 3- Annem, babam küsebilir. 4- Evden atılabilirim. 5- Aç kalabilirim.
Sonra elini yanağına dayadı, hayallere daldı. Tıpkı o adam gibi bir hayatının olduğunu düşündü. Büyük zorluklar çektiğini ama sonunda gazetecilerin, televizyoncuların kapısında kuyruğa girdiğini, tanınmış araştırmacıların, profesörlerin kendisinden bir belge alabilmek için kapısını çaldıklarını... Gazetelere tam sayfa röportajlar verdiğini, hatta televizyona çıktığını... Koleksiyonculuğun nasıl yapılması gerektiği konusunda bir kitap yazdığını... Bu arada zengin olduğunu, parayı bastırıp mahallenin en güzel evini satın aldığını, çok zengin olduğu halde mahalleden bilerek taşınmadığını, lüks arabasıyla özellikle kahvelerin önünden geçerken yavaşladığını, bir zamanlar kendisiyle dalga geçenlerin şimdi kıskandığını...
Bütün bunlardan sonra evi terk eden karısının geri dönmek istediğini ama kendisinin gururla bunu reddettiğini... Evin önünde günlerce nöbet tutan karısının, eve girip çıkarken bahçe duvarından yalvarırcasına seslendiğini… Tam bahçe kapısından çıkacağı sırada kendisini arabanın önüne attığını, bu durumda muhatap bile olmadığını, şoför tereddüt edince, sür oğlum sür dediğini… Uzun uzun kurdu kafasında. Hepsini yeniden yeniden düşündü. Şimdi görsünlerdi bakalım Arif’i.
Kahveci Fuat’ın dürtmesiyle kendine geldi. Arif, saat altıyı geçiyor, dedi sırıtarak. Apar topar çıktı kahveden. Arkasından Fuat’ın, koş aslanım koş, diye bağırmasını belli belirsiz duydu. İşte Arif koleksiyonculuğa başlamasının ilk bedelini o gün ödedi. Eve vardığında karısı kapıyı açmadı. İki saat bekledi. İçeri aldığındaysa bütün gece surat astı durdu. Televizyonda izlediği komedi dizilerine bile gülmedi. Arif, bulaşıkları yıkadıktan sonra çay demledi. Karısı içmesine izin vermedi. Böylece Arif, seri bir şekilde bedel ödemeye başlamıştı.
O günden sonra sık sık cebindeki gazete sayfasını okudu durdu. Aldığı notlara baktı. Nereden başlasaydı. Bir akşam eve giderken, caddede, çöp bidonunun yanında eski gazeteler gördü. İşte buydu. Böylece koleksiyonunun ilk parçalarını elde etmiş oldu. Ancak elindekilerle eve giremeyeceğini bildiği için hepsini kömürlüğe sakladı. Böylece her gün eve gelirken etrafa bakmaya başladı. Birkaç hafta içinde hatırı sayılır bir gazete koleksiyonu elde etmiş oldu. Bu sefer başka bir sorun ortaya çıktı. Kömürlük küçüktü ve neredeyse dolmuştu. Daha topladıklarını sıraya koyması, iş yerindeki gibi hepsini tasnif etmesi, numara vermesi vardı. Bu iş böyle olmayacaktı. Umutsuzluğa düştü. Sonra röportajdaki adamın dediklerini hatırladı: İnat edin. Vazgeçmeyin. Bedel ödemeye hazır olun. Bunları hatırlayınca yeniden gaza geldi. Devam etmeye karar verdi.
Ertesi akşam getirdiklerini gizlice kömürlüğe koymaya girdiğinde bir de ne görsün? Kömürlük boş. Topladığı bütün gazeteler buhar olup uçmuş. Elindekileri bırakıp eve girdi. Karısına sormaya cesaret edemedi. Ama karısı hemen atıldı. Aferin Arif, dedi sırıtarak. Bundan sonra her gün bir top gazete bulup getireceksin. İyi para ediyor. Kağıt toplayanlara sattım. Üçyüzyirmibeş kilo geldi. Yirmi beş kuruşa aldılar. Böylece elime seksenbirlira yirmibeşkuruş geçti. Böyle devam edersen harçlığına zam yapabilirim, dedi gevrek gevrek gülerek. Arif bedel ödemeye devam ediyordu.
Bu böyle olmayacaktı. Başka bir yol bulmalıydı. Azıcık cesareti olsaydı. Ben bunları satmak için değil, koleksiyon için topluyorum, bundan sonra bunları satmayacaksın, diyebilseydi. Ne diyordu adam: İnat edin. Vazgeçmeyin. Bedel ödemeye hazır olun. Arif yine gaza geldi. Bir akşam çay içerken zar zor söyledi karısına. Öyle tasarladığı gibi emir kipiyle değil. Buram buram terleyip, kem küm ederek. Oh be! İşte en sonunda söylemişti.
İşte ne olduysa o günden sonra oldu. Ertesi gün kahveye gittiğinde Arif’in sol gözü mosmordu. Başka bir gün dudağı patlamıştı. En sonunda karısı kahveye gitmesini de yasakladı. Arif’e, kağıt toplayıcılarının kullandığı şu el arabalarından aldı. Artık hafta sonları kağıt toplamaya gönderiyor. Pazartesi de gidip parayı kendisi alıyor toptancıdan. Arif, koleksiyoncu olmak için çıktığı yolda hurdacı olmuştu en sonunda.
Ama Arif, koleksiyoncu olmaktan hiçbir zaman vazgeçmedi. Hâlâ gizli gizli o röportajı okuyup, hayal kurmaya devam ediyor.