Kırkıncı oda
Her şeyin sonunda olmanın bir bedeli olur mutlaka. Hayat da böyle. Kırımızı ringa balığını odağına alanlar, ondan bir muradı olanlar, asıl konunun ne olduğunu unutabilir ve bir daha geri dönemeyebilirler. Dünya epeyce bir zamandan beri, asıl konuya dönmenin acı duymakla eşdeğer olduğu bir yer zaten... Asıl konu neydi peki?
KIRMIZI RİNGA BALIĞINA İNANMAK
Dünya epeyce bir zamandan beri, asıl konuya dönmenin acı duymakla eşdeğer olduğu bir yer. Ruhun fiyakası olan acı'dan değil, doğrudan içimizi çürüten şeyden bahsediyorum. Asıl konuya dönme arzusu daha ilk anda insanın varlığına acı vermeye başlıyor artık. Araya giren bütün kitaplar, filmler, filozoflar, benler, şarkılar, ücretli üyelikler ve dahi kelimeler yalnızca bir mesafenin tanımını içeriyorlar sanki. Kimle kimin, neyle neyin arasındaki mesafe? İnsanın iradi olarak konumlandığı kaygı adlı bir kara parçasını idealleştirerek, orda inşa ettiği kalenin burçlarına kalbini asması mesela. Buradan uçucu bir heves'e, mevsimlerin insana yaptığı fenalıklar'a ya da dünyanın büyüsünün bozulması'na doğru açılan o yola uğramayacağım. Asıl konuya karşı mesafeyi korumakla yükümlü bazı cümleler. Cinayet masasına yeni gelen bir dosyanın akıbeti hakkında, sözgelimi katili bulmaya heves etmiş yeni-yetme bir dedektifin dikkatiyle konuşabilmenin, asıl konuya dönmekle bir ilgisinin olabileceği kanaatindeyim.
Kanıtımız yok bunu anlatmaya ama dünya büyük bir özenle katili saklıyor bizden. İnsan epeyce bir zamandan beri, kendi hikayesindeki o kahramana karşı oldukça soğuk-mesafeli davranıyor. Kişisel geliştirenlerden değil, inanmanın bizzat kendisinden bahsediyorum. İkna edildiği bir endişenin içinden baktığı akvaryumuna belki yalnızca basit bir su değişimi yetecek ama önünde yüzen ateş kırmızısı ringa balıklarının bütün parlaklıklarıyla gözlerini kamaştırmasına engel olamıyor. Kırmızı ringa (red herring), bir kurgu numarasının simgesidir nihayetinde ve gizemli bir hikâyenin içinde olması gereken ilk şartı anlatır. Polisiye öykülerde katili, hileli bir konuşmada esası, hayatın ortasında gerçeği saklar. Evet, özenle. Gözü yanıltır, esas olandan arındırır ve sonuca doğru yürürken zihnin oyalanmasını sağlar. Bazen bilinçli bir eylemin, bazen de doğal akışın getirdiği şaşırtmacalarla, "göz" görmesi gerekenden fazlasıyla uzağa düşer.
Kırmızı ringa balıkları, akvaryumdan taşarak dünya denizine doğru yüzüyorlar artık. (Evet 21. yy.) Hikâyede karşılaştığımız, bizi kendisine çeken, ilgiyi üzerine toplayan, çok kafa yorduğumuz o kırmızı ringa balıklarının, katilin bulunmasında, düğümün çözülmesinde ve hakikatin ortaya çıkmasında hiçbir rolünün olmadığını anladığımızda filmin/hikâyenin finaline gelmişizdir aslında. Geriye dönüp, odağımızı değiştiren ringaları, yanıldığımız yerlere koyabiliriz sadece. Her şeyin sonunda olmanın bir bedeli olur mutlaka. Hayat da böyle. Kırımızı ringa balığını odağına alanlar, ondan bir muradı olanlar, asıl konunun ne olduğunu unutabilir ve bir daha geri dönemeyebilirler. Dünya epeyce bir zamandan beri, asıl konuya dönmenin acı duymakla eşdeğer olduğu bir yer zaten... Asıl konu neydi peki?
KENDİ ÇÖLÜNDE EFENDİ OLMANIN ŞARTLARI
Friedrich Nietzsche, Böyle Buyurdu Zerdüşt: Herkes ve Hiç Kimse İçin Bir Kitap (Also sprach Zarathustra) adlı anıt eserinin üç dönüşüm'ü (deve-aslan-çocuk) anlattığı bölümünde, tin'i, ilk olarak deveye dönüştürür; "...Nedir ağır olan? diye sorar dayanıklı tin, sonra diz çöker bir deve gibi ve iyice yüklenmek ister. Nedir en ağır olan, ey kahramanlar? diye sorar dayanıklı tin, alayım sırtıma da kıvanayım gücümle. Kibrini kırmak için alçalmak değil midir? Kendi bilgeliğiyle alay etmek için kendi budalalığını açığa vurmak değil midir? Yoksa: zaferini kutladığı sırada davamızdan ayrılmak mıdır? Ya da sınayanı sınamak için yüksek dağlara tırmanmak mı? Yoksa: bilginin meyveleri ve otlarıyla beslenmek ve hakikat uğruna gönlünü aç bırakmak mı?
Yoksa: hasta olmak ve teselliye gelenleri evlerine gönderip, ne istediğini asla duymayan sağırları dost edinmek midir? Yoksa: hakikat sudur diye kirli sulara girmek ve soğuk sukurbağalarını ve sıcak karakurbağalarını hakir görmemek mi? Yoksa: bizi aşağılayanları sevmek ve hortlağa tam da bizi korkutacağı sırada elini uzatmak mı? Tüm bu en ağır şeyleri alır sırtına dayanıklı tin: tıpkı çölde koşturan yüklü bir deve gibi, koşturur kendi çölünde. Ne ki en ıssız çölde gerçekleşir ikinci dönüşüm: aslan kesilir burada tin, özgürlüğü geçirmek ister eline ve efendi olmak ister kendi çölünde. Son efendisini arar burada: düşman olmak ister ona ve son tanrısına; büyük ejderhayla dövüşmek ister zafer kazanmak için..."
ANLAT ŞEHRAZAT!
Ateş başında, saray odasında, dost sofrasında, meydan ortasında ya da bir gaz lambasının etrafında o en güzel masalların, en derin kıssaların ve en gizemli hikayelerin dile düşmesinden hemen önce, anlatıcı derin bir nefes alıp; râviyân-ı ahbâr ve nâkılân-ı âsar ve muhaddisân-ı rûzigâr şöyle rivâyet ederler ki... diyerek başlarmış sözüne. Yani; haberleri duyuranlar, eserleri nakledenler ve zamanın olaylarını anlatanlar bildirirler ki. Anlatmak ki, en çok Şehrazat'a yakışır. Zâlim Şehriyar'ın elinde bir gecelik ömrü olan Şehrazat'ın; ölüme karşı hikâyeyi, yok olmaya karşı anlatmayı ve zalimliğe karşı hayatı savunmasıyla "geceler boyu" uzayan ömrü, hikâyenin bizzat kendisine dönüşerek, anlatıcıyı ölümsüzleştirmiştir. Anlatarak hayatta kalan ve bunun başka bir yolunu bilmeyen gelmiş-geçmiş bütün büyük yazarlar o günden beri Şehrazat'ın yoldaşıdır. Haberleri duyuranlar, eserleri nakledenler ve zamanın olaylarını anlatanlar varolsunlar!