Klişe hikaye
Adam güldü. "Daha önce söylesene, otur" dedi. Garsona eliyle 2 çay işareti yaptı. Ahmet çok heyecanlıydı. "Ee nasıl buldun?" diye sordu. Adam, Ahmet’in koluna dokunarak ona doğru eğildi. "Bak kardeşim yanlış anlama, dilin güzel ama hikaye çok klişe" dedi.
Yukarıda topladığı saçlarını omuzlarından aşağı bırakırken güzel olduğunu bilen kadınlara mahsus o memnuniyet dalgası dolaştı yüzünde. Paketi açıp bir sigara aldı. Adamın yakmasını bekledi. Adam bakıyordu ve bakmaya devam etti ama çakmağa uzanmaya yeltenmedi bile. Kadın ezberlenmiş hareketlerle çakmağı çaktı. Bir nefes çekti. Adam bakmaya devam ediyordu. Sigarasını tutuşuna, hırsla içine çekişine, dumanını havaya doğru savurmasına... Hepsini yutarcasına takip etti gözleriyle. Ne de olsa birazdan o gidecekti. Geriye sadece bu anlardan ne hatırlayabilirse o kalacaktı. "Yine ne istiyorsun" diye konuya girdi kadın. Bir an hırçın bir denize baktığını sandı adam. Cevap vermedi, onun yerine dalgınca önünde uzanan koruya doğru baktı. "Çok güzel, şimdi de cevap verme bakalım. Beni oyuncağın sanıyorsun ama değilim" diye terslendi kadın. Adam içini çekti. Neden anlamıyordu? Neden onu deliler gibi sevdiğini, onsuz yaşayamadığını, nefes alamadığını, uyuyamadığını, yemek yiyemediğini anlamıyordu? "Bir şey içer misin?" diye sordu.
— Zıkkımın pekini!
Adam yine koruya doğru çevirdi bakışlarını, sararmaya yüz tutmuş ağaçlara doğru. "Seni" dedi durakladı. Sonra sayıklıyormuşçasına devam etti, "Öldürmek istemiyorum." Kadın bu sözleri duyunca ne korku ne de hiddet emaresi gösterdi. Aksine kahkahalarla gülmeye başladı.
— Öldürmek mi? Ahahahahhahaha.
Adam cebinden bir silah çıkarıp masaya koydu. Kadın daha çok güldü. "Demek yapacaksın." Adam silahı cebine geri koyarken tekrarladı, "Seni öldürmek istemiyorum." "Tabii ki istemiyorsun" dedi kadın kadife yumuşaklığında. "Ama başka çaren yok." Bal rengi gözlerini adama dikmişti. Kumral saçları gözleriyle tatlı bir uyum içindeydi. Dudaklarının yanındaki kıvrım, bu uyumun altını çiziyor gibiydi. Kaşları divan şairlerinin mısralarına ilham verebilecek kadar güzeldi ama şimdi çatık duruyorlardı. Adam, dudakların yanındaki o tatlı kıvrımı ezberlemeye çalışıyordu ki kadının sesiyle irkildi. "Başka çaren yok çünkü bunu senden ben istiyorum." Bu seste az önceki hırçınlıktan eser yoktu. Şimdi bu seste şefkat, sevgi ve hatta acıma vardı. Kadının sesi adamın kulaklarından içinde bir yerlere doğru yol aldı. Ve gittiği yeri acıttı. Hatta kanattı... İstemsizce ağlamaya başladı. Ağladığını fark ettiğindeyse başını usulca, masaya koymuş olduğu kollarının arasına gömdü. Şimdi ortama fazlasıyla dram hakimdi. Kadın bunu hangi dizide gördüğünü hatırlayamadı ama çok tanıdık bir sahneydi. Dolayısıyla kendisine düşen rolü biliyordu.
Elini adamın yumuşak saçları arasında dolaştırmaya başladı. Şimdi korudaki ağaçlara doğru bakma sırası kadındaydı. Ona ağır bir yük yüklediğini biliyordu ama bunu bilmesi yapmasına engel olmuyordu. Zaten öteden beri bencil bir insandı. Güzelliği her zaman onun kapıları açan anahtarı olmuş, her istediğini elde etmesini sağlamıştı. Bu bazen bir mücevher, bazen istediği bir unvan, bazen de gözüne kestirdiği bir adam oluyordu. Çok da bir farkları yoktu. Ona rastlayınca ise başka olduğunu anlamıştı. O başkaydı işte. İlk defa kalbinin titrediğini hissetmişti. Buna rağmen ondan böyle bir şey istemekte mahzur görmüyordu. Belki de tam tersine, bundan dolayı onu seçmişti. Garsonun masanın yanında beklediğini fark edince toparlandı. Elini yumuşak saç yumağından çekti. Adam başını kaldırdığında göz göze geldi garsonla. "İki çay" dedi. Kadına ne istersin diye sormamıştı. Önemi de yoktu. Çayları gelinceye kadar hiç konuşmadılar. Birbirlerine de bakmadılar. Garson çayları masaya bırakıp giderken adam şekere uzandı. Bir an yaptıkları o bitmek bilmeyen şekerli şekersiz çay muhabbetleri aklına gelip tereddüt ettiyse de çabucak iki küp alıp çayına attı. Kadın duraksamadan onu taklit etti. İki küp şeker. Adam hayretle baktı.
— Sen, şekerli içmezsin!
- Kadın sakince saçlarını toplayıp geriye attı yeniden. Çaydan bir yudum aldı, gülümsedi. Dudaklarının kenarındaki tatlı çizgi bir kez daha güzelliğinin altını çizdi. "Vakit geldi" dedi usulca. Arkasına yaslandı. Adam da arkasına yaslandı. Ne çok ağaç vardı bu koruda. Akşam güneşi sonbaharın sararttığı yapraklara vurup altınsı parıltılar yayıyordu. Hava güzeldi. Bir türlü kış gelmiyordu. Yanında sevdiği kadın oturuyordu. Uzaklardan bir aşk şarkısı çalıyordu. Üstlerinden bir kuş geçiyordu. Elindeki ince belli bardaktaki bergamot kokulu çay içini açıyordu. Ufuk çizgisi kızarmaya başlamıştı. Evet, vakit gelmişti. Bir yudum daha aldı çayından. Yavaşça ayağa kalktı. Tek el silah sesi duyuldu. Adam cebinden on lira çıkartıp masaya attı. Korkuyla masaların altına saklanmış olan insanların yanından yürüyüp gitti.
Kerem hikayeyi okumayı bitirdi, parmaklarını birbirine geçirip ellerini önünde birleştirdi, yavaşça arkasına yaslandı. Gözü hala bilgisayar ekranındaydı. "Tamam da abi, kadın ne diye ölmek istiyor. Üslup güzel, dilin iyi ama hikaye bir şey anlatmıyor" dedi, yüzüne merakla bakan Ahmet’e. Yine yazar olma heveslisi bir çömez kendisine "bir şey" okuttuğu için kızgındı. Yemek sonrasında masanın üstünde kalan artıklardan ne kadar rahatsız oluyorsa, birisinin getirip yazısını burnuna dayamasından, "Kerem şunu bi okusana" demesinden de o kadar rahatsız oluyordu. Herkes kendini Nobel ödüllü yazar zannediyordu mınakodumun memleketinde. Ahmet gücenik bir sesle "Duygu" dedi. "His yani. Duyguyu almadın mı hikayeden?" Kerem’in içinde dalga dalga yayılan küçümseme dışarı doğru taşmaya başladı. Engel olmak istese de çok geçti artık. Bak Ahmet. Sana kaç kere söyledim. Hikaye olaydır, şiir duygu.
Hikaye için ne anlatıyor diye sorarsın, şiir için ne hissettiriyor. Sense şiir okutup "Ne anladın" diye soruyorsun, hikaye okutup "Ne hissettin" diyorsun. Ahmet yutkundu. Aklı almıyordu. Hikayeyi defalarca okumuş, bir cümlenin üzerinden belki yirmi defa geçmiş ama ne olursa olsun her okuyuşunda kadının çaresizliğini, adamın üzüntüsünü ta yüreğinde hissetmişti. Bu Kerem nasıl taş kalpli olmalı ki hikayeyi okurken kılı kıpırdamamış, yüzünde zerre kadar bir duygu alameti belirmemişti. Hata kendisindeydi. Hikayesini okutmak için bula bula Kerem’i bulmuştu. Kerem değil miydi şu hani geçen gün yayımlanan hikayesinde karakteri doğru düzgün oturtamayan. Peh. Hata bal gibi de kendisindeydi. Faruk’a götürseydi o ne naz yapardı ne de Kerem gibi ahkam keserdi. Sonra Faruk’un da kendisi gibi henüz yayımlanmış bir hikayesi olmadığını hatırladı. Olsun diye düşündü. İyi okur her zaman iyi yazıyı anlar.
Ortam gerilmişti. Tekrar yutkundu. Sadece "Eeee?" diye sorabildi. "Eeesi bu hikaye bitmemiş aslanım. Bitir ondan sonra konuşalım" dedi Kerem. Bu kadarla savuşturduğuna seviniyordu. Daha dergiye gönderilen bir yığın yazı vardı redakte edilecek. "Hadi iş başına" deyip sırtına pıt pıt vurdu. İşte gönlünü de almıştı. Daha ne yapsındı canım? Burada oturup akşama kadar onu eyleyecek değildi ya. Ahmet gönülsüz kalktı. "İyi ya, görüşürüz sonra" deyip kapıya yöneldi. Aşınmış merdivenlerden inip lime lime dökülen eski handan sokağa attı kendisini. Derin bir nefes aldı ama hırsını alamamıştı. Derginin camına doğru bakarak "İtoğlu it" dedi. Sonra suç işlemişçesine etrafa baktı. Kimse kendisine bakmıyordu. Hızlı adımlarla tramvay yoluna doğru yürüdü. Ayakları onu farkında olmadan hikayesinin geçtiği, koru manzaralı çay bahçesine götürmüştü.
Adam rüyada gibiydi. Sanki yürümüyor da boşlukta yüzüyordu. Nereye gittiğinin, yere mi göğe mi bastığının farkında değildi. Kendini deniz kenarında bulduğunda geceydi artık, karanlık çökmüştü. Gündüzki yazdan ödünç kadifemsi sıcak gitmiş, soğuk bir poyraz, volta atarcasına yalayıp geçmeye başlamıştı. Paltosuna sarındı. Cebindeki kabarıklığa eli değince aklı başına geldi. Tabancayı çıkarıp bakmaya korkarak denize doğru fırlattı. "Makine temiz" demişti İbo. "İşin bitince yok ettin mi rahat edersin." Bu kadar kolay tavsiye vermesine şaşıp kalmıştı. Sanki tavuk boğazlayacaktı da onun için taktik veriyordu. Hoş bugüne kadar tavuk kesmişliği de yoktu ya. Öylece durdu bekledi. Ne yapacaktı? Bir an yanıp sönen çakar lamba yüreğini ağzına getirdi. Yok, polis değildi. Az ilerideki seyyar satıcıları gözüne kestirmiş bir zabıta aracıydı. Hızla ters istikamete doğru yürümeye başladı. Bu korku ona yetmişti. Bütün bunlar hiç yaşanmamış olsaydı, şimdi evde elinde uzaktan kumanda, kanepesinin üzerinde kıvrılmış olacaktı. O anda olmak için neler vermezdi.
- Ayakları eve doğru gidiyordu. Akışına bıraktı. Geleceklerse evden gelip alsınlar dedi. Gözünü açtığında hava aydınlanmıştı. Gece her an kapının çalacağı düşüncesiyle beklemiş, heyecandan yorgun düşünce adeta sürünerek yatağına gitmişti. Tuhaf. Onu öldürdükten sonra sanki hiçbir şey değişmemişti. Artık bir katildi, katil olduğunu biliyordu ama kendisinde hiçbir değişiklik hissetmiyordu. Hatta sıcak yatağında derin bir uykuya dalarken, beynini çay bahçesinin kareli örtüsü üzerine saçtığı kadın aklına bile gelmemişti. Uykusu kaçmamıştı. İştahı kesilmemişti. Kesilmek mi? Açlıktan ölüyordu. Mutfağa gidip çay suyunu koydu. Televizyonu açıp haber bülteni aramaya başladı. Açtığı kanalda her şey yolunda görünüyordu. Sunucunun yemek tarifi verirken haydeee diye ünlemesiyle, davulcu ve zurnacının stüdyoya dalması bir oldu. Konuklar bunu yadırgamak şöyle dursun, kıyamet günü Hz. İsrafil suru üflediğinde sıraya girip mahşer yerine gidecek ahali gibi hemen sıraya geçip halay çekmeye başladı.
Adam zap yaptı. Bu kanalda bir cinayeti çözmeye çalışıyorlardı. Dikkatle dinledi. Her kafadan bir ses çıkıyordu. Anlayabildiği kadarıyla komşusunun karısıyla kaçan adam, komşusunun kocası ve kendi karısının bir olup hazırladığı tuzağa düşmüş ve tatlı canından olmuştu. Bir kanalda yükselen faizler, başka bir kanalda iki ayağı üzerinde yürüyebilen bir köpek vardı, bir diğerinde kaldırımda yürürken üstüne gelen arabadan kıl payı kurtulan adamın görüntüleri "ölümle burun buruna geldi" sözleriyle dönüp duruyordu ama cinayetten haber yoktu. Bu tuhaftı. Kalkıp çayı demledi. Dün öğleden kalan ekmek, zeytin, bir internet sitesinden bulup sipariş vererek getirttiği Obruk peynirini tepsiye koydu. En azından yakalanıncaya kadar küçük zevklerinin tadını çıkartabilirdi. Hapishane yemeklerinin nasıl olduğuna dair bir fikri yoktu. Galiba bir yerlerde yemek parasını mahkumların kendilerinin ödediğini okumuştu. Nedense bu ona komik geldi. Sırıtırken televizyonun karşısına yerleşti. Uzun uzun kahvaltı yaptı, kanaldan kanala geçti.
İkindi olduğunda dünün gerçekten yaşanıp yaşanmadığından şüphe etmeye başlamıştı. İnternette yaptığı aramalardan da sonuç çıkmıyordu. Nilgün Gözükara diye aratınca kadının instagram ve twitter hesabı çıkıyor, baştan çıkarıcı gülümsemesiyle ölmemiş gibi ekrandan meydan okuyordu. "Nilgün Gözükara cinayet" diye arattığında Youtube’dan "Gözükara Valdemort’un intikam cinayeti" diye bir animasyon açılıyordu. Çay bahçesine gitmeye karar verdi. Paltosunu giyerken zihninde dönüp duran cümleyi fazlasıyla klişe buluyordu: Katil cinayet mahalline mutlaka geri döner. Kahvede okey taşlarının sesi sigara dumanına karışıyordu. Ahmet sigara içmediği gibi içenden de rahatsız olurdu ama çayın en ucuz olduğu yerler mahalle kahveleriydi. Kapalı alanda sigara yasağını yarı kapalı alanla delmeyi başaran küçük esnaf, ticari zekasını iç mekanlar için de kullanmış, resmi makamlara yakalanmadan içeride sigara içirtmeyi başarmıştı.
Faruk da içiyordu. Ona göre çay ve sigara edebiyatçının yakıtıydı. Şimdi Ahmet’in hikayesini okurken kah kaşlarını çatıyor kah dudaklarını büzüyor, arada da bir fırt çayından, bir fırt da sigarasından çekiyordu. Ahmet’e bir yıl kadar uzun gelen bir zamandan sonra kağıdı masaya bırakıp "vayy be" dedi. Ahmet oturduğu yerde zıpladı. "Beğendin mi?" "Çok beğendim abi. Süper yaaa. Bunu mutlaka bir dergiye gönder derdim ama henüz bitmemiş." "Neee" diye kalakaldı Ahmet. Alnındaki o çukur yine ortaya çıkmıştı. Şu kaşlarını çattığında beliren endişe çukuru.
— Tabii ki ciddiyim, ba yıl dım ama bence devamı olmalı.
Ahmet kendi kendine acaba benimle maytap mı geçiyor diye düşündü bir an. Tamam hikayesi güzeldi ama bayılacak kadar da değil. Hem niye bitmemiş olsundu ki? Kerem’e okuttuktan sonra bir bölüm daha eklemişti.
— En çok hangi kısmını sevdin?
Çayından bir yudum daha aldı Faruk. 'Yani bir gizem yaratmışsın hikayede. Bir kere kadın neden ölmek istedi bilmiyoruz. Sonrasında da ölüp ölmediğini bile bilmiyoruz. Bence bu çok güzel. Diğer yandan bitmemiş diyorum çünkü sen buradan yürürsün bence. Damarı yakalamışsın. Ama birinci bölümde duygular çok ön plandaydı, ikinci kısımda biraz nasıl desem teknik olmuş hikaye...' Sonra durup sormak istemiyormuş ama sormak zorundaymış gibi sordu. 'Kadın neden ölmek istiyor?' Ahmet ayağa kalkarken cevap verdi. 'Bilmiyorum. Sanırım adam da bilmiyor. Belki kadın bile bilmiyordur.' Faruk’a teşekkür etti. Cebinden on lira çıkarıp masaya bıraktı.
Yaklaşmayacaktı tabii ki! "O kadar da salak değilim" diye düşündü. Şöyle uzaktan çay bahçesine bir göz atacak olağandışı bir şey olup olmadığına bakacaktı. Tanınmamak için şapka takmayı düşünmüştü ama evde şapka yoktu. Sadece üstünde bir boya markasının logosu basılmış olan bir kasket vardı ki o da karizmasını çizmek dışında pek işe yaramazdı. Aynanın karşısına geçip paltosunun yakalarını yukarı kaldırdı. Bu da bir şeydi işte. İdare ederdi. En azından öyle düşünmüştü. Fakat şimdi çay bahçesine doğru bakarken düşüncesinin yanlış olduğunu anlıyordu. Bir kere paltonun yakasını yukarıda tutmak zordu. İkincisi yüzünü de saklayamıyordu ki. Bunun farkına varmasını sağlayan, dün oturdukları masada oturan kadının onu tanıyıp el sallayarak yanına çağırması oldu. Şaşkınlıktan paltonun yakasını falan unuttu. Olduğu yerde çivilenip kaldı. İŞTE ORADA KANLI CANLI OTURUYORDU. Hayır, kan yoktu ama can vardı. Saçları dünkü gibi kan kırmızısıyla değil kumral bir ışıltıyla parlıyordu. Kadın sabırsızlıkla tekrar el salladı.
— Ne duruyorsun orada kazık gibi gelsene.
Adam hipnotize olmuşçasına gidip masaya oturdu. Kadın yukarıda topladığı saçlarını omuzlarından aşağı bırakırken, güzel olduğunu bilen kadınlara mahsus o memnuniyet dalgası dolaştı yüzünde. Paketi açıp bir sigara aldı. Adamın yakmasını bekledi. Adam bakıyordu ve bakmaya devam etti ama çakmağa uzanmaya yeltenmedi bile. Kadın ezberlenmiş hareketlerle çakmağı çaktı. Bir nefes çekti.
— Neyin var senin? Hayalet görmüş gibisin.
Adamın içinden kahkahalarla gülmek geldi ama kendini tuttu. Çözmesi gereken bir problemi vardı.
— Sen, ölmüş olmalıydın. Ölmüştün.
"Ne saçmalıyorsun sen" diye çıkıştı kadın. "Niye çağırdın beni? Yine ne istiyorsun?" Kadının ruhunun derinlerde, hırçın bir denizin kıyıdaki kayalıklara kendini kaldırıp kaldırıp çarpması gibi çırpındığını hissetti adam. Cevap vermedi, onun yerine dalgınca önünde uzanan koruya doğru baktı. "Çok güzel, şimdi de cevap verme bakalım. Beni oyuncağın sanıyorsun ama değilim" diye terslendi kadın. Adam dünü mü yoksa bugünü mü yaşadığını çıkaramadı. Hem dünün aynısıydı hem de değildi. Arkaya doğru dönüp elini kaldırırken garsona seslendi. "Aslanım iki çay yolla bize ordan." Elini indirirken paltosunun cebindeki ağırlığı fark etti. Elini cebine soktu. Soğuk metalle temas edince titredi. Belki de daha uyanmamıştı. Evet evet, uyuyordu, bu bir rüyaydı. Vicdan azabı gibi bir şey yaşıyor olmalıydı. Garson çayları getirirken ayağı takılıp çayın birazını eline dökmeseydi öyle düşünmeye devam edecekti ama canının acısı bu düşüncesini silip atmaya yetti. Ağzından gayriihtiyari bir küfür çıktı. Kadın alaycı bir gülümsemeyle mukabele etti. Dudaklarının yanındaki çizgi belirginleşmişti yine. Adamın gözünden kaçmadı bu. "Affet abi" dedi garson. "Hemen yenilerim çayı." Koşarak uzaklaştı. Adam daha fazla beklemedi, "Neden ölmek istiyorsun?" Kadın bu soruyu hiç beklemiyordu. Şaşırmıştı. Gözlerini kaçırdı.
— Nedeni önemli mi?
— Eğer bunu yapacaksam, daha açık konuşmak gerekirse katil olacaksam en azından bunu bilmeye hakkım var sanırım.
Kadın boşversene dercesine omzunu silkti. "Günlerdir bunu konuşuyoruz. Yapacak mısın yapmayacak mısın, sen onu söyle" diye terslendi yine. "Senden bunu istemekle hata ettim. Yapamayacağını bilmem gerekirdi. Sen hep böyleydin zaten. Hep böyle yarı yolda bırakırsın. Korkaksın." Art arda yarı alaycı yarı sert sözler adamın dengesini bozdu. "Yeter!" dedi. Silahı çıkardı cebinden. Kadın güldü, "demek yapacaksın" dedi duygusuz. Tek el silah sesi duyuldu. Adam cebinden on lira çıkarıp masaya attı. Korkuyla masaların altına saklanmış olan insanların yanından yürüyüp gitti.
"Ee şimdi ne olacak" dedi Derya. "Ertesi gün her şey yeniden mi başlayacak?" İçini çekti Ahmet. "Bilmiyorum. Aslında çok sıkıldım bu hikayeden. Sanırım bitmeden çöpü boylayacak." "Ama neden" diye itiraz etti Derya. "İyi gidiyor gibi."
— Bir türlü nasıl derleyip toparlayacağımı ve nasıl bağlayacağımı bulamıyorum.
Derya okuldan arkadaşıydı. Ne Kerem’e ne de Faruk’a bir daha okutmak istememişti yazdıklarını. Derya’yı arayıp görüşmek istediğini söylemişti. Hikayesinin geçtiği kafede buluştular. Daha önce Derya’ya yazdığından hiç bahsetmemişti. Duyduğunda şaşırdı biraz, ardından "Tabii okurum, memnuniyetle. Ne hakkında hikaye?" diye sordu. Ahmet, bir duraklamanın ardından, "Hikaye bir kadının bir adamdan kendisini öldürmesini istemesiyle ilgili" dedi. Ve o soru çok da gecikmeden geldi. "Neden?" "Nedenini bilmiyorum, önemli mi?" diye sordu Ahmet. Derya’nın pek yazı çizi işleriyle ilgisi yoktu ama ince zekasıyla tanınırdı. Belki de önemli değildir, diye cevap verdi. Hikayeyi okudu. O okurken Ahmet de yüz ifadelerinden beğenip beğenmediğini anlamaya çalışıyordu. Yazdığı bir şeyi böylesine görücüye çıkarmak kendisini çok fazla dışa açmak, savunmasız kalmak gibi geliyordu ona. Derya bitirince "şimdi ne olacak" diye sormuştu ki bu da hikayenin hala bitmediğini düşündüğünü gösteriyordu.
Çay söylemek için başını çevirdiği anda onu gördü Ahmet. Adamı yani. Dondu kaldı. Yine paltosunun yakasını kaldırmıştı. Bu haliyle gülünç görünüyordu. Gerçekten böyle kendini saklayabildiğini mi düşünüyordu. Gözü hemen paltosunun cebine doğru kaydı. Evet, bir kabarıklık vardı. Demek silahı yanındaydı. Derya’ya fısıldadı. "O burada." "Kim" diye sordu Derya şaşkın. "O işte, adam." Derya hala anlamıyordu. "Hangi adam?" "Kadını öldüren" dedi. Derya Ahmet’e delirip delirmediğini anlamak istercesine bakıyordu. "Ahmet bu pek komik bir şaka değil" dedi. "Şaka yapmıyorum zaten" diye fısıldayarak ısrar etti Ahmet. Derya ayağa kalktı, "Yine mi ilaçlarını almayı bıraktın? Annen biliyor mu?" "Neden bahsediyorsun?" diye yalvarırcasına sordu Ahmet. "İlaçlarını bıraktığını annen biliyor mu diyorum. Ne zaman bıraktın? Annene haber vermem lazım." "Hayır" dedi Ahmet, "İlaçlarla alakası falan yok bunun. Anlasana adam burada." Derya çantasını topladı, "Şimdi hemen kalkıp doğruca eve gidiyorsun. Ben de anneni arayıp durumu anlatıyorum. Hadi Ahmet."
— Sen git, ben buradayım.
"Peki nasıl istersen" deyip uzaklaştı Derya. Ahmet’in umurunda değildi. Adam yan masaya oturmuş koruya doğru bakıyordu. Kalktı yanına gitti. Adam irkildi bir an, toparlandı. "Oturabilir miyim?" diye sordu Ahmet. Adam, "bir arkadaşımı bekliyorum" dedi.
— Nilgün Hanım’ı mı bekliyorsunuz? Gelmeyecek.
— Siz de kimsiniz?
— Ben Ahmet. Hikayenin yazarı.
Adam güldü. "Daha önce söylesene, otur" dedi. Garsona eliyle 2 çay işareti yaptı. Ahmet çok heyecanlıydı. "Ee nasıl buldun?" diye sordu. Adam, Ahmet’in koluna dokunarak ona doğru eğildi. "Bak kardeşim yanlış anlama, dilin güzel ama hikaye çok klişe" dedi. "Nasıl yani?" diye sordu Ahmet. "Yani tekrar eden gün, olayın baştan başlaması, sonra yok efendim neymiş, katil cinayet mahalline dönermiş. Bir de neydi, haa "hayalet görmüş gibisin". Bunca yıldır hikaye kahramanıyım ama kendimi zor tuttum gülmemek için."
Sadece "yaa" diyebildi Ahmet. "Evet. Maalesef. Üzülerek söylemem lazım ki daha kırk fırın ekmek yemen lazım." Bunu söylerken bir yandan da gülüyordu. "Bak işte bir tane daha, 'Üzülerek söylemem lazım ki daha kırk fırın ekmek yemen lazım.’ Gerçekten bunları sen mi yazıyorsun. Yapma dostum." Ahmet şoktaydı. Klişe ha! Adam birden aklına gelmiş gibi sordu. "Ha bir de kadın niye ölmek istiyor? Neden?" Ahmet, bilmiyorum derken bir yandan da cebindeki silaha uzandı. Tek el silah sesi duyuldu. Ahmet on lira çıkarıp masaya attı. Korkuyla masaların altına saklanmış olan insanların yanından yürüyüp gitti.