Kendime Giden Bir Yol
Mekan da evim, geniş avlum, birkaç sokak, çarşı, Ulu cami, caminin gölgesinde içilen çaylardan ibarettir. Zamanın kuşattığı da bu kadarlık bir mekandır. Dünya işte! Bu kadar bir şey benim içim. Sesler sahi ve kokular tabii ki.
Her şey parmaklarımda birikir.
Dokunmazsam kaybolurum.
Kaybolmamak için zamana ve mekana parmaklarımla tutunurum.
Sol elim mekanda, sağ elimde kızılcık ağacından yapılmış yamru yumru bir baston. Onu boşlukta sallar dururum. Boşluk zamandır; zaman kocaman bir balondur benim için; ilerisi, gerisi yoktur, kuşatıldığım bir şeydir zaman. Mekan da evim, geniş avlum, birkaç sokak, çarşı, Ulu cami, caminin gölgesinde içilen çaylardan ibarettir. Zamanın kuşattığı da bu kadarlık bir mekandır. Dünya işte! Bu kadar bir şey benim içim. Sesler sahi ve kokular tabii ki.
Avluda torunlarımın yükselen sesleri. Şimdi büyük olanı koşup elimden tutacak. Tahta sokak kapısı açılırken menteşelerden beynimi saplanan o ses yükselecek. Sola döneceğim. Menteşelerin hep bir bıçak gibi zamanı yırtan sesi, torunlarımın şen şakrak seslerinde eriyecek. Sol elim duvarda, boşlukta sallanan bastonum zamanı onaracak ve ben o balonun içinde ezbere bildiğim bir dünyada, ikindiyi beklemek için Ulu caminin gölgesinde, sakalımı ırgalayan serin rüzgara kapılıp dudaklarımdaki Yasin-i Şerifi Allah’a yollayacağım ve başka şeyleri de, olmakta olanları, anlamadığım olmakta olanları, anlayabileyim, kalbime düşen karanlığı dağıtabileyim diye.
Duvarlardaki girintiler, çıkıntılar, taşlardaki çatlak, dökülen sıvalar, tahtadaki çapaklar, şehrin yükselen uğultusu, her adımda değişik kokular.. hepsi, hep aynı yerinde ve ben buradayım, hep aynı yerde. Burada doğdum, burada büyüdüm, bilmedim başka yerler, başka yerlerin haberlerini dinlerken her yeri ve her zamanı hep buraya nispet ederek bildim.
Üç adım sonra tam sokağın başına geleceğim, Ebubekir’in evine, evin tam köşesinde dökülmüş sıvanın meydana çıkarttığı sert taşa dokunacağım ve bir çocuk gibi tırnaklarımla kalkmış sıva arayacağım ve bulursam orasını da koparacağım. Oyun işte, kendimce. Dudaklarımda muzip bir gülümseme.
Sonra beş adımda geçilen boşluk, dar sokaktan yüzüme vuran serinlik, hiç kesilmeyen küf kokusu, güneşin düşmediği bu dar sokak, bu boşlukta zamanın çürüttüklerini bir küf kokusu olarak duyumsayacağım. Yarının da yarını, uzağın da uzağı, ötenin de ötesinin olduğunu bilmek, yoruyordu artık beni. Dünyadan istediğim pay, bir avuç dünya, hepsi bu, hepsi burada olan, buradan ibaret. Ama zaman, yok, zamana musallat olan kötülük, her şeyi çürütüyordu. Gece boyu, uzaklardan gelen jetlerin sesi, sonra büyüyen sesler, zamanı dolduran sesler. Her geçen gün biraz daha yaklaşan ve yaklaşanın büyüttüğü korku. Barut kokularına karışan çürümüş et kokusu, şimdilik sadece benim duyduğum ve sakladığım insanlardan, korku büyümesin diye saklamalı insanlardan, insanları esir almasın diye sesler ve kokular, saklamalı. Ben her şeyi parmaklarımda sakladım. Bilselerdi… Bilmediler.
Geniş tahta kapıdan bildim, şimdi Ömer’in evinin önündeyim. Kabaran yağlı boyalar, ağacın damarları ve artık kimsenin kullanmadığı küflü tokmak. Avludan gelen tavuk sesleri ve bir avuç toprağa ekilen nanenin kokusu. Sonra uzun bir taş duvar, duvarın biriktirdiği güneş, parmaklarımda parlıyor, anlıyorum ikindiye daha var.
Geniş bir cadde, arabalar, kornalar.. şehrin sesleri büyüyecek. Dükkanın önünde oturan Osman hemen fırlayacak, koluma girip halleşerek caddeyi geçeceğiz. Korkuyu, endişeyi onda da hissedeceğim ve bu hissediş korkularımı, endişelerimi çoğaltacak.
Şimdi cam duvarlara dokunacağım, dokundukça şeffaflaşacağım, camın geçirgenliğinden, kaldırıma konan eşyadan, hangi dükkanın önünden geçtiğimi, oranın ne sattığını bileceğim ve cama dokunmak.. alışkın değildim, bilmezdim, dokunduğu şeyin insanı da değiştireceğini. Adımlar boyunca cama temas ettikçe soyunmak, vitrine konmak ve vitrinde insanların bakışlarıyla beni soyması, içimi dışıma çıkarmaları, şeffaflaşmak.. ruhum, ah ruhum!
Bitsin istesem de camdan sokak, bitmez, nefesim daralır, boğulacak gibi olurum; esnafın çay davetine, hal hatır sormalarına, samimiyetle kardeşlikle benimle ilgilenmelerine mukabele edememenin utancıyla hızlansam da bitmez camdan sokak. Ama Ulu caminin gölgesi düşer yavaş yavaş kalbime, gölgenin serinliği… Her adımda kalabalık artar. İnsanlara çarpar dururum. Beni herkes tanısa da, hürmetle yol verse de, şehirde büyüyen korku ve endişe dikkatimizi dağıtıyor ve insanlar birbirine çarpıyor.
Ulu caminin gölgesinde Ali’nin çay ocağında, ilk çay… Tarihin içinde olmak gibi, bugünü uzun bir geçmişe ulamak, oradan güç almak ve parmaklarımda birikenler.. bunca yıl, bunca ses, bunca koku, hepsi parmaklarımın ucunda, bütün zamanlar, bütün mekanlar hepsi buncacık bir şeyden ibaret. Sohbetlere hâkim olan endişe ve korku ve korku ve endişe parmaklarımda bir sızı şimdi. Bütün birikenlerin ağırlığı, kaçınılmaz olan, keşke mümkün olsa kaçınmak, kaçmak. Anlamıyorum insan neden kaçınamaz, kaçmaz. Neden, diye soruyorum, kahvede hep yanımda olan Hasan ve Hüseyin’e, okuldan beri hep yanımdalar. Susuyorlar. Onlar da anlayamıyor olanları, kime ne yaptığımızı ve bunun neyin bedeli olduğunu. Kaçacak bir yerimiz de yok. Kaçacak bir yerimizin olmamasının korkusu, kokunuza sinmiş, diyorum. Susuyoruz. Daha ne konuşulabilir ki?
Gece, bütün korkularımızı yağdırıyor üstümüze. Şehirde bir hengame. Evde, diğer odalarda çocukların korkuyla çığlık atmaları, ağlamaları… Ne gecenin üzerimize yağdırdığı sesler, ne çocukların, ne sokakların sesi tanıdık. Gece yağdırdıkça üzerimize başka kokular, barut, ceset, çimento… Parmaklarımı kendime dokunduruyorum, bir gün sadece kendime tutunacağım hiç aklıma gelmezdi. Parlaklarımda biriken zaman ve mekan bir yol oluyor, kendime doğru.
Ama güneş yine doğuyor.
Bu bir mucize diyorum, köroğluna.
Başını kaldırıp bakmıyor bile.
Gitme, diyor, nasıl gidersin, artık hiçbir yer güvenli değilken.
Nasıl gitmem, diyorum, bunca yıl sonra nasıl ikindiyi ve akşamı Ulu camide kılmam.
Bu bir kıyamet, diyor.
Ama hayattayım, diyorum.
Bahçede torunlarımın sesleri yok. Kapıya kadar güvensizce ilerliyorum. Sola dönüyorum. Menteşelerin hep bir bıçak gibi zamanı yırtan sesi torunlarımın sesinde erimiyor, bir kıymık gibi beynime saplanmış olarak kalıyor. Bastonum zamanı onarmıyor. Sanki beni koruyan, güven içinde tutan balon patlamış gibi.
Ömer’in duvarında birçok kabarmış sıva buluyorum. Ama tırnaklayasım yok.
Bastonumu sallaya sallaya, sesleri dinleye dinleye geniş caddeyi geçiyorum. Sirenler, can derdine düşmüş insan sesleri, koşuşturmalar, feryatlar, figanlar, sirenler, hep sirenler, hep can derdine düşmüş insan sesleri. Sol elimi cam duvarlara uzatıyorum. Elim boşluğa düşüyor. Sendeliyorum. Son anda bastona yüklenip dengemi buluyorum. Sonra kırılmış bir cam, sonra boşluk, sonra cam, sonra.. sonra.. sonra.. uzun bir boşluk, daha önce olmayan, eğiliyorum, dokunuyorum, bastonumu sallıyorum, moloz… Sonra bir dükkanın duvarı, bildiğim bir duvar değil, üzerinde bambaşka delikler, kırıklar, çatlaklar… Sesler, kokular bambaşka… Sonra birden çarptığım bir tabela. Alnımda hafif bir kanama. Tabelaya tutunarak kalkıyorum. Sonra önüme çıkan moloz yığını; nasıl aşacağım, yokluyorum, yüksek, sağını yokluyorum, solunu yokluyorum bir yol vermiyor.
Ulu caminin serinliği gelmiyor.
Sağa dönmeliyim. Bastonumu boşlukta sallıyorum, bu boşluk bildiğim boşluk değil, zamanın içinde kayboluyorum. Dokunduğum duvarlar, bildiğim duvarlar değil, mekanın içinde kayboluyorum.
Geri dönmek istiyorum. Arkama döner dönmez bir ağaca çarpıyorum. Oturuyorum. Toparlanmaya çalışıyorum. Parmaklarımla kendime dokunuyorum. Parmaklarımda biriken her şey balonun patlamasıyla birlikte uçup gitmiş.
Ağlıyorum.
Utanıyorum, kendimden.
Kalk, diyorum bu kıyamet değil. Kalk ve yönel.
Kalkıyorum.
Sol yanıma uzanıyorum, parmaklarım boşlukta kalıyor.
Sesleri dinliyorum, tanıyamıyorum; kokuları da.
Yürüyorum, sanki alabildiğine geniş bir ovada gibiyim, tüm nirengi noktalarını kaybediyorum.
Kendime dokunuyorum.
Sanki parmaklarımı oymuşlar.
Kendime giden bir yol bile bulamıyorum.