Kırkıncı oda
Dünyanın en eski salgın hastalığının 15. yüzyılda Kaplumbağa Adası'nda yeniden ortaya çıkmasıyla, şeytani aklın hükmü bir kez daha tamamlanmıştır. İnsanın en büyük düşmanı insanın kendisidir.
Kötülüğün Doğası
Amerikan yerlileri, yurtlarını istila eden beyazlarla ilk karşılaşmalarını, evlerine gelen bir hastalıkla tanışma talihsizliği olarak adlandırmışlar. Wetiko adını verdikleri bu tuhaf hastalığın; bencillik, aşırı hırs ve kötücüllük taşıyan bir zihin virüsü olduğuna dair bazı tarihsel kayıtlar ve kayıtsızlıklar. Vahşi toprakları ve onların mukimlerini ehlileştirmeye gelen eski dünyanın sakinleri, yerlilerin asla anlayamayacağı türden bir bakışı temsil eden davetsiz misafirlerdir aslında, aç gözlü, masumiyetlerini çoktan yitirmiş ve kibirli misafirler. Öteki insan'ı yalnızca iki biçimiyle görebilme yetisine sahip bir çift gözleri vardır üstelik; düşman ya da av. Onların her şeye sahip olma arzusuyla tutuşmuş benliklerini gören yerlilerin, bu psikoza verdikleri wetiko adının doğrudan anlamı; yamyamlık. İnsan etiyle değilse bile, tabiatın ve yerlilerin varlığını yok etme isteğiyle beslenen kibirli bir arzu. Dünyanın en eski salgın hastalığının 15. yüzyılda Kaplumbağa Adası'nda yeniden ortaya çıkmasıyla, şeytani aklın hükmü bir kez daha tamamlanmıştır. İnsanın en büyük düşmanı insanın kendisidir.
Yerlilerin hırs ve hınçla ruhlarına saldıran bu duyguyu yamyamlık lanetiyle özdeşleştirmelerinde, ümitsizliğe doğru açılan bir kapının adresi de var. Wetiko yanıltarak var olur, çünkü ehlîleştirilmesi gereken, yani vahşi olan hiç zaman tabiat değil, ona bakış biçimidir. Ritmine tabi olmak yerine, efendisi olmaya azmedilen tabiatı, her zaman ihtiyacından fazlasına göz diken insanın bencil arzusuyla ''vahşileştiren'' bir yamyamlık. Aslında büyük salgın, hepimizi ikna etmeyi başarmış bir virüsün içinde duruyor; doyumsuzluk. Kaplumbağa Adası mitolojileri, wetiko/wendigo'yu insana sahip olan yırtıcı bir hayvan, kapkara bir gölge ve iyileşmez bir ruh kanseri olarak tasvir ediyorlar. Bu efsanelerde, wetiko diğerlerini yedikçe (ikna ettikçe) büyüyen ölümsüz bir lanettir. Hiçbir kötülük ölümsüz değildir ama insan ölümsüzlüğe inanmaya çoktan hazır. O hâlde Paul Levy'nin sorduğu gibi soralım; Will wetiko kill us? Or will it awaken us?
Göklerden Alınan Bazı İlhamlar Üzerine
Tebriz'de, kuzey-güney doğrultusunda uzanan tepelerin üzerine kurulmuş eski bir gözlemevinin kalıntılarına büyük bir ciddiyet ve dikkatle bakıyordu çocuk, 1404'ün sonbaharıydı zaman. Hemen ilerde bekleyen muhafızlar saatlerdir taş yığınlarını seyreden 10 yaşındaki bu çocuğun Sahipkıran Emir Timur'un en kıymetli torunu Muhammed Taragay olduğunu bir an için unutacak olsalardı eğer, ona orada ne yaptığını soracaklardı mutlaka. Ama kızgın güneşin altında, gövdelerine çok yakışan başlarıyla birlikte beklemeye devam ettiler. Taragay'ın daldığı taştan rüya, yani tam karşısında seyre daldığı mekân, bir zamanların büyük ilim merkezi Meraga Rasathanesi'ydi. Meşhur gökbilimcilerden Nasîrüddîni Tusî'nin eviydi burası.
Muhammed Taragay, gözlerini kapattı ve içinde 12 metre yarıçapında dev bir sekstant bulunan kuleyi gördü önce, ardından duvar kadranı, usturlap, gökküre ve gündoğumu halkaları geldi teker teker gözünün önüne. Kafasını kaldırdı gökyüzüne baktı, o ürpertici görkem, o mavi sonsuzluk, o sınırsız bilinmezlik çoktan ruhunu ele geçirmişti bile. Önünde duran taştan rüyasının üzerine yıldızlar yağıyordu sanki. Hemen yanı başında dolunaydan yapılmış teknesiyle aniden beliren Tusî, eğilip bir şeyler fısıldadı kulağına Taragay'ın, Tebriz'de 1404 yılında. Semerkant Rasathanesi'nde yarıçapı yaklaşık 40 metre olan, bir kısmı yerin altındaki devasa sekstant'ın önünde buldu kendini çocuk, Uluğ Bey (Büyük Emir) diye sesleniyorlardı ona; Yüce Timur İmparatoru. Ben Muhammed Taragay diyecek olduysa da, vazgeçti hemen.
Dost gülümsemesiyle bir adam yaklaşıyordu çünkü uzaktan, yanındaki yaverleri Ali Kuşçu'nun geldiğini söylediler. Geldi gökyüzünün büyük alimi Kuşçu, önce usulünce eteğini öptü, ardından ayağa kalkarak sıkıca sarıldı Uluğ Bey'ine. Göğün iki çilingiri yan yanaydı işte. İki yıldız çarpıştı sanki o an orda ve tozları ağır ağır yeryüzüne serpildi. Muhammed Taragay'ın gözkapakları titredi, göğsünü ateş bastı, kulaklarında kuyular dolaşan bir çınlama vardı, Taştan rüyasını gördüğü yerde, kafasını kaldırıp gökyüzüne baktı. Muhafızlar bu kıymetli Emir torununun yaptığı sıkıcı ziyaretin bitmesini bekliyorlardı hemen ilerde. Yürüdü, iki yana açılan muhafızlarına doğru Taragay. Omzuna dökülmüş o yıldız tozunu kimse fark etmedi.
Beşiktaş Nasıl Kurtulur?
1981 yılında haftalık Yeni Sözcü dergisinde Galip Dede (Erdem) tarafından kaleme alınan o yazının başlığı ayniyle böyleydi; Beşiktaş Nasıl Kurtulur? Tam 40 yıllık bir yazı. İçerdiği ironi ve işaret ettiği meselelerle birlikte bugün hâlâ varlığını tahkim edecek kadar güçlü olduğunu söyleyebiliriz. Gücünü askeri darbe atmosferinde silah zor'unun ortasında yazılmış olmasından aldığı düşünülse de, Galip Dede'nin ne anlattığından bağımsız olarak nasıl anlattığının büyük hikâyesidir bu aslında. Çünkü insanların sıkı sıkıya kilitlenmiş dev bir kafesin içinde, hiç durmadan yalan söyleyen beş büyücünün kehanetlerini dinleyip, başuçlarında duran çilingir cesetlerine sarılarak uyudukları bir zamanın içinden konuşuyordu kelimeleri. Gerçeklik duygusunun kaybolduğu bir evren ve tazyikli soğuk su/manyetolu telefon marifetiyle hatırlatılsa da, ardından tekrar tekrar unutulan Beşiktaş ülkesine ait bir gerçeklik.
Galip Dede şöyle der yazısında mesela; ''Vebali anlatanların boynuna, Beşiktaş'ın ne zaman kurulduğunu bilmeyen, ilk forma renginin ne olduğunu duymayan yöneticilere bile rastlanmış; önce kırmızı-beyaz renklerin seçildiğini, Batı Trakya kaybedildikten sonra siyah beyaz'a çevrildiğini öğrenmemiş, Fuat Bolkan'ı hiç tanımamışlar.'' Üç türküyle başlar yazısına Erdem; Hicaz, Hoyrat, Kerkük. Mümkün bir Türkiye böyle kurulur, üç türküyle düşülür yola, unutulduğu yerden hatırlanır memleket. Sormaktan kim usanır; Beşiktaş Nasıl Kurtulur?