Kırkıncı Oda
Şauma, Kubilay Han’ın sarayında öğretmenlik yaparken, yanına yaveri Markos’u da alarak, 1275 yılında Hanbalık (Beijing) ilinden yola çıkarak seyahatine başlar. Aynı tarihlerde Marko Polo da, Kubilay Han’ın sarayına varmıştır. İki zaman, iki mekân, iki merak.
Hanbalık-Venedik Hattı
Moğol topraklarında yaşayan Öngüt Türkleri’ne mensup bir âdemoğlu; Rabban Mar Şauma.Nasturi Kilisesi’ne bağlı hristiyan bir keşiş aynı zamanda. Şauma, Kubilay Han’ın sarayında öğretmenlik yaparken, yanına yaveri Markos’u da alarak, 1275 yılında Hanbalık (Beijing) ilinden yola çıkarak seyahatine başlar. Aynı tarihlerde Marko Polo da, Kubilay Han’ın sarayına varmıştır. İki zaman, iki mekân, iki merak. Şauma, Polo’nun yaptığını yapsa da adını duyan yoktur. Tarih böyledir, ona bakmasını öğrenmeyene kendi imgesini dayatır.
Hanbalık-Venedik hattında olanların hatrı, İbn Battuta’ya kadar götürür belki bizi. Doğu ve Batı mı? Hayır, mesele özelikle oradan hiç net görünmüyor.
Yağmur Ormanlarında Bir Gece
Yağmur ormanlarında bir gece. Gagalarında ateş lekesi taşıyan gizemli kuşlar, doğanın kör mimarlarının diktiği termit kuleleri, kendi gövdesinden taşan dev ağaçlar, kıvılcımlar saçarak ölüm ıslıklarıyla sürünen mavi yılanlar ve yüzünü şimşeklerle yıkayan genç savaşçılar... Tabiatın cümbüşü, efsane ve masallarla birleşip, dünyanın öteki yüzüne açılan bir kapının resmini çizmiş sanki. Dehşetli bir güzelliğin tuvalinde hep aynı renk; su yeşili. Amazon yerlileri, uygarlık hıncıyla güzel evlerine izinsizce gelerek, onları “dış dünya”yla tanıştırmak isteyenlere karşı, hep aynı sözün ayinini yapıyorlar. Her gece ateş başında toplanıp, öfkeleriyle biledikleri mızraklarını aynı anda yere vurarak şöyle sesleniyorlar iç’lerinden dış dünyaya; geldiğiniz yere geri gidin, evimize, ormanlarımıza, ruhlarımıza uğursuzluk getirmeyin.
Amazonda yaşayan savaşçı kabilelerin, evlerine gelen yabancıları “uğursuzluk taşıyıcıları’’ olarak adlandırmalarındaki tavır, ormana gelecek uğursuzluğun bir lanet gibi büyüyerek nihayetinde evlerini yok edeceğine dair duydukları mutlak inançla ilgilidir aslında. Yağmur ormanları; oduncular, defineciler, turizmciler, keresteciler ve çokuluslu şirketler eliyle kuşatılırken, bir yerli kadın ölen çocuğunun gözlerini toprağa gömerek “yüce ruhun” merhametine sığınabilir mesela. Bunu dış dünya anlayamaz. Amazon’un içinden görülebilecek kadar yakındır her şey oysa.
Yağmur ormanlarında bir gece. Burda, rüzgârların fısıltısı, nehirlerin çağıltısı ve ağaçların şarkısıyla kavuşur gün, ait olduğu o sırlı geceye, güneşin emzirdiği bir çocuk gibi karanlık ağaçların arasına kıvrılıp uyur belki sessizce. Mavi gökyüzünün altında ölümlü ve görkemlidir gün. Ve gecenin içinde yeniden doğar, doğurur, doğrulur. Bu hikâye yüzyıllardır böyle anlatılır. Çünkü gece hiç durmaz, üzerine örtülen sessizlik yorganını usulca çeker gözlerinden. Gün uyuyunca gece uyanır. Ormanın sırrı dökülür ortaya. Bir şaman flütü gibi Brezilya’nın güzel kuşu Uirapuru’nun hüzünlü sesi duyulur uzaklardan. Kırmızı tüyleri, narin gövdesi ve büyüleyici ötüşüyle ormanın çocuklarını sürükler peşinden Uirapuru.
Ateş gibi parlayan kanatlarıyla karanlığın tanrısı Jurupari’ye meydan okurcasına geceyle dans eder. Uirapuru ötmeye başladığında, bu sesi duyan bütün genç savaşçılar mızraklarını toprağa saplayarak, bulundukları yere çökerler. Ve büyük bir saygıyla sonuna kadar dinlemeye koyulurlar bu hüzünlü ayini. Uirapuru, kötülük okuyla vurulmuş genç bir savaşçıdır çünkü. Sırtına saplanan oklar birer kanat olmuş, kanlar içinde gök yüzüne havalanmıştır. Kan kırmızısı tüyleri vurulduğu günü, büyülü ötüşü ise ölen bütün genç savaşçıları anlatır. Amazon’un ayinleri, kuş sesleri, uykusuz ormanlar, yerini bilen yerliler ve rüzgâr şarkıları...
Yağmur ormanlarında bir gece. Ormanın sessizliğinde saklanmanın çiçeği.
Almış Han’ın Rüyası
İdil ve Kama nehirlerinin birleştiği bereketli bir havzada, yamalı deri elbiseleri, kurt bakışları ve güneşte parlayan kılıçlarıyla kıl çadırlar içinde bozkırdan göçüp gelmiş, gözü pek savaşçılar yaşıyordu. 8. yüzyılın başlangıcında, tarih henüz kendi zor’unun pençesinde değilken. Doğu Avrupa’nın kalbinde yeşerip, dört nala büyüyen bu Türk obası, İdil-Bulgar Devleti namıyla oldukça gür ve heybetliydi. Hakanları İlteber Almış Han’ın beyliğinde yurt tuttukları, Bulgar, Suvar, Biler şehirlerinde töreli bir hayatı yaşarlarken, Türkleri tek çatı altında birleştirecek bir devletin rüyasını da görüyorlardı.
Günlerden bir sabah, Almış Han’ın sıkıntılı bir uykudan üç gün sonra kan-ter içinde uyandığı haberi ulaştı ahaliye. İdil-Bulgar Devleti Hakanı, derin bir rüyaya gömülmüştü. Ne hekimbaşı ne de otacı uyandıramadı hânı. Haber yayılınca herkes hânın çadırına koştu. Almış Han uyanmıştı nihayet, çadırdan usulca dışarı çıktı, gürültü kesildi, bir sükûnet çöktü ve sualler başlamadan kutlu han ahaliye seslendi; “Yüce Tengri bir ve tektir, böyle inandık ve bildik. İşte o Tengri’nin dini İslam’dır. Üç gecedir bir şüphe içimi kemirdi durdu, üç yoldan geçtim, üç ateşte yandım, üç gün uyudum. Bir’e vardım. Türk’ün kalbindeki dinmez fırtınayı susturacak Tengri’mi buldum ahalim. İrademdir, ey ulularım ve beylerim! Tek Tengri’ye inanıp, mümin olmak haktır. İslam’dan davetçiler çağıracağım ilimize. Bu isteğimi iletmek için tez elden İslam ülkesine bir elçi yola çıksın! İlimiz ve töremiz bozulmasın!’’
Almış Han bir rüya gördü ve Bağdat ile Bulgar şehirleri arasında kurulan bağın hatrı büyüdükçe büyüdü. Cafer bin Abdullah dedi namına Almış Han. Onun gördüğü o kutlu rüyayı, önce Satuk Buğra Han, ardından cümle Türkler tabir edecekti. Almış Han’ı halife adına ziyaret eden heyetin kâtibi olan İbn Fadlan’ın, misafir olduğu Türk obasında duyduğu bir söz, tarihin ve kaderin resmini çizerken, Han’ın rüyasının anlamına kıyamete değin silinmez bir çentik atıyordu. Şöyle diyor Fadlan; “Biri bana Kur’an oku, dedi. Kur’an’ı okuyunca çok hoşuna gitti ve tercümana eğilip ‘Ona susmamasını ve okumaya devam etmesini söyle,’ dedi."